İSLAM CAMİLERE Mİ HAPSEDİLİYOR?
Büyük şehirlerde ramazanın ruhaniyeti pek görülmüyor. Her ne kadar camiler vakit namazlarında ve hele hele teravihlerde dolsa da, sokakta ramazanın dikkatini göremiyorsunuz. Bizim gençlik dönemimizde, açık lokantalara iyi nazarla bakılmazdı. Hatta bir kısım arkadaşlarımız bu tür yerleri taşlama riskini bile göze almışlardı. Şimdi bakıyorsunuz, insanlar gözünüzün içine baka baka yiyebiliyor, içebiliyor. Yesinler, içsinler, ‘dinde zorlama yoktur’. Kimseye karışmak hakkımız da değildir. Ancak bu yiyen-içinler bir Müslüman aileden, bir Müslüman anadan babadan geliyorlarsa, yaşadıkları toplumun bağlandığı değerlere saygıyı niye kaybederler? İşin bana göre vahameti burada.
Bakın size çok ilginç bir örnekten söz edeyim. Geçtiğimiz yıl, ramazan bayramında Amerika’dan bir misafirim vardı. Kendisi Hıristiyan bir bayandır. Ramazan ayında Türkiye’ye geldi, ramazanı burada oruçlu geçirdi, bayramı bizim evimizde kutladık. Ona önce niye oruç tuttuğunu sordum. Verdiği cevap çarpıcıydı:
“Oruç, insanı bir başka ortama taşıyor. Oruç, insanın ruhunu yıkıyor, arındırıyor, daha huzurlu bir insana dönüşüyorsunuz. Bunu hazzı tarif edilemez!”
Sonra bizim ramazanlarımızı değerlendirmesini istedim. Bu anlattıkları da aynı oranda sarsıcıydı:
“Ben yabancıyım, üstelik Hıristiyanım, İstanbul’da dikkat ettim, ramazanda gelen turistlerin önemli bir bölümü, Müslümanlara saygılarından dolayı açıkta yemek yememeye büyük dikkat gösterdiler, ama Müslüman bu ülkenin insanında, oruç tutmayanlarda bu hassasiyeti göremedim. Bu bana çok ilginç ve biraz da düşündürücü geldi. Sanki oruç tutmayanlar tutanlara karşı bir intikam alma duygusu içindeydiler.”
Bir örnek daha vereyim size:
İlahiyat eğitimi, almış, ilahiyatta hocalık yapmış ve emekli olmuş bir dostlumla konuşuyorum. İki otobüs dolusu dekolte giyinmiş bayanın (bunu başı açıklık anlamında söylemiyorum; kolları, göğüsleri açık, vücut hatları belirgin, dar pantolon, kısa etek kıyafetler içinde olduklarını düşünün lütfen) bir maneviyat önderini anmak için geldikleri ortamda, bu hanımların biraz daha dikkatli giyinmeleri gerektiğini söyledim. Beni umursamaz bir edayla dinledikten sonra dönüp yüzüme, sanki suçlar bir edayla çıkışmasın mı: “Sen de çok katı düşünüyorsun.”
Şahidi olduğum bir olayı da anlatayım izninizle:
İki genç, ellerindeki pek şişeyle su içiyorlar. Birisi yanlarına yaklaştı, nazik bir şekilde uyarıda bulunmak istedi; ‘arkadaşım, oruç tutmayabilirsiniz, ama çevrenize saygılı olmanız gerekmez mi?’ belki devamını diyecekti ki, ellerindeki şişeyi gencin suratına fırlattılar. Sonra sille tokat giriştiler. Genç neye uğradığını şaşırmıştı, yoldan geçenler araya girip ayırdılar.
Şu parça parça fotoğrafı birleştirin ve bir tablo çıkarın ortaya, sonra düşünün. Türkiye’ye benimsettirilen liberal ahlak anlayışı kimsenin kimseye karışmama hukukunu yerleştirmek yerine, laikleşen kesime hükümranlık hakkı doğurdu. Bakıyorsunuz, Müslüman sadece camide dini hürriyetine sahip.
Üstelik Müslüman’ı camiye hapseden sadece, dindışı hayatı benimseyen kesim de değil. Çok daha kahredicisi ise Müslüman’ın bizzat kendisi! Mesele sadece yukarıda verdiğim misallerle sınırlı değildir elbette: İşyerlerindeki tabelalara bakın. Besmeleyle dükkânını açan adam tepesine Batılının dilinden bir yafta asmış. Tabelasında tek Türkçe kelime yok! Ne için yapıyor bunu? Üç-beş kuruş para kazanmak için. Şimdi, dışındaki insan seni bir köşeye sıkıştırıyor diye yakınacaksın sonra da kalkıp sen kendini ateş çemberinin içine hapsedeceksin?
İslam’ı sokağından, hatta evinden uzaklaştıran Müslüman bir ülkede bu manevi buhranın izahını neyle yapacağız, doğrusu merak ediyorum? Bizim Diyanet Teşkilatımız, bizim bugün her ilde artık var olan İlahiyat Fakültelerimiz bürokratik işleri bir kenara bırakarak insanlara Müslüman olmanın, hayatın her anında Müslüman olmak anlamına geldiğini anlatabilse, belki biraz huzura doğru adım atılmış oluruz. Değilse, bu çözülüşün getireceği manevi çöküş, Türkiye’yi sonu belirsiz maceralara sürükleyebilecektir… Bunun altında sadece inananlar kalmaz, inananları izole etmeye çalışan kesimler de ezilirler…
#Muhsin İlyas Subaşı