İSLAM TASAVVUFU – Soru ve Cevaplar – H. Kamil Yılmaz

İSLAM TASAVVUFU

Soru ve Cevaplar

Prof. Dr. H. Kamil Yılmaz

TASAVVUFUN GENELİYLE İLGİLİ SORULAR

– Sağlam bir tasavvuf çizgisinde hangi özellikler bulunmalıdır?

– Bu sorunun tasavvuf konusundaki belirsizlikleri gidermek amacıyla sorulduğu anlaşılmaktadır. Bugün tasavvuf konusunda sapla saman birbirine karıştığı, şeyhlerin sahtesi ile gerçeği yaygın bir biçimde her yanda bulunduğu için bunları birbirinden tefrik etmek zordur. Bunların doğrularını tanımak için bir takım ölçülere ihtiyaç vardır. İşte o ölçüler şunlardır:

a- Ehl-i sünnet ve ve’l-cemaat çizgisinde sağlam bir inanç,

b- Kitap ve sünnete uygun derin bir ibadet hayatı (salih amel),

c- Düzgün bir muamelat,

d- Muhammedî bir ahlak.

Tasavvuf bu ölçüler içinde şu özellikleri de taşır:

a- Tasavvuf manevi tecribe ile anlaşılan hal ilmidir,

b- Tasavvufî bilginin konusu ma’rifetullah’tır,

c. Tasavvuf tatbiki bir ilim olduğundan mürşid vasıtasıyla öğrenilir,

d- Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir, çünkü tecrübîdir.

e- Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelam gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı kabul edilir.

f- Tasavvufî eğitim tarikat denilen özel yollarla kat’edilir.

el-Lüma’ müellifi sûfîlerin sahtesini hakikisinden ayırmak için şöyle bir ölçü koyar:

1- Haramlardan kaçınmak,

2- Farzları ifa etmek,

3- Dünyayı ehl-i dünyaya bırakıp dünya-perest olmamak.

– Tasavvufun muhteva açısından mertebeleri nelerdir?

– Tasavvufun tahalluk ve tahakkuk olmak üzere iki mertebesi; yani boyutu vardır. Tahalluk, tasavvufun eğitim boyutudur. Tasavvufi hayat, tarikat, manevi makamlar, seyr u sülûk ve adab gibi konuları kapsar. Tahakkuk ise tasavvufun ma’rifet, işaret ve bilgi boyutudur. Bu da insanın ma’nevî eğitim sayesinde ahlak ve takva açısından yükselişi ve Allah’a yaklaşması sonucu kainattaki bazı ilahî sırlara aid elde ettiği bilgilerdir. Nitekim Kur’an’daki: “Allah’tan korkun Allah size öğretsin.” (el-Bakara.2/282) ayeti takvanın bir takım manevî bilgilere erme vesilesi olduğuna işaret etmektedir. Bir kudsî hadisteki:“Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder. Hatta ben onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı… olurum”(Buhari, Rikak, 38)ibareleri, kulluk ve nafile ibadet ile insanın kainattaki ilahî kudretin etkisini anlamaya başlayacağını anlatmaktadır. Aslında ehl-i sünnet inancına göre bütün insanların fiillerinin gerçek mutasarrıf ve halikı Allah’tır. Ancak insanlar gözlerindeki dünya ve masiva perdesi sebebiyle bunu görememektedir. Yani bir başka ifade ile herkesin gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı Allah’tır. Çünkü bütün fiillerde yaratıcı O’dur. İnsanlar bu gerçeği nafile ibadetlerle Hakk’ın sevgilisi olacak konuma geldikleri zaman farkedebilirler. Kur’an’da Allah’ın, kulların fiillerini kendine izafe etmesi bundandır. Nitekim “Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı.” (el-Enfal, 8/17buyrulur. “Bildikleriyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir.” (Hilyetü’l-evliya, X, 15) hadisinde de aynı konuya işaret edilmektedir.

Tasavvufun bu iki özeliği tasavvufi hayat ve tasavvufi düşünce olmak üzere iki mertebenin meydana gelmesini sağlamıştır. Bunların ikisi de birbirine bağlı olmakla birlikte; aslolan kulluğa yardımcı tasavvufi hayattır.

    – “Tasavvuf, tefsir, hadis ve fıkıh ilmi gibi bir ilimdir” deniyor. Tefsir İbn Abbas ile; hadis, hadis rivayet eden bir çok sahabi ile; fıkıh yine fakih sahabîler ile Peygamberimiz zamanından bu yana sabit ilimlerdir. Ama Peygamberimiz, ve hulefa-i raşidin döneminde tasavvufun isminden bile bahsedilmemiştir, ne dersiniz?

– Evet tasavvuf, İslamî ilimler mozaiğinin bir parçasıdır. Nasıl tefsir, hadis ve fıkıh asr-ı saadette var olan bir ilim ise tasavvuf da muhtevası itibarıyla öyledir. Çünkü İslam’ın ihsan boyutunu, îmanın îkan yani yakînî bir kıvamda yaşanmasını sağlayan tasavvuftur. Kur’an’da bahsi geçen takva, zikir, huşu, tevbe ve rıza gibi kalb amellerinin nasıl gerçekleşeceğini Kur’an ve sünnetten alıp tatbiki olarak öğreten zahidlerdir, sûfîlerdir. Tasavvufun asr-ı saadetteki adı belki zühddür, ihsandır, rabbanîliktir ama; tasavvuf öz ve muhteva itibarıyla o gün de vardı.

    – Günümüzde tasavvufun içine pekçok hurafeler karışarak bozulduğu görülmektedir. Özellikle menkıbeler konusunda sıkıntılar var. Net bir tasavvuf ortaya konmuyor? Bu konuda neler yapılabilir?

    – Bu soruda herhalde tasavvufun bozulup gerilediğine işaret edilmek istenmektedir. Aslında İslamî ilimler ve sosyal kurumlar bileşik kaplar gibidir. Birinin yükselmesi ve diğerlerinin yerinde sayması veya birinin seviyesinin düşüp diğerlerinin yukarda kalması mümkün değildir. İslam dünyasında gerileme ve çözülme başlayınca bütün ilimler ve kurumlar bundan nasîbini almıştır. Medrese, tekke ve ordu üçlüsünün oluşturduğu sosyal müesseseler birbiriyle ahenkli biçimde çalıştıkları, birbirlerini rakip görüp dışlamadıkları zamanlar yüksek seviyede hizmet vermişlerdir. Bu müesseseler birbirini bütünleyen özelliklerini kaybedip rekabetle birbirini yıpratmaya başlayınca genel bir gerileme başlamıştır. Tekke ve tasavvufi kurumların parlaklığını kaybettiği dönemde, medrese veya ordunun hala parlak hizmetler verdiğini söylemek mümkün değildir. Bu itibarla gerileme ve çözülme bütün kurumlarda birlikte yaşanmıştır.

Günümüzde tasavvufî hayatın içinde bulunduğu öne sürülen bid’at ve hurafeler aslında İslam toplumunun ortak problemidir. Tasavvuf, ya da başka İslamî çevrelerde görülen bir takım bid’at ve hurafelerin temel sebebi bilgi eksikliğidir. Çünkü bugün insanlarda manevi hayata ilgi, bilginin çok önündedir. Bu ilgiyi doyurup iyiye kanalize edecek gerekli kurumlar olmadığı ve dini bilgilenmede problemler olduğu için insanlar din adına çoğu zaman hurafelere takılıp kalmaktadır. Hurafe ve bid’atin tek sebebi vardır o da cehalettir. Ehl-i sünnet çizgisinde müteşerri ve cehaletten kurtulmayı görev sayan tarikatler hurafelerle mücadele etmektedir. Nitekim XIX. yüzyılda başta Nakşbendiyye’nin Halidiyye kolu olmak üzere pek çok tarikat, ilim ve medrese çevrelerinin de desteğiyle bir tecdid, yenilenme ve ıslahat hareketi başlatmışlardır.

Menkıbelerle ilgili sıkıntılara gelince işe önce menkıbenin ne olduğundan başlayalım. Menkıbe (doğrusu menkabe) lügatte övünülecek fazilet, hüner ve meziyet demektir. Istılahta ise peygamberler, sahabîler, tarihî şahsiyetler, mezheb imamları ve süfîlerin övülecek fazîlet ve meziyetlerini anlatan rivayetler, demektir. Kur’an’da geçmiş peygamberiere ve ümmetlerine aid bir takım kıssaların yer alması, hadislerde de böyle rivayetlerin bulunması “kıssacılık” diye bir mesleğin meydana gelmesini sağlamıştır. Kıssacılara “kussâs” denilir. Halk kıssalardan hoşlandığı için bunlar, vaaz ve irşadda bir eğitim aracı olarak kullanılmıştır. Sofîler başlangıçtan beri bu tür kıssalardan oluşan, peygamberler, sahabîler ve ilk devir süfîlerinin kıssa ve menakıbını yazılı ve sözlü olarak nakledegelmişlerdir. Tabiî, bir meslek haline gelen bu alanda halk muhayyilesinin de katkılarıyla zaman zaman abartılı rivayetler de gündeme gelmiş, hatta zamanla işin özünü ve nasihat değerini ihmal eden bazıları, sadece kıssa ve menkıbe yazıp nakletmeyi ve olağanüstü bir takım olaylardan bahsetmeyi daha önemli görür olmuştur. Halbuki kıssa ve menkıbelerde gaye, okuyan ve dinleyenlere bir mesaj ve öğüt vermektir. Bu gayeye uygun olarak yazılan ve anlatılan menkıbelerin yararlı olduğunda şüphe yoktur. Tayy-ı zaman ve tayy-ı mekan gibi bir takım olağanüstülüklerin bulunduğu keramet ve menkıbeleri, halkın kahramanlık duygularını tatmîne yarayan şeyler olarak görüyorum. Kesikbaş hikayeleriyle savaşta orduya yardım eden yeşil sarıklı velilere bu gözle bakılmalıdır. Bugünün materyalist ve pozitivist dünyasında îcad edilen süpermen filmlerinde verilmek istenen nedir? Seyircinin gizli kalmış bir takım macera, kahramanlık ve intikam duygularını tatmin değil mi? Herhalde menkıbelerde de böyle bir etki bulunduğu için çokça tutulmuştur. Nasıl bir kurgubilim filmini gerçek sanmak yanlış ise, menkıbelerde anlatılan bazı şeyleri de böyle doğrudan dinin temel esası sanmak ve öyle sunup algılamak da yanlıştır. Bugün Batı’da -ruh hastalıklarının tedavisinde süfî menkıbelerinin kullanıldığına ilişkin bir takım yayınlar göze çarpmaktadır. Bu da bize bunların bir takım fonksiyonlar icra edebilecek önemini göstermektedir. Önemli olan sap-saman ile danenin birbirine karışmamasıdır. Bugün gerek menkıbeleri nakledenler, gerekse okuyup dinleyenler, zaman zaman ana hedefi birbirine karıştırdıklarından problemler doğmaktadır. Yerine göre kullanılır ve dînî bir nass gibi görülmezse menkıbelerin de yararlı olabileceğinde şüphe yoktur.

İslamî ilimlerin hepsinde meydana gelen canlanma, yenilenme tasavvuf muhitlerinde de görülmektedir. Ancak nasıl fıkıh, tefsir ve hadiste bugün müslümanlar dün oldukları seviyeyi henüz yakalayamamışlarsa tasavvufta da yakalayamamışlardır. Kaldı ki tasavuf bir ilim olduğu kadar manevî ve ruhî bir hayattır. Bu yüzden bu konudaki gelişmeler daha çok zamana ihtiyaç göstermektedir. Bu konuda neler yapılabileceği konusunda şunları söyleyebiliriz. Önce tasavvufun ilim boyutu tasavvuf klasikleri denilen Kuşeyrî Risalesi, İhya, Kutü’l-kulûb, el-Lüma’, et-Taarruf ve Keşfu’l-mahcûb gibi müteşerri kaynaklar ile tasavvufi düşünce ürünü klasik eserlerden yararlanılarak ortaya konmalıdır. Ardından tasavvufun eğitim yönü demek olan seyr u sülûk boyutu, işi tezgahtarlığa vardırmayan liyakatli ve şerîata merbut mürşidlerce hem yazılı eserler, hem de fiilî örneklerle takdim edilmelidir. Böyle bir ortamın gerçekleşmesinden sonra belli bir süreç içinde mutlaka gelişmeler olacaktır. İslamın hukuk sistemi bile henüz bugünün ihtiyaçlarına cevap verecek bir biçimde tam olarak ortaya konulamamış ve bununla ilgili gerekli ve yeterli çalışmalar yapılamamışken bütün eksiklik ve kusur sadece tasavvufta imiş gibi önyargılı davranmak haksızlık olur diye düşünüyorum.

    – Bazıları “Tasavvuf, Yunan mistisizminden alınmıştır.” diyorlar. İslam literatürüne girmiş bir ilim olan tasavvufun kaynağını açıklar mısınız?

    – Tasavvufun kaynağını yabancı kültürlerde arama kaygısı, daha çok müsteşriklerin gayretleriyle ortaya çıkmıştır. Muhtelif dinlerin mistik yapılarındaki bir takım benzerlikler onları, bunların birbirinden alınmış olması düşüncesine sevketmiştir. Bir takım müsteşrikler tasavvufun sadece Yunan mistisizminden değil, Hind, İran, Mısır, Hristiyan ve Yahudî mistisizminden etkilendiği düşüncesini öne sürmüşlerdir. Aralarındaki bir takım benzerlikler sebebiyle bu görüşleri öne sürenler, bu benzerliklerin insan fıtratından kaynaklanan özellikler olduğunu; her nerede bulunursa bulunsun ve hangi çağda yaşarsa yasasın insanın bu tür ihtiyaç ve temayüllerinin bulunduğunu görmezden gelmişlerdir. Nasıl din olgusu tarihi boyunca insan için bir gerçekse, din için tasavvuf ve ruhî hayat da öyledir. İslam’da bulunan ibadet ve muamelata aid bir takım ahkam ve kuralların Hristiyanlık ve Yahüdîlikteki adab ve ahkama benzemesi, nasıl bunların oradan alındığı anlamına gelmezse, tasavvufi hayat ve tasavvufi düşüncelerdeki benzerliklerin de böyle bir takım dış kültürlerden aktarılmış olması anlamını taşımaz. Rengi, dili, kavmiyeti ne olursa olsun, insanların belli ruhî anlayışları hiç yabancılık çekmeden algılaması mesela bir Japon’un İslam tasavvufuna dair yazılmış bir eserden zevk alması, bu ortak özellikten kaynaklanmaktadır.

Bir ilmin İslamî olup olmadığını anlamak için önce adına, sonra muhtevasına, sonra da o ilim mensuplarının kendilerini şeriat karşısında hangi noktada gördüklerine bakmak gerekir. Bu üç esasa göre tasavvufu sırasıyla ele alacak olursak:

a- Tasavvufun adının genellikle ashab-ı suffenin “suffe” sinden, “safvet”ten ve “sûf” kökünden geldiği kabul edilir. Bu kelimelerin üçü de İslamî menşelidir. Tasavvufun kökü olarak “Sofia” kelimesinden bahsedilmişse de, gerek süfîler ve gerekse araştırıcılar tarafından reddedilmiştir. Hatta bir takım müsteşrikler bile tasavvuf ve sufi kelimesinin sofia kökünden geldiğine karşı çıkmış, bunun yerine yün anlamına gelen “sûf” kökünden geldiği görüşünü benimsemişlerdir.

b- Tasavvufun iki önemli muhtevası vardır: Eğitim ve bilgi. Tasavvuf, eğitimde temel olarak benimsediği zikir, tezkiye, tasfiye, rabbanîlik, mücahede gibi esaslar ye üsve-i hasene – model şahsiyet – ilkesiyle bir yaşama biçimidir. Kur’an’da 250’den fazla yerde geçen zikir lafzı ve bu konudaki emirler, “nefsini tezkiye edenin kurtuluşa ereceğini” haber veren ayet (eş-Şems, 91/9); safvete ermiş kalb-i selim (eş-Şuara, 26/88-89) ve rabbanîlik (Alü İmran, 3/79) riyazat ve mücahede konusundaki ilahî emir ve nebevi tavsiyeler aslında tasavvufi hayatın Kur’an ve sünnet menşeli olduğunu göstermektedir.

c- Sûfîlerin kendilerini şer’i açıdan hangi noktada gördükleri mes’elesine gelince ilk sûfîlerden itibaren meşayıh, ilimlerinin şerîata bağlılığını sık sık vurgulamışlardır. Nitekim Cüneyd: “Tasavvuf bir evdir, kapısı şeriattır,” Seriy Sakatî: “Tasavvuf kitap ve sünnetin zahirine ters bir batın ilminden bahsetmez.” ve Sehl b. Abdullah Tüsterî: “Bizim yolumuzun temeli şu yedi şeydir. Allah’ın kitabına sarılmak, Rasûlü’nün sünnetine uymak, helal lokma, başkalarına eziyet ve yük olmamak, günahlardan kaçınmak, tevbe ve hukuka riayet” der. Bu tür söz ve uygulamaları çoğaltmak mümkündür. Mes’eleye bu açıdan bakıldığında da görülen süfîlerin İslamî bir yapı içinde olduklarıdır.

– Tasavvufu ayrı bir din gözüyle bakanlar var. Bu konudaki fikriniz nedir?

– Bir önceki soruda saydığımız deliller, tasavvufun İslamî bir ilim olduğunu göstermek için kafidir. Tasavvufun ayrı bir din olduğu görüşünü savunanlar, ya gerçek tasavvuf çevrelerinin de kabul etmediği, birtakım istismarcı ve sapıkların durumuna bakıp bir genelleme yaparak yanılıyorlar, ya gerçek tasavvufu yeteri kadar bilmiyorlar, ya da hasmane bir tavır içindedirler. Birinci grupta bulunanlar, bugün piyasada tasavvufu bir istismar aracı olarak kullanıp bir takım maddi ve dünyevi çıkarlar sağlamak isteyenlere bakıp tasavvuf hakkında genel bir hüküm vermektedirler. Aslında gerçek sûfîler, böylelerini tasavvuf ehli olarak görmemektedir. İkinci grupta yer alan ve müteşerri tasavvufun temel esaslarını bilmeyen kişilere, müteşerri mutasavvıfların eserlerini ve hayatlarını okuyup incelemelerini tavsiye ederiz. Bir Kuşeyrî’yi, bir Gazzalî’yi, bir İmam-ı Rabbanî’yi ve diğerlerini okusunlar. Üçüncü grupta bulunanları ise biraz insafa davet ederiz.

Sûfîlerin yeni bir din ihdası ile ortaya çıkan kimselere karşı yaptıkları mücadele, tasavvufu bir din gibi görme bir iddiasının doğru olmadığını göstermek için yeterli bir delildir. Nitekim İmam-ı Rabbanî döneminde yaşayan devrin sultanı Ekberşah, İslam, Hristiyanlık ve Hinduizm’den karma bir din ihdas etmeye kalkışmıştı. Bu zatla amansız bir mücadele sürdürüp ona engel olan İmam-ı Rabbanî hazretleridir. Kendisine “ikinci bin yılının yenileyicisi” anlamına – Müceddid-i elf-i sanî – denilmesinin sebebi bu mücadelesi ve hizmetidir. Her biri bir Allah ve peygamber aşıkı, İslam hadimi olan sûfilerin temsil ettiği tasavvufun bir başka din gibi takdim edilmesinin ilmîlik ve insaf ölçüleri ile bağdaşır yanı yoktur.

– İslam’ı tasavvuf, cihad ve nur gibi ekol ve fırkalara ayırmak acz ifadesi değil midir?

– Bu soruyu soran kardeşimiz herhalde bugün ülkemizdeki tasavvufa tarikat ve Risale-i Nur adıyla anılan cemaatlara ve bazı İslam ülkelerindeki tanzîm-i cihad gibi bir takım kuruluşlara bakarak bu soruyu sormuş olmalıdır. Bugün ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde bulunan İslamî cemaat ve fırkalar bir arayış içindedirler, İmamesi kopmuş tesbih taneleri gibi dağılan müslümanları yeniden toparlamaya çalışmakta; zor bir dönemden geçen insanımızın yeniden toparlanışına katkıda bulunmaktadır. Farklı yapıdaki bu cemaatlar, birbirleriyle uğraşmadığı ve önündeki hizmet planına göre birşeyler yaptığı sürece faydalıdırlar. Hatta onların farklı gruplar halindeki hizmetleri kendilerini hizmet yarışına sürükleyen bir motivasyondur. Allah Teala: “Siz hayır işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun sonunda Allah hepinizi bir araya getiririr.” (el-Bakara, 2/148)buyurmaktadır. Her grup birbiriyle çekişmeden hayır yarışına girince Allah, onları bir araya getirecektir. Dolayısıyla bu tür grupları bir hizmet dağılımı gibi görmek gerekir. Çünkü her grubun meşreb ve meslekıne göre hizmet önceliği vardır. Bu da toplumda değişik konuların değişik gruplarca ele alınmasını sağlamakta; dolayısıyla İslam toplumunun inşasına katkıda bulunmaktadır. Ayrıca gruplar arası iç çekişme genellikle dış mücadeleye güç olmadığı zamanlarda olur. Dış düşmanlarla mücadele edebilecek bir kıvama gelen İslamî topluluklar zaten çekişmez.

    – Tasavvuf alanında zaman zaman görülen bozulma çizgisinin nedenleri nelerdir? Tasavvufta otokontrol mekanizması var mıdır? Nasıl işler?

    – Bütün bilim dallannda ve kurumlarda olduğu gibi tasavvufta da zaman zaman asıldan uzaklaşmalar ve bir takım sapmalar olmuştur. Bozulmanın temel sebebi liyakatsizlik ve cehalettir. Babadan oğula intikal eden şeyhlik anlayışı, liyakatsiz ve ehliyetsiz kimselerin kolayca şeyhlik makamına oturmalarını sağlamış, bu da tabiî olarak bozulma sürecini hızlandırmıştır. Önceleri tasavvufî eğitim için belli bir dînî altyapı sağlanır, ondan sonra tarîkata girilirdi. Önce, tekke ve medrese arasındaki soğukluk bu yapıyı belli bir biçimde menfi olarak etkiledi. Ardından ehliyet ve liyakatine bakılmadan şeyh çocukları tekkelere şeyh olmaya başladılar. Liyakatsizlikler sonucunda yanlışlık hızla artmaya başladı.

Tasavvuf ve tarikatlerin iki otokontrol mekanizması vardı. Bunlardan biri tekkelerin kendi içinde seyr u sülûk ile işleyen ve sadece hilafet alanlara irşad imkanı sağlayan mekanizma. Özellikle büyük merkez tekkeler kendilerine bağlı taşra tekkelerine halifeler gönderir, meydana gelebilecek şikayetlere göre bu kişilerin azl ve tayinleri için meşihat ve saltanat makamına arîzalar takdim ederlerdi. Yetki ve sorumluluk asitane tabir edilen merkez tekkelerde olurdu. Teftiş ve murakabe de onlar tarafından yapılırdı.

ikinci otokontrol sistemi ise sosyal kontrol mekanizması olan halkın ve tarikat bağlılarının tepkisi ve kontrolü idi. Bütün sosyal kurumlarda olduğu gibi tekkelerde de bu mekanizma son derece önemliydi. Halkın eğitim düzeyinin yüksek olduğu dönemlerde etkili bir biçimde çalışır ve ehil olmayan kimselerin işbaşına gelmesini önlerdi. Ama halkın eğitim düzeyi gerileyince bu mekanizmanın etkisi de azaldı. Tekkelerin kendi içindeki otokontrol mekanizmasının zaafa uğraması ve halkın şikayetleri, yöneticileri bir takım ıslah çalışmaları ile bu mekanizmaya işlerlik kazandırmaya yönlendirmiştir. Nitekim II. Abdülhamid Han tarafından kurdurulan “Meclis-i meşayıh”ın amacı otokontrol sistemini daha sağlıklı bir biçimde hayata geçirmekti. Bu amacı gerçekleştirmek için bir takım çalışmalar yapılmış ve tekke şeyhlerinin dini ve tasavvufi eğitimleri için belli esaslar vaz’edilerek icazet zorunluluğu getirilmiştir.

– Tasavvufî hayat ferdî olarak yaşanamaz mı?

– Bu soruyla iki şey kasdedilmiş olabilir. Birincisi evrad ve ezkârıyla, riyazat ve mücahedesiyle, seyr u sülûk ve tarikatıyla tasavvufun ferdî olarak yaşanıp yaşanamıyacağı; ikincisi kişinin kendi başına kitap ve sünnete uygun bir kulluk yapıp yapamayacağıdır. Öğrenmek başka, uygulamak ve yaşamak başka şeylerdir. Tasavvuf öğrenileni yaşamayı fiilî olarak öğreten bir eğitim kurumudur. Eğitimde güçlü şahsiyetlerin başkalarını etkileyerek kendi boyası ile boyaması sözkonusudur. Çünkü terbiye, olgunlaşmış şahsiyetlerin, insanın eksik ve ham tarafları üzerinde yaptığı olumlu etkidir. Türkçe’deki: “Kır atın yanında duran ya huyundan, ya suyundan” sözü bu etkileşimi gösterir.

Birinci şekliyle; yani tasavvufun seyr u sülûk ve tarikatıyla ferdî olarak yaşanması mümkün değildir. Çünkü bu eğitim sisteminin amacı bir mürebbî ve mürşidi gerekli kılmaktadır. Bütün uygulamalı ilimlerde olduğu gibi tasavvufi terbiyede de üstada ihtiyaç vardır. Bu konuda şeyh ve mürşide aid meselelerde daha ayrıntılı bilgiler verilecek.

İkinci şekliyle; yani insanın kendi kendine kitap ve sünnete göre kulluk yapması elbette mümkündür. Eldeki yazılı bilgilerden yararlanarak insan iyi bir müslüman olabilir. Ancak birlikteliğin heyecan ve coşkusu daha farklıdır.

 Bazı tarikatlar ilme, bazıları kisveye, bazıları keramete, bazıları nazara, bazıları çalgıya önem vermektedir. Bu yaşantı ve ilgi alanlarının farklılık sebebi nedir? Bu karmaşa içerisinde doğrunun ölçüsü nedir?

– Bugünkü müslümanların haline bakıp müslümanlık hakkında hüküm vermek nasıl yanlış bir yargı olursa, bugün toplumumuzda yaygın görüntülerin bakıp tasavvuf hakkında söz söylemek de aynı şekilde yanlış olur. Gerçek tasavvuf elbette, bugün çok bölük pörçük yaşanan tasavvuf değildir. Ya da bir başka ifade ile bazı grupların öne çıkmış bir takım özelliklerini tasavvufun bütünü için bir yargı vesilesi yapmak yanlıştır. Aslında bu soruların cevabı asırlar önce verilmiş ve tasavvufun asıl gayesi ortaya konmuştur. Bakınız Yunus ne diyor:

Dervişlik olaydı taç ile hırka
Biz dahi alırdık otuza kırka
İlim ilim bilmektir
İlim kendini bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Bu nice okumaktır.

Tasavvuf insanlara önce kendini, sonra Rabbini tanıma (ma’rifet) yolunu gösterir. Farklı özelliklerinin ortaya çıkması biraz da mürşid ve müntesiplerinin farklı karakter yapısından kaynaklanmaktadır. Çünkü yukarıda sayılanlardan hiçbiri tek başına tasavvuf değildir. Ancak sûfiler bir eğitim aracı olarak yerine göre musikîden de nazardan da istifade etmişlerdir. Bugün modern pedagojide insanın karşısındaki ile göz iletişimi kurmasının önemi kabul ediliyor. Göz ile kulak yüksek duyu organları sayılıyor. Bu iki duyu organının diğerlerine göre eğitimde çok daha etkili olduğu tesbit edilmiş bulunmaktadır. Nazar bir göz iletişimidir. Musiki de kulak aracılığı ile kalbe ulaşma yoludur. Mutasavvıfların derdi bellidir. Gönüllere “Elest bezmi”nde verdikleri sözü hatırlatmak. Bunun için, hangi aracı bulurlarsa kullanmışlardır. Aslında amaç olarak tasavvufta ne kisvenin, ne kerametin, ne nazarın, ne de güzel sesle söylenen musikî, ve ilahînin bir kıymet-i harbiyyesi vardır. Çünkü amaç kulluktur, ihsandır, rabbanîliktir. Rabbanîlik söz konusu olunca da sadece bilgininde çok önemi yoktur. Bilgi amelle, amel ihlasla, ihlas ihsan ve îsar ile beslendiği zaman anlam kazanır. Bugün bu konuda görülen eksiklik, tasavvufun değil, ferdlerin eksiklik ve kusurudur. Bunu tasavvufun geneline fatura etmek haksızlık olur.

 – Günümüzün bozuk şartlarında, herşeyin nefse ve şehvete hitab ettiği bir zamanda sadece tasavvuf yeterli olur mu?

    – Günümüzde, herşeyin nefs ve şehvete hitab ettiği bir ortamda tasavvufa belki her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Ancak İslamî ilimleri birbirinin alternatifi olarak görüp birini diğerinin yerine ikame etmek anlayışı yanlıştır. Çünkü her türlü ilimden arınmış “sırf tasavvuf” diye birşeyden söz edilemez. Tasavvuf fıkıhla, hadisle, tefsirle ve diğer İslamî ilimlerle birlikte vardır. Bunlar birbirini bütünleyen ilimlerdir. Bunlardan sadece birisi ve birkaçını alıp diğerlerini almamak eksiklik olur. Zaten süfîler de bunu bildiklerinden eserlerine ve yollarına diğer ilimlere aid bilgiler de koymuşlardır. Burada muhtelif kimselere nisbetle rivayet edilen şöyle bir sözü hatırlatmakta yarar vardır: “Fıkıhsız bir tasavvuf zındıklığa, tasavvufsuz bir fıkıh fasıklığa götürür. Fıkıh ve tasavvuf, zahir ve batın beraber olunca tahkik ilmi meydana gelir.” Ahmed Rifai der ki: “Tarikat, ayn-ı şeriat, şeriat ayn-ı tarikattır. Aralarındaki fark lafızlardan ibarettir.” (bk. el-Burhânü’l-müeyyed, Ma’rifet Yolu, s. 134.)

SEYR U SÜLÛK İLE İLGİLİ MESELELER

    – İrşad ve tebliğ nedir? Mübelliğ kime denir?

    – İrşad, da’vet ve tebliğ kelimelerini birlikte değerlendirmek gerekir. Davete konu olma açısından insanlık, ümmet-i davet ve ümmet-i icabet olmak üzere ikiye ayrılır. Ümmet-i icabet kavramı Hz. Peygamber’in davetini tanıyıp ona bağlanmış olanlar hakkında kullanılır. Ümmet-i davet ise henüz İslamla müşerref olmamış kimseler hakkında kullanılan bir kavramdır. Davet ve tebliğ ise ümmet-i davete yapılan çağrılar hakkında kullanılır. Davet, İslamî gerçeklere çağrıdır. Tebliğ, Allah’ın emirlerini Allah’ın kullarına duyurmaktır. Tebliğ yapan kişiye mübelliğ denilir. Nitekim Kur’an’daki: “Sana düşen sadece tebliğdir,” (Âlü İmran, 3/20) “Rabbının yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır (davet et)!” (en-Nahl,16/125) ayetleri bu anlamları teyid etmektedir. Kur’an’da rüşd ve reşed kalıplarında kullanılan irşad ise dünyevî ve uhrevî istikamet vermek, yol göstermek anlamınadır. Bu itibarla irşadın muhatabı müminler, davetin muhatabı genellikle müslüman olmayan topluluk ve kişiler, tebliğin muhatabı ise hem müminler, hem de mümin olmayanlardır. Mübelliğ, insanlara dünya ve ahırete yönelik yanlışlıklarını tamir ve tashih imkanı sağlar. Sûfilerin yaptığı hizmet daha çok irşad faaliyeti olarak adlandırılır. Sofiler irşad hizmetinin yanısıra bazan gayr-ı müslim topluluklarda tebliğ görevi de üstlenirler. Bunlardan başka İslam toplumlarında kötülüğün yayılmasını önlemek, hayrın yaygınlaşmasını sağlamak amacıyla “hisbe” adı verilen emr bilma’rüf ve nehy anilmünker görevi yapan bir teşkilat daha vardır. Bu teşkilat devletin kontrolündeki polis örgütü niteliğindedir. Tebliğ, davet ve irşad, farz-ı kifaye hükmündedir. (Mürşid ve özellikleri için ayrıca bk Şeyh-Mürşid Meseleleri)

    – Seyr u sülûk ne demektir?
– Tasavvuf ve tarîkatlardaki eğitim ve terbiye işine verilen genel ad seyr u sülûktür. Lügatte seyr gezmek, seyr etmek ve yürümek anlamınadır. Sülûk ise gitmek ve yola girmek demektir. Tasavvuf ıstılahında seyr, cehaletten ilme, kötü huylardan güzel ahlaka, kulun fanî varlığınıdan Hakk’ın varlığına yönelmektir. Sülûk, tasavvuf yoluna girmiş kişiyi Hakk’a vuslata hazırlayan ahlakî eğitimdir. Bir başka ifadeyle seyr u sülûk, tasavvuf ve tarîkata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar geçeceği sahaların adıdır. Seyrin başı sülûk; yani yola girmek, sonu da vusul; yani Hakk’a vuslattır. Hakk’a vuslat Allah’ı görüyormuşçasına kulluk (ihsan) şuûruna ermek, daima Hakk ile beraber bulunduğu (maiyyet-i ilahiyye) bilincini yakalamak, O’na teslim olup O’ndan razı olmaktır. Her iş ve fiilin gerçek failinin Allah olduğunu kavramak ve varlık iddiasından kurtulup gerçek tevhîde ermektir. Can mülkünde ve cihan mülkünde Hakk’ı hakim kılmaktır.

    – Tasavvuf erbabında mutlaka herkesin seyr u sülûke girmesi gerekli olduğu ve intisab edenin kurtulacağı anlayışı var. Bu doğru mudur?

    – Tasavvuf erbabının herkesin seyr u sülûke girmesi konusundaki gayretlerinin muhtemel iki sebebi vardır. Birincisi insanda fıtrî olan gayret duygusudur. Çünkü herkes mensup olduğu sosyal çevreyi sever ve insanların orada yer almasını arzular. İkincisi kendilerinin tarikat ve tasavvufa girmekle elde ettikleri manevi hazzı başkalarının da tatmasmı arzu etmeleridir. Çünkü tasavvuf ve seyr u sülûk, dînî hayatı bir model şahsiyet etrafında, toplum atmosferi ve manevi kontrol mekanizması içinde gerçekleştirdiğinden bir birliktelik ve paylaşım ortamı doğurmaktadır. Tasavvufta seyr u sülûkte süreklilik ve devamlılık esastır. Tarikata girmekle iş bitmez. Adam vardır tarikata girmiştir ama tarikatın ve dînin kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirmediği için manevi açıdan tarikata girmeyenlerden daha geride olabilir. Ancak cemaat arasında bulunan böyle birinin uyarılıp düzeltilme şansı daha fazladır. Kulluk görevleri gereği gibi yerine getirilmeden hiçbir bağlılık tek başına yetmez. Bayezid’in müridlerine: “Bayezid’in derisine girseniz onun ahlakıyla ahlaklanmadıkça bir işe yaramaz?” sözü bu anlamadır.

    Seyr u sülük ve intisab, dünyevi ve uhrevi kurtuluşun tek reçetesi değildir. Çünkü manevi kurtuluş, son nefese bağlıdır. Son nefeste iman selameti elde etmenin yolu, bu dünyada istikamet üzere yaşamaktır. Takvaya ermektir, îbadet ve muamelatta ihsan ve ihlasta devamlılıktır. İnsan bunları hangi surette gerçekleştirebiliyorsa ona sımsıkı sarılmalıdır. Süfîler bu duyguları seyr u sülûk ile gerçekleştirdiklerinden bu konuda ısrarlı davranıyorlar.

    – İntisab edip seyr u sülûke girmeyenin durumu çok mu vahimdir? İntisab eden kişi, zayıf da olsa, bu halka içinde olduğu müddetçe kurtulur mu?

    – Gerek tasavvuf kaynaklarında, gerekse tarikat büyüklerinin söz ve sohbetlerinde intisab edip seyr u sülûke girmeyen kişinin durumunun çok kötü olduğunu gösteren ifadelere pek sık rastlanmaz. Ancak seyr u sülûk ehlini istihfaf eden bazı kimselerin durumlarının vehametini gösteren rivayetlere rastlanabilir. Sadece intisab etmiş olmak ve bunu bir varlık sebebi görmek doğru değildir. Allah’ın kullarını ve dostlarını sevmek, sevenlerle beraber olmak “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” ilkesine göre manevi kazanç sağlar. Nitekim Buharî’nin rivayet ettiği uzunca bir hadiste Allah, kendisi için bir araya gelen ve zikreden kullarını bağışladığını; hatta dünyevi bir amaçla o zikredenlerin arasında bulunan kimsenin de bu bağışlanmadan hissedar olduğunu belirtmektedir.(Buharî, Deavât, 66) Bu hadis iyiler ve zikir ehli arasında bulunmanın kurtuluşa vesile olacağını belirtmekte; bir bakıma iyiler ve zikir ehliyle birlikteliğe teşvik etmektedir. Tasavvuf erbabının ümidi, belki bu hadisteki ehl-i zikir ile birlikte bulunanlara gelecek rahmet müjdesidir.

    – “Dervişler öldükten sonra kabirlerinde seyr u sülûklerini tamamlar” deniliyor. Hatta bu söz Bahaeddin Nakşbend’e atfediliyor. Ne dersiniz?

    -Ölüm kişinin amel ve dünya ilişkisini kesen bir vakıadır. Ölümden sonra amelin sona erdiği kitap ve sünnetle sabittir. Ancak, nasıl müminlerin cennette, kafirlerin cehennemde ebedî olarak kalmaları niyyetlerine göre verilmiş bir karşılık ise, sülûke girmiş olan kimsenin sağlam bir niyyetle girdiği yolun ve amellerindeki devamlılığın afvına medar olması da niyyetlerine mukabildir. Müminlerin birbirleri hakkında hüsn-i şehadetlerinin afv-ı ilahîye medar olduğu hadis-i şerifle sabittir. Nitekim hayırla yad edilen ve hakkında hüsn-i şehadette bulunulan bir cenazenin ardından Allah Rasülü üç defa “vacib oldu” buyurdu. Daha sonra şerle anılan bir kimse hakkında da aynı şeyleri söyleyince kendisinden bunun hikmeti soruldu. Allah Rasülü: “Hayırla yadettiğinize cennet, şerle yad ettiğinize cehennem vacib oldu.” buyurdu. Ardından üç defa: “Sizler yeryüzünde Allah’ın şahidlerisiniz.” dedi (bk. Müslim, Cenaiz, 60). Sülûkün amacı kulluk, sonucu da Allah nasîb etmişse cennettir. Kabirde sülûkün tamamlanması ile ilgili bu söz, tasavvuf yolunda mürşid ile mürid arasındaki vefa ve sevgi duygusunun hüsn-i şehadete medar olacağını, bunun da ahirette işe yarayacağını göstermektedir. Bu hadis-i şeriften, vefatında müridin çevresinde toplanan mürşid ve ihvanın yapacağı bir tezkiyenin terfî-i derecat olacağı, seyr u sülûkünü tamamlamış olanların ecri derecesine ulaşacağı anlaşılmaktadır. Herhalde sözün söyleniş maksadı bu olmalıdır.

    – Şer’i açıdan yaşantısı düzgün olmayan, amelleri eksik bazı kimseler tarikata bağlanıyor ve Peygamberimiz’i gördüklerini iddia ediyorlar. Bu nasıl olur?

    – Tarikat ve tasavvuf, şeriatı daha iyi yaşamaya yarayan hir eğitim sürecidir. Bu yüzden tarikata ilk giren herkesin her bakımdan mükemmel olmasını beklememek gerekir. Zaten bir mürşide intisab eden kimselerden gerçek anlamda istifade ile kemale erip “velî” olabilenlerin sayısı mahduddur. Diğerleri o şemsiyenin altında hiç olmazsa “şakî” olmaktan kurtulmak için bulunurlar. Böyle bir mürşide intisab etmemiş olsa çok daha kötü işler yapması muhtemel olan bu kişiler, bu sayede kendilerini korumuş olurlar. Allah Rasülü’nün ashabına bakılacak olursa orada da durumun aynı olduğu görülecektir. Bütün sahabilerin manevi kemali eşit değildir. Yıllar yılı Sevgili Peygamberimiz’in yanında bulunmuş Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali ile, adları bile duyulmamış sahabiler bir değildir. İçlerinde içki içen, zina eden ve namaz konusunda tenbellikleri olanlar da vardır. Ama faziletleri Efendimiz’i görmek ve ona teslim olup inanmaktı. Bu itibarla bugün tasavvuf erbabı arasında şer’i bakımdan kusurlu insanların bulunmasını tabii karşılamak gerekir. Tabii olmayan bu hallerini beğenip bunu bir fazilet sananların durumudur. Ayrıca kalb ve ona bağlı olan sevgi, ile kusur ayrı ayrı şeylerdir. Kişi ibadet hayatı açısından kusurlu olur ama, gerçekten çok engin bir sevgi ile Allah Rasülü’ne bağlı bir aşık olabilir. Bu aşkı sebebiyle onu rüyasında görebilir. Ama onun böyle bir rüya görmesi fazilet için yeterli değildir. Çünkü fazilet, ihlaslı amel ve takvadadır. Kimin ihlaslı, kimin takva ehli olduğunu tam olarak bilebilecek yalnız Allah Teala’dır. Ayrıca Gazzali gibi bir kısım sofiler, “mükaşefe halinde meleklerin peygamberlerin ruhlarının görülebileceğini” belirtirler. (bk. Gazzali el-Münkızü mine’d-dalal, 50)

    – Tarikatta seyr u sülûke girmiş birisinin televizyon seyretmesi ve televizyona çıkması doğru mudur?

    – Televizyon çağdaş bir iletişim ve etkileme aracıdır. Gücü herkesçe bilinmektedir. Maalesef bugün önemli ölçüde şerr yollarda kullanılmaktadır. Ama kötülük televizyonun bizzat kendisinden değil, programlarından kaynaklanıyor. Tasavvufi telakkîye göre kalb ve zihni en meşgul eden şey, gözle görülen şeylerdir. Kalbin zikre yoğunlaşabilmesi için “nazar ber-kadem” yani bakışları ayak ucuna yoğunlaştırıp sağa sola bakınmamak tavsiye edilmiştir. Bunun amacı kalbi meşgul edecek şeylerin göz aracılığı ile kalb ve zihne girmesini önlemektir. Bu bakımdan da seyr u sülûke girmiş bir kimsenin televizyon seyretmeyi azaltması elbette yararlıdır. Televizyona çıkmak meselesine gelince, televizyona çıkan bir tarik mensubu herhalde ümmete yararlı şeyler söylemek üzere çıkacaktır. Eğer öyleyse mesele yok. Ama başka amaçlarla ve malayani için çıkacaksa elbette zararlıdır. Burada önemli olan program, söylenen söz ve verilen mesajdır.

    – “Şu tarikata gireceğim fakat şu adam olmasa” demek geçerli bir ma’zeret midir?

    – Tasavvuf ve tarikat, bir gönül ve sevgi işidir. Kalb ısınmadan bağlılık olmaz. Tabii burada ısınmadan murad kalbin birinci derecede mürşide ısınmasıdır. Mürşide kalbî olarak ısındıktan sonra çevresinde hoşlanmadığı insanların bulunması ma’zeret olmamalıdır. “Gülü seven dikenine katlanır” derler. Mürşide olan sevgi, çevresindekinden nefrete engel olmalıdır. Çünkü insanların hoşlanmadığımız taraflarına katlanmak da manevi bir görevdir. Bilmek gerekir ki bu alemde celal tecellîsiyle cemal tecellîleri daima birliktedir. Bakınız Niyazî Mısrî ne güzel söylemiş:

Cemali zahir olsa tîz celali yakalar ânı
Görürsün bir gül açılsa yamnda hâr olur peydâ

    Bir takım kimselerin varlığından rahatsız olmak, manevi eğitim ve sabırla aşılması gereken bir eksikliktir. Çünkü seven, sevdiğinin sevdiklerini sevmek, en azından onlara katlanmak borcundadır. Bu tür soğukluk ve sevgisizliğin neden kaynaklandığına da bakmak gerekir. Çünkü çoğu zaman bu tür şeyler nefsten kaynaklanır. Soğukluk nefsten kaynaklanınca, onu aşmaya çalışmak gerekir. Ancak bu soğukluk, o kişide bulunan şer’î kusur ve hatalardan kaynaklanıyorsa o zaman işi dedikoduya vardırmadan kendisine veya mürşide duyurmak gerekir. Böylece kişinin içi rahat olur, görevini yerine getirmiş olur.

    – Tasavvufa girmeden önce belli dini eğitim almak gerekir mi?

    – Tekke ve medreselerin ortaklaşa faaliyet gösterdiği dönemlerde kişiler önce medresede dînî öğrenim görür, ardından manevi eğitim için tekke ve tarikatlere intisab ederlerdi. Bugünün şartlannda bu pek mümkün görünmüyor. Bununla birlikte bugün işin bilincinde olan mürşidler müridlerine seyr u sülûke girerken önce ilmihal öğrenmelerini tavsiye etmektedirler. Çünkü farz ve haramlar bilinmeden tasavvufun tarif ettiği zahidane hayatı yaşamak zordur. Türkçe’de kişinin gündelik hayatta lazım olan bilgilere “İlmihal” adının verilmesi tesadüf değildir. Bu isim dînî bilgilerin maneviyat ve hal ile beslenmesi lüzümunu göstermektedir. Bu bakımdan tasavvuf ve ilmihali birbirinden soyutlamadan öğrenmek ve birini diğerine alternatif görmemek gerekir. Önce temel fıkhî bilgiler öğrenilince İslam tasavvufunu yaşamak kolaylaşır.

    – Letaif nedir? Letaifin çalışmasında özel bir yöntem var mı?

    – Letaif kelimesi latifenin çoğuludur. İnsanın maddî kalb ile alakası bulunan, ruh ve nefs gibi manevi varlığı için kullanılan cevheridir. “Latif,” esma-i hüsnadandır. Lütufkar anlamına geldiği gibi, ince, cismi olmayan, gözle görülmeyen anlamına da gelir. Nitekim: “Gözler O’nu idrak edemez. O gözleri idrak eder. Latif’dir. Habîr’dir.” (el-En’am, 6/103) ayetindeki “Latif’ bu anlama, yani gözle görülmeyen ama herşeyden haberdar olan anlamındadır. “Latife” de aynı kökten olup gözle görülmeyen anlamı taşır. Nakşbendiyye’de ruhun altı latîfesi vardır. Bunlardan biri halk (yaratılış) alemine, beşi emr alemine aiddir. Emr alemine aid olanlar: “Kalb, ruh, sırr, hafi, ahfa”dır. Bunlara letaif-i hamse denir. Halk aleminden olan ise “nefs-i nâtıka”dır. Seyr u sülûk sırasında önce emr aleminden olan letaif-i hamsenin sırasıyla zikre iştiraki sağlanır. Kalb, ruh, sırr, hafi, ahfa denilen bu latifeler çalışmaya başlayınca sıra nefs-i natıkaya gelir. Bunların çalışma şeklini tarif edecek olan kimseler irşada mezun olanlardır. Bunların çalışmasında en önemli unsur salikin bunların zikrinde o bölgeye yoğunlaşabilmesi ve dış dünya ile irtibatını kesip kendi içine dönmesidir. Letaif bu yoğunlaşmaya bağlı olarak erken veya geç çalışmaya başlar. Ancak amaç letaifin çalıştırılması değildir. Belki huzûr-ı kalbe, şerh-i sadra; yani insanın göğsünün îman ve itminan ile genişlemesine vasıtadır. Emr alemine aid olan letaifin mahalli sadır; yani göğüs kafesidir. Burada sol memenin iki parmak altında “kalb”, onun tam simetriği olan sağ memenin iki parmak altında “ruh”, sol memenin iki parmak üstünde “sırr”, onun simetriğinde sağda “hafî” ve hepsinin üstünde orta noktada “ahfa” yer alır. Bu mahallerde vücudun kan ve sinir hareketiyle hafî olarak yapılan zikre katılır hale gelmesi, letaifin çalışması ve dolayısıyla şerh-i sadrın gerçekleşmesi demektir. Şerh-i sadır ile beden zakir hale gelince insanın ihsana ermesi kolaylaşır. Çünkü hedef ihsan ve vuslat-ı ilahiyyedir. Tabiî bu noktaya gelinceye kadar başka yapılacak görevler ve aşılacak merhaleler de vardır. Ancak soru sadece letaifi sorduğu için bu kadarla iktifa ediyoruz.

    – Avamdan bazı müridlerin letaifleri aleni çalışıyor. Buna mukabil ilmiye sınıfından olanların çalışmıyor. Sebebi nedir?

    – Letaifin avamdan bazılarında alenî olarak çalışıyor olması, tek başına bir üstünlük sebebi değildir. Sadece kalbin zikir yeteneğini gösterir. Bu istidadın ibadet, ihlas ve güzel ahlak ile birleşmesi kişide kemal yolunu açar. İlmiyye sınıfından kimselerin letaifinin diğerlerine göre daha geç çalışması kendileri için bir nakîsa olarak değerlendirilmemelidir. Zeka gibi kalbin de yetenekleri şahıslara göre değişir. Ancak zekası gelişmiş ve zihnî kabiliyetleri öne çıkmış bir insandan kalbî faaliyetlerinin de aynı boyutta olması beklenerek yanlış yargıya varılıyor. Avamdan olan kişi sadece kalbine yoğunlaştığı ve teslimiyyeti de fazla olduğu için belki daha çabuk yol almaktadır, îlmiyyeden olan kişi, iyi bir biçimde kalbine yoğunlaşabilse o da sür’atle yol alır. İlim ve teslimiyyete dayalı sülûk, erdiricilik bakımından diğerinden geri değil, daha ileridir. Fakat yoğunlaşma ve teslimiyyet her zaman aynı oranda mümkün olamamaktadır. Nitekim ilim ehlinden kişilerin teslimiyet ve yoğunlaşma sayesinde avamla kıyaslanmayacak bir sür’atte yol aldıklarının örnekleri tasavvuf tarihinde pek çoktur.

    – İlmiye sınıfı tarikatlara itiraz ediyor veya soğuk bakıyor. Avam hemen teslim oluyor ve mesafe kat’ediyor? Sebeb ve hikmeti ne olabilir?

    – İlmiyye sınıfının tasavvuf ve tarikatlara bütünüyle soğuk baktığını söyleyemeyiz. Evet, erbab-ı ilim arasında tasavvuf ve tarikatlara karşı çıkanlar vardır. Ancak bunlardan her birinin tasavvufa karşı çıkış sebebi farklıdır:

    a- Bir grup tasavvufun ihtiva ve telkin ettiği hususları kabul etmekle birlikte tasavvuf gruplarında kendilerince gördükleri bir takım hatalar ile varlık ve alem konusundaki vahdet-i vücûd ve vahdet-i şühûd gibi farklı düşünceler sebebiyle tasavvufa karşı çıkmakta; bazı grup ya da kişilerde gördükleri eksik ve hataları genellemektedirler.

    b- Diğer bir grup ise ilmin insana verdiği güven, kendini beğenme ve kıskançlık duygusu ile tasavvuf ve tarikatlara karşı çıkmaktadır. “Benim bu kadar ilmim ve şu kadar eserim var, halk niçin benim değil de falan şeyh efendinin etrafında toplanıyor”, diye düşünmektedirler.

    Aslında olaylara bakışta öncelikler son derece önemlidir. Mes’eleye kalbî hayat önceliği açısından bakanlar, tasavvufun ruhî bir derinlik gerektirdiğini farkederek öğrenmekle, yaşamak ve hazz almanın başka başka şeyler olduğunun farkına varmaktadır. Tasavvuf konusunda yanlış yargıların oluşmasında iki tarafın da kusuru vardır. Sûfiler yollarında bulunabilecek eksik ve kusurları tashihe gayret göstermeli, ilim erbabı da bir takım sûfiyye gruplannda gördükleri eksik ve yanlışları genelleştirmeyi bırakmalıdır. İki grup da kendini diğerinin alternatifi olarak görmekten vaz geçmelidir.

    Yönelişleri kalbî hayat öncelikli avamdan insanlar, herhangi bir iddia sahibi olmadıkları için daha kolay teslim oluyor ve daha çabuk tevbeye yöneliyorlar. İlim ehli kişiler ve din hizmetlileri ise: “Nasıl olsa biz bir dînî hayatın içindeyiz, üstelik bu işin ilmini yaptık, okuduk ve okutuyoruz” düşüncesiyle hareket ederek böyle bir bağa lüzum görmemektedirler.

    – Tasavvufta zulmanî perdelerden nûranî perdelere; gafletten zikre ermek için ne yapmak gerekir? Gönüldeki manevi temizlik nasıl yapılır?

    – Tasavvufta “hicab” adıyla anılan ve kulun Allah ile yakınlığına engel olan perdeler genellikle zulmanî ve nûranî hicab olmak üzere iki adla anılır. Zulmanî hicab, beden kaynaklı; tenle ilgili maddî perdelere denir. Nûranî hicab ise ruh kaynaklı hicabdır. İnsan ruhu “Ben Adem’in yaratılışını tamamladığım zaman ona rûhumdan üfündüm.”(el-Hicr, 15/29) ayet-i kerimesinin ifadesine göre ilahî menşelidir. İnsan ruhu ten kafesine girdikten sonra maddî ve zulmanî bir hicab ile perdelenmiştir. insanın hamurunda “anasır-ı erbaa” denilen toprak, su, hava ve ateşten oluşan dört unsur vardır. Bunlardan toprakla su, zulmanî özelliğe sahiptir. Et ve kemikten meydana gelen insan vücüdunun temel unsuru toprak ve sudur. Bu yüzden tasavvufta zulmanî hicab sayılan bedenin ve bedenî ihtiyaçların riyazat ve mücahede ile inceltilmesi gerekir.

    Mücahede ve riyazat, bedenin ruhî ihtiyaçların önüne geçen taleplerini önlemede insana bağışıklık ve irade gücü kazandırır. Çünkü bedenin zulmanî perdeleri tensel ihtiyaçların iradî kontrolü ile incelir. Bu sayede ruhun beden üzerindeki etkisi artarak zulmanî perdelerin ruhanî perdelere dönüşmesi sağlanır. Farzların yanısıra yapılan nafile ibadet ve zikirler, ruhanî perdelerin incelmesini ve böylece ilahî vuslatın gerçekleşmesini; kulun “Allah’ı görürmüşcesine kulluk şuûruna ermesi” ni sağlar. Kalb zakir hale gelince gaflet asgarî seviyeye düşer. “Maıyyet-i ilahiyye” gerçekleştiği için gönüldeki manevî temizlik tahakkuk eder. Kulun gönlünde “ilahî emirlere ta’zim ve yaratıklara şefkat duygusu” yerleşir.

    – Herhangi bir tarikatta gördüğümüz yanlış bir tavrı “Şüphelilerden kaçınmak” ilkesi çerçevesinde terk mi edeceğiz, yoksa kabul mü?

    – Tarikata girmeden önce mürşid aramak ve gönlün ısınacağı bir mürşid ve şer’î ölçüleri kollayan bir tarikat bulmaya özen göstermek ilk görevdir. Önemli olan bu aşamada, karar vermeden önce istişare ve istiharelerle bir gönül doygunluğuna ermektir. Eğer başlangıçtaki araştırma faslı sağlam olursa bundan sonra vesvese az olur ve yanlış yollara girme endişesi olmaz. Ancak bununla birlikte daha önce de temas ettiğimiz gibi, haramları helal, helalleri haram sayan ve farzları bile işlemekten geri duran bir şeyhin bu tür hata ve kusurları elbette ondan uzaklaşmayı ve yenisini aramayı gerekli kılar. Ama insanlar ve gruplar arasında farz ve haram gibi kat’î olarak bilinen şer’î ahkamın dışında sosyal hayatla ilgili konularda farklı düşünce ve tavırların bulunması tabiidir. Bunları cemaattan uzaklaşma sebebi haline getirmek uygun olmaz. Ayrıca kusur arama saplantısından kurtulmak gerekir. Zaten sevgi olan ortamda kusur aranmaz. Kusur aramaya başlayan kişilerde sevgi azalmış demektir. Böyle olunca da mürşidinden istifadesi zorlaşır, hatta imkansızlaşır. Böyle zamanlarda gitmek, kalmaktan her iki taraf için, daha iyidir.

    – Dört hak mezhebin imamlarının tasavvufla ilişkisi ne idi? Onların bu husustaki görüşlerinden bahseder misiniz? Bîr de bu konuda “Numan’ın son iki yılı olmasaydı helak olmuştu!” sözü var. Bundan maksad nedir?

    – Tasavvufu bir zühd, manevi bir eğitim, rabbanîlik ve ihsan manasına aldığımız zaman dört mezhep imamını bunun dışında görmek mümkün değildir. Çünkü mezhep imamları ve hadis uleması hep belli bir zühdi hayatın içindedirler. Dünya tamaı, şöhret ve şehvet onların sür’atle kaçıp uzaklaşmaya çalıştığı hususlardır. İmam-ı Azam’ın kadılığı kabul etmeyişi, ticarî hayatta helal kazanç tutkusu, İmam Malik’in Hz. Peygamber sevgisi, İmam Şafiî’nin zahid ve sûfîlere karşı takdirkar ifadeleri, İmam Ahmed’in Kitabu’z-zühd yazacak kadar zahidlik tutkusu, hep bu özelliklerinden dolayıdır. Nitekim İmam Gazzalî İhyau ulumi’d-din adlı eserinin başında ilmin faziletini anlatırken bu büyük imamların zühd ve takva hayatlarına da temas etmektedir. Tasavvufu tarikat ve şeyhe intisab ile seyr u sülûk manasında düşündüğümüz zaman dört imam devrinde henüz bu manada bir sistem gelişmemişti.

    İmam-ı Azam’a atfen menakıb kitaplarında geçen ve Ca’fer-i Sadık’ı tanıdıktan sonra hayatında meydana gelen manevi değişikliği anlatmak üzere rivayet edilen: “Son iki yılım olmasaydı Nu’man helak olmuştu.” sözü kendisinin ilme güvenmek gibi bir hataya düşeceğini; ancak Hz. Ca’fer’i tanıdıktan sonra işin zühd ve takva boyutunun da farkına vararak bu vartayı atlattığını ifade etmektedir. Bilindiği gibi Ca’fer-i Sadık ehl-i beyt imamlarından ve tasavvuf ricalindendir.

    TARİKATLA İLGİLİ MESELELER

   – Tarikat nedir? Ne zaman ortaya çıkmıştır?

    – Tarikat yol demektir. Fıkhî ve itikadî konularda meydana gelen fırkalara mezheb denildiği gibi, tasavvufi eğitimde farklı metodlar uygulayan mekteblere tarikat denilir. Tarikatlar insanlardaki meşreb farklılığından kaynaklanır. Tasavvufta tarikat kavramının kullanılması h. III. ve IV. Asırlarda başlar. Ancak bugünkü anlamıyla bir şeyhin etrafında toplanan müridanın tekke ortamında muhtelif usullerle eğitilmesi anlamına tarikat, Abdülkadir Geylanî ve Ahmed Rifaî’nin yaşadığı h. VI. m. XII. Asırlarda ortaya çıkmıştır. Tarikatlar irşad usullerine göre genellikle üçlü bir tasnife tabi tutulmuştur: Ahyâr, ebrâr ve şuttar.

   Ahyâr tarîki: Amel ve ibadete düşkün olanların yoludur. Bu yolun salikleri genellikle farzlar ve nafile ibadetlerle Hakk’a ulaşmaya çalışırlar. Bu yola ruhanî yol da denilir. Çünkü bu yolda ruhun nafile ibadetlerle güçlenip nefsi etkisi altına alması esastır. Ebrar tariki:Riyazat ve mücahede yoludur. Bu yola nefsanî tarik da denilir. Çünkü amaç riyazat ve mücahede ile nefsi zaafa uğratıp onun rûha ram olmasını sağlamaktır. Bu yolun yolcuları Hakk ile muamelede de halk ile muamelede de sıdk üzredirler. Gönül saflığına ermek için mücahedeyi esas alırlar. Şüttâr tariki: Aşk ve muhabbet ehlinin yoludur. Bu yola aşk, vecd ve coşku ile girilir. Aşk ile ülfeti olmayan bu tarîka sülûk edemez. Bu yolun yolcuları Bayezid gibi coşkulu, taşkın, Mevlana gibi aşık insanlardır.

    – Tarikata girmek isteyene verilecek öğütler nelerdir?

    – Tarikata girmek isteyen kişi önce bu konudaki niyyetinin sağlamlığını tartmalıdır. Niyyetinin sağlamlığını anladıktan sonra yukarıda anlatılan tariklardan hangisinin kendi fıtratına uygun olduğuna bakıp gönlünün ısındığı bir mürşid aramalıdır. Bulunca hemen istişare ve istihare ile sağlam bir kanaat oluştuktan sonra intisab etmelidir. Çünkü tarikata intisabda manevî bir taahhüd ve sözleşme yapıldığından bir daha bu verilen söze bağlı kalmaya ve alınan ders ve evradı yerine getirmeye özen gösterilmelidir.

    – Zahirî ilim erbabının illa tarikata girmesi gerekir mi?

    – Böyle kesin bir kural yoktur. Ancak tasavvuf ile zahiri ilim birbirini bütünleyen şeylerdir. Zahir ve batın konusuyla ilgili bazı meseleler hakkında ileride “Tasavvufî Bilgi Meseleleri” bahsinde açıklamalar verilecektir. İlim erbabının manevi kemali tamamlamak üzere ahlakî ve manevî açıdan kendisinden üstün gördüğü birine intisab etmesinde yarar vardır. Çünkü sadece ilim, ruhî itminan için yeterli değildir . Ayrıca bir mürşide intisab eden ilim adamı, kendisinden üstün birinin varlığını kabul etmek suretiyle nefsinin önemli bir direncini kırmış sayılır. İnsanın bir şeyi sadece öğrenmesi yetmez; bir de öğrendiğinin nasıl yapılacağını öğrenmek gerekir. Bunun yolu, bu işi gerçekleştirmiş birinin eğitiminden geçmektir. Kur’an ve diğer kitaplarla birlikte bir de onların uygulayacısı bir peygamberin gönderilmesi insan tabiatında bulunan görerek ve uygulayarak öğrenme meylinden kaynaklanmaktadır. İnsanoğlu soyut (mücerred) konu ve kavramlarla hükümleri, somut (müşahhas) şeyler kadar rahat kavrayamaz. Bu yüzden örneğe ihtiyacı olur.

    Bütün bunlara rağmen bir tarikata girmek istemeyen ilim adamını illa girmesini gerektirecek bir hüküm olmadığını tekrarlayalım. Çünkü bu iş gönül ve sevgi meselesidir.

    – Ümmînin, fıkıh öğrenmeden tasavvufu girmesi caiz, midir?

    – Avamdan insanların okuma yazma bilmeyen kimselerin tarikata girmelerinde hiçbir mahzur yoktur. Ancak böyle bir manevi ihitiyaç hisseden kişi önce ilmihalini öğrenmeli, ondan sonra tasavvuf ve tarikatın emirlerini yerine getirmelidir. Zaten müteşerri tarikatlarda müridin intisabından sonra fıkhî bilgilerini artırmak için bir tavsiyede bulunulur. Hatta eskiden tekkelerde bu anlamda dersler okutulurdu. Bugün tekke ortamı olmadığına göre şeyhler ve görevlendireceği kişiler, ihvana zarürat-ı dîniyyeyi öğretmelidirler. Din, temel bilgiler olmadan sağlıklı biçimde yaşanamaz.

    – Tarikatların farklı isim almaları neden kaynaklanmaktadır? Kaç tane hak tarikat vardır? Bugün bu tarikatların devamı var mıdır?

    – Tarikatlar genellikle kurucularının adlarıyla anılmaktadır. Bazıları ise öne çıkardığı bazı temel prensipler sebebiyle o adı almıştır. Mesela Halvetiyye tarîkatı eğitim sisteminde kırk günlük “halvet” konusuna, Celvetiyye tarîkatı halvetin zıddı; halkın arasında bulunmak anlamına gelen “celvet” konusuna önem verdiği için bu adla anılmıştır. Bir tarîkat, ya da meşreb olduğu tartışmalı olan Melamiyye ise “melamet’i öne çıkaran bir meslek ve tarikattır. Melamet, nefsi levm etmek ve kınamak demektir. İnsanın övülecek ve takdire layık görülecek meziyetlerini gizleyip halkın kınamasına fırsat vermek için hata ve kusurlarını gizleme lüzumu görmemesidir. Bu sayede nefsin marazlarından kurtulmak ve onun gizli bir takım tutkularına prim vermemek amaçlanır. Çünkü nefs insanların takdir ve alkışlarına çabucak kanar.

    Tasavvufta “Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri sayısıncadır.” anlayışı sebebiyle tarikat sayısında bir sınırlama yoktur. Hatta “tarikat insanların sayısınca değil, nefesleri sayısıncadır.” denmiştir. Çünkü insan her an, içinde bulunduğu tecellîye göre ayrı bir biçimde Allah’a yaklaşabilir.

    Tarikatların hangilerinin hak, hangilerinin batıl olduklarını isimlendirerek tesbit mümkün değildir. Ancak bunun için bir kural koymak en sağlam yoldur: “İtikadi bakımdan kitap ve sünnete bağlı, ehl-i sünnet ve’l-cemaat anlayışını benimseyen, ibadet ve muamelatta İslam’ın temel esaslarını uygulayan ve manevi bir silsileye sahip mürşidler tarafından temsil edilen tarikatlar hak tarikatlardır.” Tarihte bu anaçizgiden koptuğu kabul edilen başlıca tarikatlar arasında Kalenderîlik, Hayderîlik ve bazı dönemlerde Bektaşîlik sayılabilir. Kadiriyye, Rifaîyye, Şaziliyye, Nakşbendiyye, Kübreviyye, Halvetiyye, Sühreverdiyye, Yeseviyye, Mevleviyye, Bedeviyye, Desükıyye, Bayramiyye, Celvetiyye ve benzeri diğer tarikatlar tarih boyunca etkinliği olan önemli tarikatlardır. Bunlardan Kadiriyye, Rifaiyye, Şaziliyye, Nakşbendiyye, Halvetiyye, Desükıyye ve Bedeviyye Mısır, Kuzey Afrika, Kafkaslar ve Balkanlarla ülkemizde kısmen devam etmektedir. Bektaşîlik Arnavutluk, Makedonya ve Türkiye’de yaşayan tarikatlar arasında sayılabilir. Ülkemizdeki Bektaşîlik, Alevilik ile birleşerek bir mezhep ve meşrep olarak yaşamaktadır. Tarîkatların devlet kontrolünde sistematik bir biçimde devam ettiği ülkelerin basında Mısır gelir.

    – Kişilerin dînî noktada istenilen yere gelmeden tarikata girmesine nasıl bakıyorsunuz? Sizce her insan istediği zaman tarikata girebilir mi?

    – “Kişilerin dînî noktadan istenilen yere gelmesi” tabiri ile kasdettiğiniz bilgi seviyesi ise, elbette zaruri bilgiler öğrenilmelidir. Ancak bundan İslam’ı yaşamak kasdediliyorsa bir önceki soruda bu konudaki düşüncelerimizi belirtmiştik. Kişi ruhen ve manen kendisini hazır hissettiği zaman tarikata girebilir. Buna mani bir hüküm yoktur. Önemli olan kalben hazır olmaktır. Tasavvuf ve tarikatı hiyerarşik bir yükseliş sonucu varılan bir nokta gibi görmemek gerekir. Çünkü tasavvufun içinde hiyerarşik bir yapılanma varsa bile, giriş için böyle bir şart sözkonusu değildir. İnsan istediği zaman tarîkata girebilir.

    – Çeşitli tarikatların durumlarını geçmişteki uygulamalarıyla kıyaslar mısınız? Sizce tarikatların şu anki mensupları kendi tarikatlarının özünü yeterince kavrayabiliyorlar mı?

    – Tarikatların şu anki durumlarını geçmişteki uygulamaları ile karşılaştırdığımız zaman elbette farklılıklar olduğu görülecektir. Bir kere belli ülkelerde tarikat ve tekkelerin devlet eliyle kapanması, bazılarında da yayın yoluyla etki alanının daraltılması sistemde bir takım boşlukların meydana gelmesi sonucunu doğurmuştur. Halk arasında bir söz var: “Marifet iltifata tabidir. Müşterisiz meta zayidir.” Tarikatların devlet eliyle kapatılması ve etkisinin azaltılması bu müesseselerin gelişmesini engellemiştir. Nasıl bir memlekette kırk yıl tıp fakülteleri kapanınca ortada doktor kalmazsa, bugün aynı şey tekkelerin başına gelmiştir. Ancak doktorluk bir ihtiyaç olduğundan nasıl halk bu ihtiyacı ehliyetine bakmadan muhtelif yollardan karşılamaya çalışırsa, tarikatlarda da kısmen aynı şey olmuştur. Tasavvufi sistem kendi bütünlüğü içinde işlemeyince insanlar bu fıtrî meyli tatmin için kimi zaman ehliyetine bakmadan bu adla ortaya çıkan insanların etrafında toplanmışlardır. Bu yüzden tarikat adına, nezaheti içinde faaliyet gösterenler bulunduğu gibi, bu işe ehil olmayan; hatta istismarcı konumunda bulunanlar da vardır. Ülkemizde pekçok tarikatın sîlsilesi fiilen sona ermiştir. Devam edenleri de bir takım eksikler taşımaktadır. Ama eksik ve kusur var diye müesseseleri red yerine, süreci içinde ıslah yollarını aramak en güzel çözümdür. Tasavvuf nazariyatının üniversitelerimizde okunup bir takım ilmi araştırmaların yapılması ve bu konuda sevindirici bir takım yayınların mevcudiyeti, bu kurumların istikbali açısından iyi işaretler vermektedir. Sorunuzun ikinci kısmındaki “şu anki tarikat mensuplarının kendi tarikatlarının özlerini yeterince anlayıp anlamamaları” meselesine gelince, az da olsa tarikatlarının özünü anlayan ve tasavvuf yolunun verilerinden yararlanmaya çalışan tarikatlar var. Ama bu işin bilincinden mahrum, hatta bunu bir gösteri statüsünde görenler de az değil.

    – Gerçekten ehl-i tasavvuf olan müminle, tasavvufla hiç alakası olmayan bir müminin arasında manevi derece bakımından fark nedir?

    – Gerçekten ehl-i tasavvuf olan bir müminle tasavvufla hiç alakası olmayan müminin arasındaki manevi derece farkını Allah nezdindeki derecesi açısından soruyorsanız, o konuda kullar olarak bizim birşey söyleyebilmemiz mümkün değildir. Ama kişinin içinde bulunduğu manevi duygular ve huzur ile iç dünyasını koruma açısından soruyorsanız o zaman bir takım şeyler söylenebilir. Kişileri tasavvuf ve tarikata girmeye sevkeden sebep genellikle İslam’ı daha iyi yaşama kaygısıdır. Tarikata giren kimse, tevbe ile Allah’a kul olmaya çalışacağını bir Allah dostu önünde tescil ediyor. Elbette böyle bir sözleşme insanı avarelik ve başıboşluktan kurtarır. Çünkü insan kendi kendine verdiği sözlere genellikle pek uymaz. Ama birini şahid tutarak verilen söz daha bağlayıcıdır. Mürşidiyle zaman zaman görüşerek evrad ve ezkarı ile manevi halleri hakkında bilgi verecek olan ehl-i tarik, en azından kontrollü hareket etmeye alışacaktır. İnsanın şu veya bu şekilde bir manevî kontrol mekanizması ile hayatını murakabe altına alması mümkün olmadığı zaman, yaşadığı çevrenin etkisiyle dini ve manevî duyarlılığının kaybolduğu görülmektedir. Hayatın zorlukları ve olayların insanda bıraktığı izleri izale etme ve bir takım dış etkilere karşı direnme gücü kazanmada bir şeyhe bağlı olan, diğerlerine göre daha şanslıdır. Çünkü sıkıntısını paylaşacağı bir mürşidi ve ihvanı vardır. Tasavvufta eğitimin sürekliliği esastır. İnsanlar inandığı gibi yaşamaya teşvik edilir. Çünkü inandığı gibi yaşamayan insanlar zamanla yaşadıklarını benimsemeye ve yaşadıklarına inanmaya başlarlar. Pekçok hassasiyetlerini kaybederler.

    – Bedîuzzaman Risaleler’inde tasavvufa bir meyva; tasavvuf ehli ise Ankara’dan İstanbul’u gitmek için bir vasıta olarak tanımlıyor ve bu zaman da kişinin mutlaka bir yere bağlanması gerektiğini savunuyor. Ne dersiniz?

    – Bedîuzzaman’ın tarikatı meyva, tarîkat erbabının ise tarikatı maksada götüren yol olarak görmesi birbiriyle çelişkili değildir. Sadece bakış açılarının farklılığından kaynaklanan yorumlardır. Bilindiği gibi tasavvufun iki boyutu vardır. Bunlardan biri tahalluk; yani eğitim ve terbiye, diğeri tahakkuk; yani ma’rifet ve bilgidir. Tarik erbabı tasavvufun eğitim boyutuna bakarak onu mutlak hakikata götüren bir araç olarak görmektedir. Bedîuzzaman ise Tasavvufun tahakkuk tarafına; marifet ve bilgi tarafına bakarak onu meyva olarak değerlendirmektedir. Çünkü tasavvufun gayesi insanı gerçeğe erdirmek ve marifet meyvasına ulaştırmaktır.

    – Bir cemaat: “Artık tarikat zamanı değildir. İmanı kurtarma zamanıdır.” diyerek tarikat ve tasavvufa karşı çıkıyor. Neler söylersiniz?

    – Bu sözün söylendiği zamanki dünya şartları son derece önemlidir. Bu söz XX. yüzyılın ilk yarısında söylenmiştir. Bilindiği gibi, XIX. yüzyıl ve XX. yüzyılın ilk yarısı pozitivist ve materyalist düşüncenin egemen olduğu yıllardır. Pozitivizm ve materyalizm bu yüzyılın insanlarına, insanlığın ulaştığı son nokta olarak takdim edilmiş, din ve metafizik düşünce adeta öcü olarak gösterilmiştir. Doğu Avrupa ülkelerinde komünizm Batı Avrupa ülkelerinde materyalizm, insanlığı ateizme sürüklemiş ve insanoğlu Allah’ın evinden kaçmıştır.

    Bizim ülkemiz de XIX. yüzyıldan itibaren bu rüzgarların etkisi altında kalarak ateizmin eşiğine kadar gelmiştir. Din, devlet eliyle toplum hayatının dışına itilmiş, dine ve dindarlara adeta ölümünü bekleyen vebalı hasta gözüyle bakılmıştır. İnananların böylesine horlandığı bir ortamda elbette yapılacak tek şey insanların imanlarını kurtarmaktır. Tekke ve tarikatların bile kapatılıp hizmetten men’edildiği bir ortamda insanlara götürülebilecek en önemli din hizmeti, imandır. Böyle zamanda en kutsal dava, imanı kurtarma davasıdır. Aslında o devrin eli kalem tutan ,sufî müelliflerinin yaptığı da o istikamettedir. Nitekim İsmail Fennî Ertuğrul gibi sûfî bir müellif Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlali, Hakikat Nurları ve Küçük Kitapta Büyük Mevzular adlı eserleriyle; Filibeli Ahmed Hilmi, Maddiyyûn Meslekinin Dalaleti adlı eseriyle buna çalışmıştır.

    Tasavvuf, İslamî hayatın zirve noktasıdır. İmanın ihsan kıvamında yaşanmasıdır. İmanın tehlikede olduğu bir dönemde böyle bir sözü, özellikle genç ve entellektüeller için son derece makul görmek gerekir. O günün öncelikli konusu iman idi. Ama bugün bütün dünyada yeniden dine ve İslam’a dönüşün hızlandığı bir dönemde tasavvuf ve tarikatların önemini görmezden gelip karşı çıkmak yanlış olur. Bu görüşün sahipleri tasavvufa karşı değillerdi. Yaşadıkları dönemin öncelikli konusunun tasavvuf olmadığı inancındaydılar. Onlar bugün yaşasaydı, gelişen şartlar çerçevesinde tasavvuf öncelikli hizmetlere ağırlık vereceğini sanıyorum. Nitekim bugün geniş bir kitleyi yönlendiren saygın bir hocaefendinin yazılarında tasavvuf öncelikli konulara ağırlık verdiği görülmekte, çevresindeki gençlere de tasavvuf öncelikli tavsiyelerde bulunduğu duyulmaktadır. Bu bakımdan bu sözü söylendiği devir için doğru ve geçerli görmekle birlikte, bugün için geçerli olmadığını düşünüyorum.

   – “Bütün tarikatların sonu, Nakşibendiyyenin başıdır” sözünün tefsiri nedir?

    – Bu söz, Nakşbendiyye’nin diğer tarikatlara üstünlüğü iddiasından çok diğer tarikatların eğitim sistemi ile bu tarikatın eğitim sisteminin farklılığını vurgulamaktadır. İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat’ının muhtelif yerlerinde değişik açıklamalarla zikredilen bu söz, tarîkat gayretiyle diğer tarik mensuplarını aşağılamak amacıyla söylenmiş bir söz değildir. (bk. Mektubat, c. I. 66. Mektup; c. II. 23. Mektup) Nakşbendiyye ruhanî bir tarikattır. Diğer tarikatların aşağı yukarı tamamı nefsanî yolu izler. Ruhanî tarikat, özelliği gereği, işin başında nefsanî tarikatlarda işin sonunda tadılabilecek bir marifet tadı vermektedir. Nefsanî tarikatlarda nefsin etkisini azaltmak amacıyla riyazat ve mücahede usulü uygulanır. Seyr u sülûkün tamamlanmasından sonra riyazat sona erdiğinden yeme ve içmedeki tahdid kalkar. Nakşbendilikte ise nefsanî tarikatlar ölçüsünde riyazat olmadığından salik işin basından beri yemekle ilgili bir riyazata tabi tutulmaz. Diğer tarikatlarda riyazat ve mücahededen sonra gerçekleşen sohbet, Nakşbendîlerin yolunun ilk esasıdır. Dolayısıyla diğer tarikatların sonda geldiği nokta onda başlangıçtan itibaren vardır. Diğer tarikatların başından sonuna uyguladıkları cehri zikir, Nakşilikte sadece başlangıç halinde bulunur. Binaenaleyh bu sözü mensubiyet gayretiyle söylenmiş bir mutlak üstünlük olarak değil, metod farklılığı olarak görmek gerekir.

    – Nakşbendiyye’de Allah’a vasıl olmanın en kısa yolu nedir?

    – Nakşbendiyye tarikatında Allah’a vasıl olmanın en kısa yolu sohbet, hizmet ve rabıta olarak özetlenebilir. Sahabîleri yetiştiren Allah Rasûli sohbetidir. Bu sebeple Şah-ı Nakşbend hazretleri: “Tarîk-ı ma der sohbet est” Bizim yolumuzun esası sohbettir, buyurarak Nakşîlikte mürşid ile sohbetin önem ve yetiştiriciliğine dikkat çekmiştir. Sohbet, mürşidin huzurunda olmaktır. Rabıta ise kalben mürşidle beraber olmak ve gönüldeki sevgi ile ona benzemeye çalışmaktır. Hizmet ise Allah’ın kullarına yapılır. Beşeri ilişkilerinde bu duyguları gerçekleştiren bir sûfî, hafi zikir ve nafile ibadetler sayesinde ihsan duygusuna erecek bir olgunluğa erişerek vuslatı gerçekleştirmiş olur. Çünkü ihsan vuslat ve maiyyet demektir. Tabii bunların gerçekleşmesi için salikin letaifini zakir hale getirmesi, ardından zikr-i sultanî, ve murakabe dersleriyle Kur’an’da anlatılan biçimde Allah Teala’yı murakabe ve kendisininin Hakk’ın murakabesi altında olduğu bilincine varması gerekir. Bütün bunlar nazari olarak değil tatbiki olarak ehliyetli bir mürşidden öğrenilir. Ayrıca Şah-ı Nakşbend hazretlerinin şöyle bir sözü nakledilir: “Bize göre namaz ve oruç Allah’a götüren yol olmakla birlikte en kısa ve en kestirme yol “nefy-i vücûd”dur. Nefy-i vücûd bedenî ve beşeri ihtiyaçların Allah’ı unutturmasından kurtulmak demektir. Bu gerçekleşmeden yalnızca namaz, oruç, gaflet ve nisyanı giderecek derecede vuslata yetmez.”(bk. Fetava-yı Ömeriyyee Tercemesi, s.15)

    – Hangi tarikat, hangi meşrebdekilere daha uygundur? Bunu tespit etmenin en kestirme yolu nedir?

    – Tarikatların meşreplere göre farklılık arzettiğini daha önce de belirtmiştik. Mesela cehrî zikri esas alan tarikatlar ile hafi zikri benimseyen tarikatların müntesiplerinin farklı karakter yapısında kişiler olacağı açıktır. Cehri zikri esas alan tarikatlar, dışa dönük taşkın yapılı insanların karakterlerine daha uygundur. Hafi zikri esas alan tarikatlar ise ruhi derinliği daha fazla olan, içe dönük ve hassas yapıya sahip kişilere daha uygundur. Bununla birlikte bu konuda kesin bir kural vaz’etmek mümkün değildir. Bu işin en kestirme yolu intisab etmeden önce kişilerin tarikat ve mürşidleri görüp onlarla bir süre ülfet etmeleridir. Çünkü her tarikat ve şeyhte tecelliler ayrı ayrıdır. Bu ülfet ve görüşme insana meşrep uygunluğu konusunda fikir verir.

    – Müteşerri bir tarikata girip: “Feyz atamadım?” diye başka tarîkata geçmek doğru mu? Feyz alamamak kendimizle mi, yoksa tarikatla mı alakalı?

    – Mürşid hekim gibi olduğundan onun verdiği reçete uygulanmalıdır. Reçete uygulandığı halde hastalık tedavi edilmeyince nasıl bir başka doktora başvurmak gayet tabii ise, manevi reçetesi uygulanan ve sonuç alınamayan bir tabîb-i mürşidi bırakıp diğerine geçmek caizdir. Ancak ayrangönüllü davranıp bir ona bir buna koşmak ve hele hele tavsiyelerini tutmadan “feyz alamadım, istifade edemedim” demek ve şeyh değiştirmeğe kalkışmak uygun olmaz. Bu tür sözler insanın kendi kendini kandırması olur.

 MÜRŞİD – ŞEYH İLE İLGİLİ MESELELER

 – Kamil mürşid kime denir? Kamil bir mürşide bağlanmanın hükmü nedir? Farz mı, vacib mi, sünnet mi? Şeyhe bağlanmamak kişiye ne kaybettirir? Gerçek mürşid nasıl aranır ve tanınır, özellikleri nelerdir?

– Mürşid rehber, kılavuz ve yol gösteren demektir. Mürşid-i kamil sırat-ı müstakimi gösteren, dalaletten hidayete sevkeden kişidir. Tarikatta seyr u sülûkunu tamamlayıp irşada ehliyetli olan kişiler için kullanılır bir tabirdir. Tasavvufta şeyh ile aynı anlamadır. Kamil bir mürşide bağlanmanın hükmü kişilerin durumuna göre değişir. Mesela, evlenmek nasıl bazıları için farz, bazıları için sünnet, bazıları için mubah ise, bir mürşide bağlanmanın hükmü de öyledir. Kimileri için farz, kimileri için sünnet, kimileri için mubahdır. Bir mürşide bağlanmadan nefsinin şerrinden kurtulamayacak ve harama düşecek kimseler için farz, manevi derecesinin yükselmesine yardımcı olacak kimseler için müstehab, ama intisab kendilerine birşey kazandırmayacak olanlar için mubahtır. İnsanın hakyol arayışında gayret içinde olması gerekir. Nitekim: “Bizim uğrumuzda uğraşanları elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz.” (el-Ankebut,29/69)buyrulmuştur. Bir cehd ve gayret olmadan manevi mücahede, manevi mücahede olmadan manevî terakki gerçekleşmez. Şeyhe bağlanmadan tasavvufi bir hayatın gerçekleşmesi mümkün olmaz. Mümkün olsa bile insanın ayakları kaymaktan salim olmaz. Bu bakımdan herkes için tarikata girmek zarureti yoktur belki ama, zühdi bir hayat, manevi bir eğitim görmek isteyenlerin mutlaka bir mürşide bağlanmaları gerekir. Bunu biz şöyle bir misalle açıklayabiliriz. İstanbul Boğazı’ndan yabancı bandıralı gemiler geçiyor. Bu yabancı bandıralı gemilerin Boğaz’dan geçerken kılavuz kaptan almaları zorunluluğu var. Kılavuz kaptan almaz ve kaza yapacak olurlarsa cezası ona göre daha ağır. Bu gemilerin kaptanlarının elinde Boğaz’ın haritası, pusula ve diğer yardımcı aletler olduğu halde niye kılavuz kaptan zorunluluğu var? Çünkü kılavuz kaptan, oradan defalarca geçmiş bulunduğu için Boğaz’ı elinde harita, pusula ve diğer yardımcı aletler bulunan gemi kaptanından çok daha iyi tanımaktadır. Tasavvufi hayata giren kimse de, bu yoldan geçmiş ve sonuç almış olan kimseden, elinde kitaplar, eserler ve bilgiler bulunan kimseye nazaran, daha çok istifade eder. Çünkü tasavvuf nazari bir ilim değil, tatbiki bir ilimdir. Mürşide bağlanmayan kişi, böyle bir yolda önemli bir rehberden mahrum olarak yola çıkmış demektir.

İnsanın manevi yolculuğa çıkmadan önce bir mürşid araması gerekir. Hatta Nakşbendiyye tarikatında Abdulhalık  Gucdüvanî tarafından konulan onbir prensipten biri olan “Sefer der-vatan”‘in bir anlamı da mürşid aramak için yolculuğa çıkmak demektir. Aranan bir mürşidde bulunması gereken vasıflar şöyle sıralanmıştır: Mürşid olacak kimsenin kitap ve sünnetin emirlerine âgâh olacak kadar bilgili, kemal sıfatlarıyla donanmış, dünya ve makam sevgisinden geçmiş, riyazat ve mücahede ile nefsini arıtmış, nafile ibadet ve zikirle rûhunu yüceltmiş, Muhammedî ahlaka sahip bir kimse olması ve silsileye sahip bir mürşidden icazetli bulunması gerekir. Ayrıca yetiştirdiği insanlarda bu manada bir takım tezahürlerin görünmesi de beklenir. Şeyhin ictihad derecesinde bir fıkhî bilgiye sahip olması gerekmez ama müntesiplerinin meselelerini çözebilecek bir kalb diriliğine sahip olması iktiza eder. Bir de bütün tasavvuf kitaplarında ittifakla ifade edilen bir husus bu konuda son derece önemli bir ölçüdür: “Şeyh olacak kişi hubb-i dünya ile müttehem olmamalıdır.”Bunun manası şeyh olan kişi, yaptığı işten dünyalık bekleyen bir konumda olmamalı, aksine varidatını hizmette kullanabilmelidir. Bu konuda çevresindekilere örnek olabilecek bir konumda bulunmalıdır. Yüzü nûranî, sözü rabbanî olmalı ve insanın içine inşirah veren yüzü, görenlerde uhrevîlik ve rabbanîlik duygusu meydana getirerek Allah’ı ve ahireti hatırlatmalıdır. Bu özelliklere sahip insanın gönlünün ısındığı kişi, mürşid olarak teslim olabileceği kişidir.

 – Şeyh ne demektir? Şeyhi kim seçer, babadan oğula veya akrabaya mı geçer? Mürşidin görevlendirilmesinde ölçü nedir? Açıklar mısınız?

– Şeyh lügatte sîmasında yaşlılık alametleri beliren, saçı sakalı ağaran en az elli yaşları civarında kişi, başkan, kabile reisi gibi anlamlara gelir. Tasavvufta ise mürşid ile aynı manayadır. Bir tarikatta irşada izinli tekke ve dergahda terbiye ile meşgul olan kimselere denir. Şeyhler genellikle kendi müridleri arasından akranına tefevvuk eden ve manevi gelişmeye yatkın kimseleri, daha sağlıklarında icazet vererek muhtelif yerlerde irşad hizmetiyle görevlendirirler. Şeyhin hayatıyla bağlı bulunan bu irşad görevi şeyhin vefatından sonra merkez tekke ve ser-halîfe tarafından yeniden gözden geçirilir, ya ibka edilir, ya da başka görevlerde istihdam edilir. Şeyh kendi sağlığında seyr u sülûkünü tamamlattırıp irşadla görevlendirdikleri için tayinden önce istişare ve istihare ile karar verip görevlendirirdi. Şeyh kendisinden sonra yerine geçmesini istediği kimse için bazan yazılı, bazan sözlü işarette bulunurdu. Şeyhin yerine irşad makamına geçmede iki yol izlenirdi. Bunlardan biri yoldan gelme, diğeri ise belden gelme usûlüydü. Yoldan gelme usülüne göre şeyh, ihvanı arasında bu işe en liyakatli gördüğü kimseye işarette bulunur, ihvan da o zata tereddüdsüz tabi olurdu. Belden gelme usulünde ise emanet şeyhin evladlarına intikal ederdi. Şeyh Efendi, evladları arasından bazan birine işarette bulunur ve ona tabi olunurdu. Şeyhin açıkça işarette bulunduğu zaman şeyhlik makamına kimin geçeceğinde problem olmazdı. İşaretin açık olmadığı zamanlarda ya ihvan aralarından en liyakatli gördükleri birine bey’at ederlerdi. Ya da dergah şeyhliği boşalır, o zaman meşihat makamı başka tarikatlardan ehliyet ve icazetini ibraz edenlere tekkeyi tahsis ederdi. Şeyhin birden fazla halifesi olduğu ve kimin postnişin olacağı açıkça anlaşılamadığı zamanlarda halifelerden herbirinin irşadlarını sürdürdüğü de olurdu.

– Mürşid-i kamillerin ezelde müridlerini seçme ruhsatları var mıdır?

– Mürşid-i kamillerin ezelde müridlerini seçme mes’elesi belki herkesin saadet ve şakaveti konusunu anlatan hadisin verdiği bilgiler ışığında değerlendirilebilir. Hadis şöyle: “Sizden herbirinizin cennet veya cehennemdeki yeri ezelde yazılmıştır.” (Buhari, Tefsiru’l-Kur’an, 65/92) Bu hadise göre herkesin ezelde hangi konumda olduğu yazılı olduğuna göre, şeyhin müridlerinin kimler olduğu da Hakk’a ma’lümdur. Şeyhlerin şahsen yapacakları seçimin sonuca tesiri olmaz. Ama kendi seçimleri Hakk’ın seçimine tetabuk ederse bir anlam ifade eder. Nitekim Hz. Peygamber de amcası Ebû Talib’in ümmetinden olmasını şahsen istemişti. Fakat ilahî iradeye tetabuk etmediği için bu talep gerçekleşmedi. Ama Hz. Ömer’in İslamı Hz. Peygamber’in seçim ve talebi ilahî iradeye uygun düştüğü için hemen gerçekleşti. Ezelde ilahi iradeden başka bir irade yoktu.

– Mürşid bulamayanlar ne yapmalıdırlar? Her dönemde mürşid bulunur mu?

– Mürşid ihtiyacını hissedenler aramaya devam etmelidir. Çünkü her devirde o devrin şartlarına göre bir mürşid bulunur. Belki her devrin mürşidinin özellikleri aynı olmayabilir ama, her devirde mürşid bulunur.

– Birden fazla mürşide bağlanılabilir mi? Halk arasındaki “Her kapıda olan hiçbir kapıda; bir kapıda olan her kapıda?” sözü ne anlama gelir?

– Tarikatta seyr u sülûkünü tamamlamamış birinin birden fazla mürşide bağlanması iyi karşılanmaz. Çatal uçlu kazık nasıl yere girmezse, birden fazla mürşide bağlanan insanın kalbinde sevgi bölüneceğinden istifade zorlaşır. Çünkü mürşidlerdeki meşreb ve irşaddaki üslub farkı, ister istemez bir kıyaslama yapmayı gerektireceği için feyze engel olur. Ancak seyr u sülûkünü tamamlamış kimselerin bir başka şeyhe intisabında mahzur yoktur. İlk şeyhe tarikat şeyhi, ikincisine teberrük şeyhi denilir. İlk intisabda giydirilen hırkaya tarikat hırkası, seyr u sülûkün tamamlanmasından sonraki intisabda giydirilen hırkaya “hırka-i teberrük” denir. Bir de ilmî intisab vardır ki, bu da ya vefat etmiş bir şeyhe eserlerini okuyarak olur, ya da hayatta olan bir mürşidden ders okumak suretiyle seyr u süluke girmeden olur.

– Şeyhler kaç kısımdır? Hakîkî şeyh hangisidir?

– Genelde yaygın tasnife göre şeyhler üç kısımdır: Ta’lim şeyhi, sohbet şeyhi ve tarikat şeyhi. Ta’lim şeyhi: Tasavvufi konularda bilgi veren muallim konumundaki sofidir. Sohbet şeyhi: Sohbetine herkesin katılıp sözlerini dinlediği hal ve hareketleriyle örnek olan kişidir. Bunlardan ilki sadece öğretici, ikincisi ise haliyle etkileyicidir.Tarikat şeyhi: Mürid ve müntesiblerini bir annenin yavrusunu terbiye etmesi titizliği ile yetiştirmeye çalışan şeyhtir. Buna terbiye, irşad ve teslik şeyhi de denir. Böyle bir terbiye şeyhi, mürid ve müntesiblerinin beden ve ruhları üzerinde mutlak söz sahibidir. Mürid ne diliyle, ne de kalbiyle böyle bir şeyhe itiraz etmemeli, aksine gassal önünde meyyit gibi teslim olmalıdır. Böyle bir şeyh, Allah Rasûlü’nün naibi, Allah’ın yeryüzünde halîfesidir.

Şeyhler ayrıca, hal, kâl, yol veya yal şeyhi olmak üzere de üçlü bir tasnife tabi tutulmuştur. Hâl şeyhi gerçek anlamda tarikat ve tasavvufu yaşayıp yaşatan, kâl şeyhi sözde şeyh; yani müteşeyyih, yol veya yal şeyhi ise menfaatçı şeyh; mensuplarını bir takım çıkarlar için çevresinde tutan sahtekar. Her iki tasnifin ilkinde tarikat şeyhi, ikincisinde de hal şeyhi aranıp bulunması gereken mürşid-i kamildir.

– Eskiden mürşid vefat etmeden halîfelerinden birisine veya birkaçına mürşidlik verir, bunu da belgelendirirmiş. Bir ya da birkaç kişiye hilafet verilebilir mi? Günümüzde böyle bir belge olmadığına göre, derviş bu karmaşayı nasıl çözsün? Çünkü alakası olmayan insanlar da mürşidlik sevdasına kapılabiliyor.

– Eskiden ve bugün şeyhlerin hayatlarıyla kayıtlı olmak üzere bir kısım kimselere hilafet verdikleri bilinen bir husustur. Bu hilafet bir tür ders vekaleti olduğundan şeyhin hayatı ile sınırlıdır. Şeyh, eğer vefatından önce kendisinin yerine kimin geçeceğini yazılı ve sözlü bir biçimde açıklamış ise bu halifelerin hilafeti sona erer. Böylece onların tekrar yeni şeyh tarafından görevlendirilmeleri gerekir. Eğer bir işaret vaki olmadan emr-i Hakk olur ve şeyh vefat ederse, o zaman halifelerin bu hizmeti devam ettirmeleri mümkündür. Ancak hal-i hayatında şeyhten icazet almamış kimselerin herhangi bir iddia ile ortaya çıkmalarını önlemek için icazet zorunluluğu getirilmiştir. Günümüzde böyle bir kontrol mekanizması işlemediğine ve irşad için resmî bir belge bulunmadığına göre artık iş ihvanın firasetine kalıyor. Elbette mürşidlik sevdasına kapılıp: “Ömrümüz boyunca mürid olarak mı kalacağız” diyen insanlar çıkacaktır. Böyle zamanlarda şeyhlik iddiasında bulunan kişinin hal ve tavırlarına, etrafında toplanan insanların istikametlerine bakmak ve iddia sahibinin dünyalık bir menfaat devşirme amacında olup olmadığını iyice tartmak gerekir. Önce şeyhin hareket ve davranışlarına bakmalı, ardından gönüllere danışmalıdır.

– Şeyhin sahtesi ile gerçeği arasındaki farklar nelerdir?

– Şeyhin sahtesi ile gerçeğini tanımada en önemli ölçü şeriata riayet ve İslamî esaslara bağlılıktaki dikkattir. İcazet müessesesinin işlediği ve tekkelerin meşihat makamına bağlı olarak hizmet verdiği dönemlerde bu işin resmî ölçüsü icazetli, îcazet sahibi olmakla birlikte şeriata riayet etmeyen ve mensuplarını haramlara yönlendirme yolunu tutanlar gözetim altına alınır, böyle bir suçu sübût bulanlar şeyhlikten uzaklaştınlırdı. Bugün bir kimsenin şeyhlikteki iddiasının geçerli olabilmesi için en azından haramlara bulaşma, farzları terk gibi bir zaaf göstermemesi gerekir. Şeyhlik kurumu insanın ruh dünyasına ve gönül alemine hitab ettiği için etkili ve yararlı olduğu kadar, son derece istismara açık bir kurumdur. Ancak bu işin istismarcıları çabuk farkedilir. Şer’i konulardaki zaaflar, menfaat ilişkileri ile kadınlarla ilişkilerde şer’i kuralları zorlayan mahremsiz teketek görüşmeler ve ihtilât sayılacak birliktelikler bu konuda önemli ipuçlarıdır.

    – “Bir mürşide bağlandıktan sonra daha fazla ilim aramaya gerek yok. Esas ilim, mürşidi bulmaktır.” deniyor. Böyle bir iddia doğru mudur?

    – “Bir mürşide bağlandıktan sonra daha fazla ilim aramaya gerek yok.” sözü, “Avamın mezhebi müftünün fetvasıdır.” sözüyle birlikte düşünüldüğünde belki bir anlam ifade eder. Tarikata ilk intisab eden kişi, avam sayılıp mürşidinin fetvasıyla amel edecektir. Bu yüzden ilmî konularda behresi bulunmayan kimse bir mürşide bağlandıktan sonra ona teslim olmalı ve önce manevi eğitimini ikmale bakmalıdır. Manevi eğitimi devam ederken ilim adına birşeylerle uğraşması ilgisini dağıtıp yoğunluğunu eksiltir, letaifin çalışır hale gelmesini önler. Bu söz bu anlamda söylenmişse doğrudur. Ancak “tarikata intisab ile her türlü ilmî iş ve araştırma sona erer” anlamına söylenmişse yanlıştır. Çünkü ilmin sonu yoktur. Mezara kadar, Çin’de de olsa, ilim aramak bir vecibedir. Tasavvuf ve tarikatın ilim düşmanı olduğu imajını verecek bu tür bir iddia doğru olamaz. İlk sûfilerden Seriy Sakatî’nin yeğeni Cüneyd Bağdadî’ye söylediği: “Önce muhaddis, sonra sûfî ol! Önce sûfî sonra muhaddis olma!” sözü dînî ilimlerin tasavvuftan önce öğrenilmesi gereğini vurguluyor. İlimlerin bütünlüğü ilkesini teyid ediyor.

– Peygamber Efendimiz: “Her yüz senede bir dîni yenileyecek bir müceddidin geleceğini” (bk. Ebû Davud, Melahım, 1)haber vermiştir. Müceddid bir kaç tane mi, yoksa bir tane mi olur? Kim olduğu kendisi hayatta iken belli olur mu? Eğer belli ise günümüzün müceddidi kimdir?

    – Genellikle tecdid ile teceddüd kavramları birbirine karıştırılmaktadır. Teceddüd yenilikçilik ve modernizm demektir. Bunların davası, dîni yeniliklere uydurmaktır. Bugün milleti maddi bakımdan geri kalmış gören ve bu durumu ıslah için İslam ile mevcud sistemden yeni bir karışım ortaya çıkaran, ümmeti, adından başka İslamî bir rengi kalmayacak şekilde sistem boyasına boyayan kişilerin yaptğı iş teceddüddür. Bunlara müceddid değil, müteceddid denilir. Tecdid ise, ne mevcud sistemle anlaşmak için yol ve çare aramak, ne de İslam ile sistemden meydana gelecek bir karışımdır. Gerçek tecdid, İslamî ona sonradan bulaştırılmış unsurlardan temizlemek, onu mümkün olduğu kadar saf ve berrak haliyle hayata geçirmektir. Soruda temas edilen hadiste Efendimiz bu manada her yüzyılda bir müceddidin geleceğini haber vermektedir. Bu müceddid, ulemadan olabileceği gibi, meşayıh ve devlet ricalinden de olabilir. Nitekim ilk hicrî asırda Ömer b. Abduülaziz gibi bir devlet adamı müceddid kabul edilmiştir. Ondan sonraki asırlarda tam bir ittifak hasıl olmamakla birlikte mezheb imamları yaşadıkları asırların müceddidi sayılmıştır. Müceddidin aynı asırda birkaç tane olmasına mani bir hüküm yoktur. Önemli olan yapılan tecdidin boyutudur. Müceddid, peygamber değildir. Ancak tabiat ve mizacı bakımından peygambere en yakın olan insandır. Müceddid, çoğu zaman kendisinin müceddid olduğunu bilmez ve böyle bir iddia ile ortaya çıkmaz. Gerek çevresindeki çağdaşları, gerekse sonraki asırlarda gelen insanlar hizmetlerine bakıp onun müceddidliğine hükmederler. Sufîler arasında müceddidliği konusunda tevatür derecesinde ittifak hasıl olanların başında İmam-ı Rabbanî gelir. Kendisi ikinci bin yılın müceddidi sayılmıştır. Çünkü o dönemde Hindistan’da yeni bir din kurmak iddiasıyla ortaya çıkan Ekberşah’a karşı İslam’ın safiyetini savunmuş ve bunda muvaffak olmuştur. Her devirde sufilerden böyleleri çıkabileceği gibi böyle iddialarla ortaya çıkanlar da bulunabilir. O zaman kişinin yaptıklarına bakmak gerekir. Çünkü: “Görünür şahsın rutbe-i aklı eserinde.”

– “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” sözünden maksad nedir?

– Bayezid Bistamî’ye atfedilen bu söz, eski tasavvuf kitaplarımızdan itibaren hemen bütün kaynaklarda yer almaktadır. Buradaki “şeyh” kelimesi mutlak manada mürşid demektir. Bütün uygulamalı ilimlerde o ilmin öğrenilmesi, bir üstad aracılığı ile olur. O konuya dair eserleri okumak, o ilmi öğrenmek için yetmez. Mesela İslamî ilimlerden “Kıraat” uygulamalı bir ilim olduğundan “fem-i muhsin”den (yetkili ağız) öğrenilir. Tecvid ve kıraat kitapları okunarak kurrâ olunamaz. Marangozluk, kaportacılık gibi çağdaş işler, futbol gibi oyunlar bile mutlaka bir ustadan öğrenilir. Futbol kitabı yazan biri, iyi bir futbolcu olmayabilir. Marangozluğun kitabını yazan da öyle. Hatta Tıp Fakültesini bitiren kimse nasıl bir uzmanın yanında ihtisas görmeden uzman olamaz ve olmaya kalkıştığında insanları canından ederse, aynı şekilde bir üstadın yanında tasavvufi eğitim görmeden kendi kendine sufilik etmeye kalkışan bir kimse mutlaka yanılır ve şeytanın oyuncağı haline gelir. Bu sözle şeyhsizlikten maksad, tasavvuf ilminin şeyhsiz öğrenilip uygulanamayacağıdır.

 Kadınlar da intisab etmeli mi, onların intisabı nasıl olmalıdır?

– Kur’an’da kadınların İslam, îman, taat, sıdk, sabır, huşu, tasadduk, oruç, namusu koruma, ve zikir konusunda erkeklerle aynı olduğu vurgulanmakta (bk. el-Ahzab. 33/35), cihad dışında bütün konularda erkeklerin muhatab olduğu hükümlere muhatab oldukları belirtilmektedir. Bu bakımdan tasavvufun manevi hayata yönelik hükümleri onları da kapsar. Mekke fethi günü inen bir ayet-i kerimede Allah Teala kadınların bey’atlarını alması konusunda Hz. Peygamber’e şöyle buyurmaktadır: “Ey Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah’ a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, gayr-i meşru bir çocuk doğurup onu kocalarına isnad etmemek, iyi iş işlemekte sana karşı gelmemek hususunda bey’at etmeye geldikleri zaman sen onların bey’atlarını kabul et. Onlar için Allah’tan mağfiret dile!” (el-Mümtahıne, 60/12) Bu ayetin nuzülünden sonra Allah Rasulü kadınların da bey’atini kabul etmiş ve onlardan ahid almıştır. Bu ahid sırasında Allah Rasülü’nün eli kadınların eline değmemişti. Bu bakımdan kadınların intisabı sırasında sünnete uygun biçimde şeyhin eli, kadınların eline değmemelidir. Kadın mahremi aracılığıyla şeyhine ulaşmaya çalışmalı veya şeyhin mahremi aracılığı ile, intisab etmelidir. Ya da görüşmeler perde arkasından yapılmalıdır. Aynı mekanda vaki olacak görüşmelerin fitneden uzak bir biçimde olması uygun olur. Kadınların topluca ve tesettüre uygun bir biçimde şeyhleriyle görüşmelerinde mahzur yoktur. Mahzurlu olan topluca da olsa, kadınların tesettüre uymadan açık saçık bulunmaları, ya da kapalı da olsa tek başına görüşmeleridir.

– Mürşide bağlı olmayan, Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılan mü’minlerin durumu ne olacaktır?

– Kur’an ve sünnete sımsıkı sarılan bir mümin, bir mürşide bağlı olsun veya olmasın elbette iyi bir noktadadır. Çünkü amaç Kur’an ve sünnetin istediği bir insan ve salih bir mümin olmaktır. Mürşide bağlanmaktan maksad da budur. Yoksa mürşide bağlanmak Kur’an ve sünnetin üstünde birşey değildir. Ancak burada şu hususu gözönünde bulundurmak gerekmektedir: Acaba insan Kur’an ve sünnete bağlı yaşıyorum derken, bunu gerçekten becerebiliyor mu, yoksa kendi kendini mi kandırıyor? Çünkü nefs insana çoğu zaman böyle tuzaklar kurar, yanlışlarını hoş, eksiklerini tam gösterir. İnsan içinde bulunduğu olayları ve durumları objektif olarak değerlendiremez. Böyle olunca da hep kendinden yana yontar. Ama böyle bir mürşid-i kamilin yanında bulunan kimse onun tecribelerinden yararlanmak durumundadır. Mürşid ona, nefsinin kendisine kuracağı tuzakları gösterir. Böylece daha çabuk mesafe alır. Mürşide bağlanmak istemeyen kimse, önce kendisine bu duyguların nereden geldiğini anlamaya çalışmalıdır. Eğer bunlar intisab edilecek bir şeyh bulamadığı için ise bunun da şeyhlerin eksikliğinden mi, kendisinden mi olduğuna bakmalıdır. Ama herşeye rağmen benim gönlüm buna ısınmadı diyen ve kitap sünnete bağlı kalmaya azmettiğini söyleyen kişi, kendisini olaylara ve dünya gailesine salıvermemelidir. Çünkü insanın en çok ayağının kaydığı nokta, meşru olmayan şeylerin zaman içinde tabii hale gelip insanın yüreğini pörsütmesidir. Diri bir kalb, uyanık bir gönül olmadan bugün sünnet çizgisinde İslamî hayat zor yaşanır.

– Ashab, Peygamber Efendimiz’e hizmetle sevap kazanıyorlardı. Bizler de alimlere, şeyhlere hizmet ederek sevap kazanabilir miyiz?

– İslam’ın genel tarifinde: “Allah’ın emirlerine tazim, yaratıklarına şefkat ve hizmet” ölçüsü vardır. Hizmetlerin en güzeli din yolunda ve Allah için olanıdır. Ashab, Allah Rasûlü’nün gösterdiği hizmetlerle yıldız şahsiyetler oldular. Benlik ve feragat sınavından geçtiler. Bu sayede sahabî oldular, “İlme hizmet, ilim adamına hizmettir.” ilkesinden hareketle konuya yaklaştığımız zaman elbette ilim ve irşad adamlarına hizmet edenler, dine hizmet etmiş gibi ecir kazanırlar. Niyyet hizmet olduktan sonra hizmet eden daima kazançlıdır. Hatta hizmet edilen hizmete layık olmasa bile yapılan hizmet ve ecri zayi olmaz.

– Hakîkî şeyhin tahsil durumu önemli mi? Mutlaka velî olması gerekir mi? Yoksa her mümin şeyh olabilir mi?

– Şeyh olacak kimsenin ilim ve irfanı önemli ama diploması ve dünyevi ilimlere aid tahsil durumu önemli değildir. Çünkü şeyhlik ve mürşidlik tahsil ve diploma ile elde edilecek bir hususiyet değildir. O kalb eğitimi ile elde edilecek bir hususiyettir. Her şeyhin velayet mertebesine ermiş kamil bir insan olması gerekir. Ancak keramet ızharı gerekmez. Çünkü gönlünde itmînana ermiş, yüzüne bakıldığında insana Allah’ı hatırlatan kimselerdir onlar. Bu da velilik sıfatıdır. Her mümin şeyh olacak olsa müridlik kime düşecekti. Elbette her mümin şeyh olamaz. Bu işin bir takım özellik ve şartları var.

– Müslümanın tebliğ vazifesi bellidir. Bu vazife gereği aktif organize faaliyetlerde bulunmak, mürşidin sahasına karışıp haddi aşmak mıdır? Yoksa ona hizmet mi?

– İslam, inananlara bir tebliğ vazifesi yüklemiştir. Ancak İslam’da önce salah, sonra ıslah anlayışı vardır. Yani kişinin önce kendi pürüzlerini gidermesi, nefsini eğitmesi ve onun ilahi hükümlere ram etmesi gerekir. Bu yüzden, böyle bir amaçla bir mürşid gözetiminde manevi bir eğitime başlamış olan kimse, sosyal faaliyetlerini ve hizmet alanlarını da mürşidine danışarak düzenlemelidir. Değilse manevi hayatı açısından yanlış şeyler yapabilir. Gireceği organize tebliğ hizmetlerinin de mürşidinden habersiz olmaması iktiza eder. Vakıa böyle bir iş mürşidin sahasına karışmak olmaz ama, başıboşluk ve sorumsuzluk olur. Ona hizmet olabilmesi için onun onayından geçmesi ve verdiği diğer hizmetlerle çatışmaması gerekir. Değilse salik kalbi bulanık hale gelebilir.

– Mürşidin kadın müridlerine el öptürmesi caiz midir? Vazifeliler, kocası evde olmayan ve ev sahibesinin yanına girebilirler mi?

– Mürşidin mahremi olmayan kadın müridlerine  el öptürmesi caiz değildir. Hadislerde kaydedildiğine göre Hz. Peygamber kadınlardan bey’at alrrken onlarla musafaha etmemiş ve kadınların elini tutmayacağını ifade etmiştir. Hadis ve fıkıh kitaplarında var olan bu hükme imtisalen şeyhlerin de kadın müridleriyle musafaha etmesi ve el öptürmesi caiz görülmemiştir. Bununla birlikte kadın ihvanına el öptüren şeyhler de olmuştur. Ancak onların varlığı cevazına delil değildir şüphesiz.

– Mürşidin kalbine veya nefsine iblis vesvese verir mi?    

– Şeytanın mürşidin kalbine vesvese vermeğe çalışması kadar tabii birşey olamaz. Ancak kemal sahibi veli-sıfat bir mürşid mahfuzdur. Yani ibadet ve taatları sebebiyle şeytanın vereceği vesveseleri Allah’ın yardımıyla aşabilecek manevi olgunluktadır. Peygamberlerin ismet sıfatı gereği ma’sum olmaları ile velilerin mahfuz olması arasında fark vardır. Peygamberlerin ismeti, kendilerinden sadır olan zellenin Cebrail aracılığı ile tashihi şeklindedir. Hıfz ise ibadet ve teslimiyyet sayesinde nefs ve şeytanın iğvasından Hakk’ın himayesinde olmak demektir. Tabii ki böyle bir insan hata yapmaz anlamına gelmez.

– Anadolu’da bir çok tarikat ve pek çok mürşid var. Tabiî ki bu mürşidlerin pek çoğu alim değil. Biz pek çok mes’elemizde alimlere mi uyacağız, cahil de olsa milrşidlere mi uyacağız?

– Anadolu’da birçok tarikat ve mürşidin varlığından bahisle bunların da bir kısmının gerekli ilmî seviyeye sahip bulunmadığını ifade ediyor ve “biz, cahil de olsa mürşidlere mi uyacağız?” diye soruyorsunuz. Bir defa cahillikle mürşidliğin bir arada bulunmasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Bir kişi cahil ise mürşid olamaz. Mürşid ise cahil sayılamaz. Ancak cehaletle ictihad seviyesinde alim olmayı birbirine karıştırmamak gerekir. Şeyhler ve mürşidler ictihad seviyesinde alim olmayabilirler. Aslında öyle olmaları şart da değildir. Ama hangi konuda kime başvurulacağını bilecek irfana sahiptirler. Bilmedikleri fıkhî mes’eleler için ihvanını ehlinden sorup öğrenmeye sevkedecek firasetleri vardır. Müridini kendisine sorduğu fıkhî konularda fetva için, ilgili kişilere göndermekten çekinmez ve bunu bir haysiyet meselesi yapmaz. Çünkü kendisinin görevi her seviyede fıkhi bilgi ile müridlerinin ilmi seviyesini yükseltmek değil, manevi ve ahlakî seviyesini yükseltmektir.

    – Tasavvufta şeyhe çok övgüler yapılmaktadır. Oysa bir hadiste Allah Rasülü: “Beni övmeyin, ben ancak bir kulum. O halde bana sadece Allah’ın kulu ve Rasûlü deyin”(Buhari, Enbiya 48; Ebû Davud, Rikak, 68) buyurur. Hamd Allah’a aid iken, yüzlerce ayet sadece Allah’ı övmenin gerekliliğinden bahsederken, nasıl olur da aciz ve zayıf insanlar peygamberlerin de üstüne çıkarılarak adeta Tanrı katında bilinir?

    – Tasavvufta şeyh ve mürşidler için övgü ifade eden söylerin varlığı doğrudur. Övgü bir sevgi ifadesidir. Sevginin olduğu yerde; ölçülü ve ifrata varmayan bir övgü tabii karşılanır. Hz. Peygamberin kendisine yapılacak aşırı tazim ve övgülere gösterdiği tepkinin sebebi bellidir: “Beşer konumundan çıkarılıp ûlühiyet konumuna konulmak.” Putlarla mücadele için gelen ve tevhidin teşbîhî değil, tenzîhî olanı üzerinde duran bir dinin peygamberinin böyle davranmasından tabii birşey olamaz. Tarihte peygamberlerine ülûhiyet isnadına kalkışan kavimler olduğundan Peygamberimiz böyle davranarak en sağlıklı yolu seçmiştir. Tarikatlarda müridin, kendisine ahiret hayatını kazanmaya yardımcı olan mürşidine minnettar olması ve ona şükran ifade eden sözler söylemesi doğaldır. Nitekim sahabiler de Allah Rasulü’ne hitaben: “Anam babam sana feda olsun, canım sana kurban olsun.” gibi ibare ve ifadelerle minnettarlıklarını ifade etmişlerdir. Onun traş sırasında kesilen saç ve sakallarını toplamışlar, abdest suyu ile teberrük etmişler, yüzlerine gözlerine sürmüşlerdir. Onun kullandığı ve hediye ettiği hırka ve eşyayı da ondan bir hatıra olarak saklamışlardır. Bunların hepsi ona duyulan sevginin tezahürleridir.“Mehtaplı bir gecede bir Allah Rasülü nün yüzüne, bir de aya baktım. Rasülullah’ın yüzü daha paklak ve aydınlıktı.” (bk. Darimî, Mukaddime, I, 30) diyen sahabînin sözünü acaba bir abartı olarak mı değerlendireceğiz, yoksa bir sevgi tezahürü mü? Sevgi insana sevdiği insanın güzelliklerinı daha güzel gösterir. Seven sevdiğinin bu güzelliklerini söylemek, anlatmak ve paylaşmak ister. Sûfîlerin şeyhleri ile ilgili övgüleri “fena fi’ş-şeyh” mertebesinde söylenmiş sözlerdir. Hz. Ömer’in Hz. Peygamber’in vefat haberi üzerine: “Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum.” şeklindeki sözü, seven insanın sevdiğini kaybettiği sıradaki feveranı değil de nedir?

Allah Rasûlü: “İnsanlara şükretmesini bilmeyen Allah’a da şükretmez.” (Ebu Davud, Edeb, 11; Tirmizi, Birr, 35) buyurarak Allah’a şükretmenin yolunun İnsanlara şükür ve minnettarlıktan geçtiğini belirtmiştir. “İfk” olayı sonrasında Hz. Aişe’yi aklayan ayet indiğinde annesi, Hz. Aişe’ye: ”Kocan Rasûlullah’a teşekkür etmeyecek misin?” demişti de Hz. Aişe: “Hayır, ben ancak Allah’a şükrederim.” cevabını vermişti. (Buharî. Enbiya, 19; Ahmed, Müsned. VI. 367.) Annesi, müjdeyi getiren olduğu için Hz. Peygamber’e teşekkür etmesini insanî bir görev oiarak isterken Hz. Aişe asıl failin Allah olduğunu düşünerek buna ihtiyaç duymadığını belirtmiştir. Demek ki aslolan hediyeyi göndren sultandır, ama hediyeyi getiren hizmetçiye teşekkür etmek de insanî bir görevdir. Hatta duyulan ihtiyaca göre insanın bunaldığı bir sırada kendisine efendisinden bir hediye getiren hizmetçi ve kölenin elini ayağını öpmesi ve minnettarlığını ona arzelmesi ne kadar tabii ise müridlerin şeyhlerine olan bu tür minnettarlıkları da tabiîdir. Zaten şeyhlere yapılan övgüler genellikle henüz “fena fi’ş-şeyh” konumunda olan mübtedî müridlerin özelliğidir. Fena fi’r-Rasûl ve fena fillah’a ermiş olanlar artık gerçek faili görür ve öyle konuşurlar.

Elbette şeyhlere yapılan övgülerde sınırı aşmamak ve onları peygamberlerin üstünde bir konuma çıkaracak ifadeler kullanmamak gerekir. Şeriat buna izin vermediği gibi, böyle bir tavır tasavvufî adaba da uygun düşmez. Herşeyin hakkını teslim etmek ve kimseye layık olmadığı bir sıfat izafe etmemek gerekir. Yine de Mecnun’un gözünde “Leyla” ne ise, aşık bir müridin gözünde şeyhi de öylesine övgüye layıktır. Gönül taşkınlığı türünden söylenen bu mecazları, hakiki anlamıyla anlamamak ve kendi içinde değerlendirmek problemi çözer. Çocukların gözünde bile “en güçlü ve en iyi insan” babalarıdır.

– Tarikatlarda şeyhden Allah’dan korkar gibi korkmak telkin edilmektedir. Allah korkusu dışında halife ve reis gibi yaratıklardan korkmak var mıdır? Müridin Allah’dan korkar gibi şeyhinden korkmasını hangi delile dayandırıyorsunuz?

– Tarikatlarda müridin şeyhten korkması, asker ocağında erin çavuşundan korkup çekinmesine benzer. Erin gözünde en çok çekinilecek çavuşudur. Çünkü kendisinin birebir ilişki içinde olduğu kişi de, kendisine ceza veya mükafat verecek olan da odur. Hiyerarşik yapı içinde çavuştan çok daha yetkili subay ve komutanlar olduğu halde er için korkulacak tek kişi çavuşudur. Er, zaman içinde askeriyedeki düzeni öğrenip ast ve üstü tanıdıktan sonra çavuşun yeri neresidir, diğer komutanların yeri neresidir, anlar. Bununla birlikte en yakın komuta kademesindeki çavuş ile ilişkiyi de iyi götürmeye çalışır. Tasavvufta da salik, kendisinin en yakın eğiticisi olduğu için şeyhine karşı son derece saygılıdır. Salikin şeyhten çekinip korkrnası, yırtıcı hayvandan ve gardiyandan korkar gibi bir korku değildir. Aksine bu korku sevgi ile harmanlanmış bir korkudur. İçinde karşısındakinin sevgisinden mahrum olma özelliği taşımaktadır. Mürid şeyhinden çekinirken onun cezalandıracağından çok iltifatını esirgeyeceğinden korkar. Şeyh-mürid ilişkisi baba-oğul iliskisi gibidir. Nasıl oğul babasından çekinir, korkar ve bu korku sadece ceza korkusu değilse, şeyh ile mürid ilişkisindeki korku da öyledir. Müridin Allah’tan korkar gibi şeyhinden korkması değil, Allah için şeyhinden sakınması gerekir. Bu şeyhini kendisinin rehberi görerek gerektiğinde ceza da verebileceğini kabulden gelen bir korku ve saygıdır.

– Tarikatlarda insanların mürşidlerine karşı ifrata varan tavır ve davranışları var. Halbuki Hz.Peygamber (s.a.) böyle davranırları yasaklamış, insanlara aralarında peygamber varken bile tabiî olmalarını tavsiye etmiştir. Bırakın mürşidleri, halifeleri bile öyle sulta kurmuşlar ki soru sormak yasak; tam itaat isteniyor. Bu gibi haller tabiîliği aşmıyor mu?

– Türkçe’de: “Dağ yanına varınca küçülür.” diye bir söz var. Alman düşünürü Goethe de şöyle diyor: “Bütün politikacılar, askerler büyük sandığınız insanlar, yakından tanıdığınızda küçülürler. Bunun bir tek istisnası vardır o da müslümanlann peygamberi Muhammed’dir.” Hz. Peygamber (s.a.) toplum içindeki hayatında da, ikili ilişkilerinde de, aile hayatında da davranışları bütün ayrıntılarına kadar tesbit edilmiş bir insandır. Onun en yakın çevresinin bildiği ilişkilerinde bile bir gayr-ı tabiîlik ve hafiflik asla görülmez. Bu yüzden o ümmetine daima tabiîliği tavsiye etmiştir. Ancak bütün insanların; yönetici ve idarecilerin Hz. Peygamber gibi herhal ve durumda tabiilik, ciddiyet ve vakarını korumasını bekleyemezsiniz. Çünkü insanların çoğu buna güç yetiremez. İşte bu sebepledir ki, gerek hoca-talebe, gerek şeyh-mürid, gerekse yönetici-halk ilişkilerinde bir takım yanlışların önlenmesi ve idareci konumda bulunan kişilerin korunması için araya biraz mesafe konulmuştur. Şeyhlerin müridleriyle çok sık görüşmemesi, talebe ile hocanın aynı helayı kullanmaması bu sebepledir.

Hz. Peygamber (s.a.) şahsı için hürmet ifade edecek tarzda ayağa kalkılmasını bile istemediği halde ashabından bir kısmına hürmet amacıyla ayağa kalkılmasını emretmiştir. Kendisine saygının da aşırılığa götürülmesinden kaçınmasının sebebi, ileride bu saygının üluhiyet isnadına varacak yanlışlara ulaşmasını önlemektir. Ama başkaları için böyle bir saygıyı istemesi bunun örfe göre cevazını göstermektedir. Bu tür davranışlar genellikle örfe bırakılmıştır. Mesela Türkçe’de konuşurken ikinci şahsa “siz” diye hitabetmek saygı ifadesidir. Allah’a dua ederken “sen” diyoruz. Bu saygızlık mıdır?

Aslında ifrata varan saygı ve sevgi izharı türünden davranışlar çoğu zaman karşımızdaki insanları da sıkmaktadır. Elbette ki doğrusu tabii olandır. Ama insanların hepsi bir değil. Şeyhi için her içeri giriş çıkışında ayağa kalkmamayı kendine kusur telakki eden insanlar bulunabiliyor. Ama bundan rahatsız olan şeyhler pek çoktur. Nitekim Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi: “İhvana söyleyin, halk içinde elimi öpmesinler, ben daha çok istiğfar etmek zorunda kalıyorum.” dermiş. Bu biraz bizim milletimizin askeri yapısından ve disiplin ve töreni seven anlayışından kaynaklanıyor. Nitekim Mısır ve Arap dünyasındaki tarikatların çoğunda şeyh-mürid ilişkilerinde bu tür merasim ve saygı ifade eden tavırlar göremezsiniz. Şeyhinin yanında ayak ayak üstüne atan veya oturduğu ile yattığı tefrik edilemeyecek biçimde oturan insanlar pek çoktur. Bu bir örf ve görenek mes’elesidir. İçten gelen duygu meselesidir. Adamın içinden gelen duygusu şeyhinin elini öpmek, huzurundan geri geri çıkmak şeklinde ise bunu değiştirmeye zorlamak tabiiliğe aykırı olur. Ama bunu yapmayana dudak bükerek bakmak da aynı ölçüde yanlıştır. Bunlar esasata müteallik şeyler değildir. Teferruat içinde fazla boğulmamak gerekir.
Şeyhlerin ve halifelerinin soruda “sulta” diye ifade edilen otoriteleri ve sual sorulmasına bile izin verilmemesini ise ben bu işin bir gereği gibi görüyorum. Camide de hocalara sual sorulmaz. Ama namazdan sonra münferid sual sormada bir sakınca yoktur. Şeyh ve halifelerin toplantıları bir bilgilenme meclisi olmadığı, aksine bir ilgi ve sevgi meclisi olduğu için sual sorulmaması gayet doğaldır. Sual sorulan ortamlar genellikle tartışmayı beraberinde getirir. Tartışma ise tasavvuf yolunda kişinin nefsaniyetini tahrik edici bir unsur olarak görülür. Sohbetten sonra veya özel görüşmelerde şeyhlere de halifelerine de sual sorulmasını engelleyecek bir durum yoktur. Aksine orada, sual varsa sorulması istenir. Binaenaleyh herkesten heryerde tabiîlik, ve her yerde sual sorulmasına izin vermesini beklemek mümkün değildir.

MÜRİD – SÂLİK İLE İLGİLİ MESELELER

– Mürid şeyhi ile hangi konuları istişare eder? Ölçüsü nedir?

– Mürid lügatte irade sahibi ve dileyen anlamınadır. Tasavvufta ise iradesini Hakk’ın ve şeyhin iradesine teslim etmiş, iradesi olmayan kimse demektir. Bu anlamda şeyh ile mürid arasındaki ilişki çok yüksek düzeyde; bir sevgi ve teslimiyyet ilişkisidir. Müridin manevi hayatını ilgilendiren her konuyu mürşidiyle istişare etmesi uygun olur. Bunun ölçüsü tarikatlara ve mürşidlerin özel tavırlarına göre değişebilir. Mesela Halvetiyye ve Kadiriyye gibi bazı tarikatlarda seyr u sülûkte manevi yükseliş rüya yoluyla olur. Bu tür tarikatlarda salikin gördüğü rüyaları behemehal mürşidine anlatması gerekir. Nakşbendiyye gibi bazı tarikatlarda ise rüya fazla bir önem taşımaz. Ama bazı Nakşi meşayhının rüyaya ayrı bir önem atfettiği de bilinmektedir. Bu bakımdan şeyh ile müridin görüşecekleri konular tarikatların eğitim tarzlarına göre değişmekle birlikte, mürid, manevi hayatını ilgilendiren konuları mürşidiyle istişare etmelidir. Dünyevî meselelerde özellikle karar gerektiren belli konularda şeyhin izin ve duasına almak adabdandır.

– Şeyhin emir ve tavsiyeleri, şeriat ölçülerine uymuyorsa kabul edilebilir mi?

– Şeyhin emir ve tavsiyeleri, hele yeni intisab etmiş kimselere olan tavsiyeleri mutlaka şeriat hükümlerine uygun olmalıdır. Haramları helal, farzları yok sayan bir yaklaşım makbul sayılmaz ve elbette tutulmaz. Ancak ileri seviyelere gelmiş ve şeyhi ile belli bir mesafe kat’etmiş kimseler için farklı imtihan ölçüleri olabilir. Bir takım menkıbelerde geçen bu tür uygulamalar, istisnaî şeylerdir.

– Müride mürşidin verdiği ders fazla gelirse ne yapmalı?

– Mürşid, reçetesini müridinin durumuna göre hazırlar. Bununla birlikte bazı müridlerde mürşidin verdiği evrad ve ezkar umulmadık sonuçlar doğurabilir. Öyle zamanda yapılması gereken hemen durumun mürşide intikal ettirilmesidir. Seyr u sülûkün tekke ortamında yapılmasının hikmetlerinden biri de mürşidin müridlerinin durumlarını daha yakından takib imkanını sağlamasıdır. Bu sayede mürşid, verdiği evrad ve dersin mürid üzerindeki etkisini hemen görme imkanına sahip olabilirdi. Böylece şeyh gözetimindeki ihvanının gelişmelerini rahatlıkla kontrol ederdi.
Bugün aldığı dersi kendisine ağırlık ve bir takım rahatsızlıklar veren mürid, hemen şeyhine başvurmalı ve şeyhin durumunu gözden geçirmesine imkan vermelidir.

– Salik ve meczub kime derler? Aralarındaki fark nedir?

– Salik ve meczub kavramları hakkında tasavvuf klasiklerinden Avârifu’l-maârif ile el-Hâni’nin Adab adıyla terceme edilen eserinde bir takım bilgilere rastlanmaktadır.

Sâlik: Seyr u sülûke girmiş, riyazat, mücahede ve muamele ile nefsini arıtıp ruhunu yüceltmeye ve müşahedeye ermeve çalışan kimse. Salik önce kainattaki ilahi kudret ve asara bakar, onun delaletiyle Hakk’ın isimlerine isimlerinin delaletiyle sıfatlarına. sıfatlarının delaletiyle zât-i Barî’ye vuslata ererek sülûkünü tamamlar ve vasıl adını alır. Vasıl noktasına gelmemiş bir salikin şeyhlik makamına yükseltilmesi uygun değildir.

Meczûb: Hakk’ın tecellîleri kendisine seyr u sülûksuz olarak zuhur eden kimsedir. Bu yüzden meczub, önce zatı müşahede eder, müteakiben kabiliyetine göre kendisine bir takım sırlar keşfolunur. Ardından sıfat-ı ilahiyye ve esma sırları açılır. Sonra da kainatın sırlarını görmeye başlar. Çünkü cezbe, Hakk tarafına çekilme anlamında bir kavramdır. Meczub da Hak tarafına çekilen “aşık” demektir. Meczub, önce cezbe ve aşk ateşiyle Hakk canibine çekilir, sonra seyr u sülûk ile işi sahv ve temkine bağlar. Türkçede yarı mecnun anlamına kullanılan meczûb ile bu anlamdaki meczûb arasında fark vardır. Karıştırmamak gerekir.

Salik ile meczûb seyr u sülûk ile yetişme bakımından birbirinin tam tersidir. Salikin en son geldiği noktaya meczûb ilk başta gelmektedir. Salikin hali Allah’a vuslat için eşyayı müşahededir. Meczubun hali ise eşyayı Allah ile müşahededir. Meczubun sülûkü mahv ve fenâ ile, salikin sülûku ise sahv ve baka ile sona erer. Biri aşağıdan yukarı, diğeri yukarıdan aşağı seyr ederek ikisi bir noktada buluşur. Ancak ikisi de birbirinin sıfatlarından vâreste olmamalıdır. Yani salik aşk ve cezbesiz, meczûb da seyr u sülûksüz olmaz.

– Müridin nefsiyle olan adabı nelerdir?

– Seyru sülûke girmiş mürid ve saliklerin kendi iç dünyalarında dikkat etmesi gerekli olan bir takım adab, sûfiyyenin imamları tarafından kitap, sünnet ve ruhî tecribelerden istifade ile adab kitaplannda kayda geçmişitir. Bunlardan bazılarını şöyle maddeler halinde sayabiliriz:

1- Allah ve kulları ile ilişkilerinde nefsi sıdk ve sadakat üzere olmak,

2- Kalbini günah kirlerinden tevbe ile arıtmak.

3- Dünya sevgisini ve buna bağlı olarak mal, makam ve baş olma sevdasını terketmek,

4- Sukût ve az konuşma yolunu tutmak,

5- İnsanların kusur ve ayıplarını görmemek ve araştırmamak,

6- Sülûkte ilerledikçe kendini yolun başında görmek,

7- Kötü arkadaşlardan uzaklaşmak,

8- Kendisine bir kusur izafe edildiğinde kendini savunmaktan kaçınmak.

9- Günde en az üç kerre nefsini hesaba çekip amellerini tartmak,

10- Büyüklenmeyi, kendi başına buyruk hareketi terketmek,

11- Her namaz öncesi batını afetlerden kurtulmak için kalbine yoğunlaşmak,

12- Nefse muhalefeti terketmemek.

– Sâlikin ilk günleri nasıl geçmelidir?

– Sâlik, tevbe ile intisâb ederek yeni bir hayata başladığından eski alışkanlıklarını terkedecek ve kendisini kulluk zeminine çekecektir. İntisab insan hayatında önemli bir karardır. Bu yüzden bu kararı vererek kendisine yeni bir hayat standardı getirmiş olan salik, hem Allah ile ilişkilerinde hem şeyhi ile ilişkilerinde, hem de çevresindeki insanlarla ilişkilerinde daha dikkatli olmalıdır. Yeni hayata geçiş sürecini sağlıklı bir biçimde tamamlamalıdır. Bu dönemde şeyh ve ihvanı ile sık sık görüşmesi yararlı olur. Terkettiği dünyevi şeylere dönüp bakmamalıdır. Kendisine tarif edilen belli bir düzen dahilinde varsa kaza namazlarını kılmalı, oruçları varsa tutmalı ve infakta bulunmalıdır. İlk heyecan insan hayatında önemlidir. Tarikat ve tasavvufa intisabın ilk heyacanını yaşayan insanlar, bunun kıymetini bilmeli ve fakat hemen erecekmiş gibi, bir hevese kapılmamalıdırlar. Çünkü şeytan ve nefis insanı böyle zamanlarda bu tür duygularla yanıltabilir. Kendi durumunu başkalarıyla kıyaslamak durumuna da düşmemelidir.

– Müridin, şeyhini Allah ile kendi arasında bir aracı gibi görmesi doğru mudur?

– Mürid, şeyhini Allah ile kendi arasında bir rehber ve yol gösterici manasında aracı görmesinde bir mahzur yoktur. Zaten şeyhlerin fiilen yaptığı bir yolgöstericilik, delalet ve hidayettir. Bu yüzden şeyhlere mürşid ve mehdî denmiştir. Ancak bu aracılık Hristiyanlıktaki manasıyla Allah adına tevbeyi kabul eden ve O’nun adına cennettten yer satmaya yetkili kişi anlamına ise bu, İslamî inançlarla bağdaşmaz. Şeyh ve mürşidler, peygamber vekîli konumunda ve onların varisleridir. Nasıl peygamberler sıdk, emanet, fetanet ve tebliğ gibi sıfatlarla muttasıf iseler mürşidler de öyle olmalıdır. Peygamberlerde bulunan “ismet” sıfatı ile “vahiy alma” özelliği mürşidlerde bulunmaz. Diğer saydıklarımız bulunmalıdır.

– Ahirete intikal eden mürşidi için: “O başka idi” deyip, yaşayan mürşidinin tasarrufunun zayıf olduğunu söyleyen ihvanın durumu nedir?

– Türkçe’de bir deyim var: “Kaçan balık büyük olur.” İnsanlar genellikle kaybettiklerinin kıymetini daha iyi anlarlar. Ellerinde ve önlerinde olan onlara pek cazib gelmez. Ama bir gün onu da kaybedip fırsatı kaçırdıklarında uyanırlar. Bu sebeple ölen mürşidi için: “O başka idi.” diyenler genellikle sağlığında onun da kıymetini bilemeyenlerdir. Eğer kıymetini bilmiş olsalar gereği gibi istifade eder ve hayıflanmazlardı. Ölüm hak olduğuna ve ölenle ölünmediğine göre, bizim görevimiz dirilerden yararlanmak ve onlara yararlı olmaktır. Hayatta olan mürşidini diğeriyle bu anlamda kıyaslamamak gerekir. Allah’ın kullarına ikramı çeşit çeşittir. Vefat edenin meziyetleri kadar hayatta olanın da henüz farkedilmemiş özellikleri bulunabilir. Ayrıca liderlikte karizma kısa zamanda oluşmaz. Süreç ister. Bu bakımdan yeri boşalan bir zatın yerine geçen kimse ilk anda yadırgansa bile, ehliyet ve liyakati varsa kısa zamanda kendisini kabul ettirecektir. İlişkiler sağlıklı bir düzeye gelip gönül bağı düzeldikçe o tür sızlanmalar da azalacaktır.

İNTİSÂB – BEY’AT İLE İLGİLİ MESELELER

 – İntisab, inabe ve bey’at kavramlarını açıklar mısınız? Aralarındaki fark nedir? İnabe alan ve İntisab eden kişi bey’at etmiş olur mu?

– İntisâb: Bir kimse veya gruba mensup olmak, aralarına katılmak ve şeyhe bağlanmak anlamına kullanılır. İntisab edene müntesib denir. Müntesib, muhib (sempatizan)’dan bir ileri derecedir. Kişi intisabla bağlandığı kişiyi kendinin mihveri olarak görür.

İnabe: Genellikle işlenen günahlardan pişmanlık duyup Allah’a dönmek, halktan Hakk’a yönelmek anlamında kullanılan bir kavramdır. Tevbenin bir ileri derecesidir. Tevbe insanın görünür günahlarından kaçması, inabe içindeki kusurlarından kaçıp Allah’a dönmesidir. İnabe aynı zamanda el alma ve şeyhe bağlanma anlamına da kullanılır. Şeyhten el alma işleminde önce tevbe yapıldığından şeyhe İntisab için inabe kavramı da kullanılır olmuştur.

Bey’at: Lügatte satmak ve satış muamelesi demektir. Tasavvufta talib denilen mürid adayının şeyhe ve onun vereceği emirlere bağlı kalacağına, mal satan insanların elele tutuşması gibi bir musafaha ile şeyhe söz vermesidir. Bey’atin temeli, Hz. Peygamberin İslam’a girmek isteyenlerden, cihad ve hicret gibi önemli faaliyetlere katılacak olanlardan söz almasıdır. Nitekim Kur’an’da Hudeybiye’de bey’at eden sahabîler övülmekte, onların Allah Rasûlüne olan bey’atleri, Allah’a yapılmış sayılmaktadır. (el-Feth, 48/10)

Tasavvuf kavramı olarak bey’at, İntisab ve inabenin birbirinden farkı yoktur. Ancak bu soruda İntisab ve bey’atle siyasî otoriteyi temsil eden halife, devlet başkanı ve devrin imamına yapılması emredilen bey’at kasdediliyorsa o zaman durum farklıdır. Bu bey’at, onun yerine geçmez. Çünkü siyasî otorite ile ilmî veya manevî otorite birbirine denk değildir. Biri diğerinin yerine kaim olamaz.

– İntisab etmekle kurtulunur mu? “Senin adına herşeyi efendi yapar; ilme ve amele ne gerek var” anlayışı doğru mu?

– İslam’da kişilerin değerlendirilmesi amel ve fiille, fiillerin değerlendirmesi ise niyyetledir. Herkes niyyeti kadar ecir ve sevab alır. İslam’da birinin günahı sebebiyle bir başkası hesaba çekilemediği gibi, bir başkasının yaptığı amelin, diğerine faydası olmaz. Bu iki durum Kur’an nassı ile sabittir. Nitekim: “Hiçbir günahkar başkasının günah yükünü üstlenmez.” (en-Necm, 53/38), ayeti hiç kimsenin kimsenin günahını yüklenmeyeceğini; devamındaki “İnsan için kendi çalışmasından başka birşey yoktur. Ve çalışması da ileride görülecektir.” (en-Necm, 53/39-40) ayeti ise herkesin ancak kendi yaptığıyla karşılaşacağını; “Kim zerre miktarı hayır işlemişse onu, kimde zerre miktarı şer işlemişse onu görecektir.” (ez-Zilzal, 99/8-9)ayeti de her amelin mutlaka değerlendirileceğini göstermektedir. Bu ayetler ışığında konuya bakıldığı zaman kimsenin amelinin kimseye gitmeyeceği ve herkesten kendi amelinin beklendiği ortaya çıkmaktadır. Binaenaleyh insanın intisab etmesi bir bilinç ve şuur sürecinin başlaması ve buna bağlı olarak amellerde duyarlılık anlayışının devreye girmesi demektir. İntisabın kurtuluşa vesile olan tarafı bu süreci başlatmış olmasıdır. Böyle bir süreci başlatmak yerine, kişiyi ilim ve amelden alıkoyacak bir intisab anlayışı elbette yanlıştır. Ancak bu ifadeler eğer kişinin kendi ilim ve amelini küçük görmesi ve mürşidinin ilim ve ameline değer vermesi anlamında kullanılmışsa o zaman başka. Ama bu haliyle, bu ifadelerin gerçek tasavvufla irtibatı sözkonusu olamaz.

– Günümüzde mürid, mürşidinin yüzünü görmeden tarikata giriyor. Eskiden mürid, mürşidinin dizidibinde, ondan feyz alarak yetiniyordu. Bugünle dün arasındaki farklar nedir? Aynı sonuç alınabilir mi?

– Günümüzde mensupları çok olan tarikatlarda müridlerin şeyhlerinin yüzünü görmeden initisab ettikleri bir vakıadır. Gerçi eskiden de müridleri çok olan şeyhler müridlerinin hepsini dizidibinde yetiştirme imkanı bulamıyordu. Bunun için halîfeler istihdam edilirdi. Mesela Aziz Mahmud Hüdayî hazretlerinin Osmanlı ülkesinin muhtelif bölgesinde altmışı aşkın, Mevlana Halid Bağdadî’nin ise yüzlerce halîfesi vardı. Bu halîfeler aracılığı ile müridlerini kontrol imkanı bulurlardı. Bugün de yapılan odur. Şeyhler her bölgede tarikatına bağlı müridlerini orada bulunan halifeler aracılığıyla eğitmektedirler. Halîfeler çözemediği meseleleri şeyhlerinden öğrenmekte ve zaman zaman şeyhleriyle görüşmelerinde karşılaştıkları sıkıntılara çözüm aramaktadır. Hilafetle görevli kişiler bazan da çok yetenekli gördükleri şahısları şeyhlerine göndererek onun katkısıyla daha da ilerlemesini sağlamaktadırlar. Şeyhe yapılan intisab ile halîfesine yapılan intisab arasında manevî yükseliş açısından fark olmaz. Önemli olan müridin teslîmiyyetidir. Çünkü halîfeye yapılan intisabı şeyhe, şeyhe yapılanı peygambere yapılan intisab gibi düşünüp feyz almaya çalışmalıdır.

– Bir şeyhe intisab etmeden İslamî bir zühd hayatı yaşanamaz mı?

– Bir şeyhe intisab etmeden İsîamî bir zühd hayatının yaşanması elbette mümkündür. Ama zordur. Çünkü zühdî hayatın özellikle dünyaya direnç gösterme, dünya sevgisini gönülden çıkarma boyutu oldukça zor bir iştir. İnsan çok kolay bir biçimde çevrenin etkisinde kalan bir yapıya sahiptir. Bu bakımdan dünyaya ilginin çok olduğu ortamda bir örnek şahsiyet olmadan ibadet ve taata yönelişte model şahsiyet bulunmadan direnç zayıf olur.

– Bir mürşid-i kamile bağlanmış olan bir şahıs bilahare o yolu bırakırsa ma’nevî açıdan cezası nedir?

– Bir mürşid-i kamile bağlanarak ondan belli bir ders ve manevî eğitim almaya başlayan kimse bunu bırakınca elbette en azından verdiği sözden döndüğü için vebaldedir. Ayrıca “İbadetlerin en hayırlısı az da olsa, devamlı olanıdır.” (Buhari, İman, 32) hadisi gereği başlanmış bir ibadet hayatını terkettiği için manevî bir sorumluluk yüklenmiş olur. Başlanan nafile ibadet kişiye vacib olur.

 – Hanımların kocalarının izni olmadan tarikata girmeleri caiz midir? Kocasının izni olmakla birlikte hanımların evlerinin vazifesini ve kocalarını ihmal edecek kadar kendilerini evrad ve ezkara vermeleri caiz midir?

– Hanımların her türlü maddî ve manevî işte kocalarıyla istişare ederek hareket etmeleri en güzel yoldur. Tasavvuf ve tarîkat bir gönül ve vicdan işi olduğundan kadınların kocalarının hizmetlerini ihmal etmeden, onların tecessüs ve kuşkusunu uyandıracak bir yanlışa düşmeden tarikata girmelerinde bir mahzur yoktur. Tarikat ve ruhî hayat, kalbî hayatı dolu dolu yaşamaktır. Bu da farzlardan ve kocasının hizmetinden artakalan zamanda olmalıdır. Bir hanım için birinci vazife evi, eşi ve çocuklarıdır. Bunlarla ilgili bir ihmale düşmeden bir hanımın evrad ve ezkarı ile uğraşması mahzurlu değildir. Atalanmız ne güzel söylemişler: “Eve lazım olan camie haramdır.” Ancak bizler çoğu zaman ehem ile mühimi birbirine karıştırırız. Bu telakkîye göre öncelikleri birbirine karıştırmadan hareket etmek şartıyla bir mahzur olmaz. Değilse mahzurludur.

– Biz hanımların dünya telaşı biraz fazla oluyor. Bu yüzden aldığımız evradı çekemediğimiz zamanlar oluyor. Bu durumlarda ne yapacağız? Evradınını kaza edecek miyiz? Ahirette bu alıp yapamadığımız evradın suali olacak mı?

– Hanımların telaş ve meşguliyetinin fazla olduğu doğrudur. Bu telaşın çoğunun plansızlıktan olduğu da doğrudur. Özel manada tasavvuf ve tarikat, genel anlamda din, insanlara hayatı düzenli yaşamayı ve zamanı iyi kullanmayı telkin etmektedir. Bu bakımdan düzenli bir hayata ve zamanı iyi değerlendirmeye talip, tarikata girmiş kardeşlerimizin zamanı kullanma konusunda daha dikkatli olmaları gerekir. Alınan evrad ve ders bir emanettir. Eğer çeşitli sebeplerle vaktinde yapılamamışsa ilk fırsatta kaza edilmelidir. Terketmek bir defa da olsa, insanın gündemine girerse ondan sonra yol oluverir, insanın kendi iradesiyle alıp başladığı ve hayatının bir parçası olmak üzere manevi bir taahhüdde bulunduğu evradını terketmesi herhalde ahirette sorgu ve suali mûcib olacaktır. Çünkü insan böyle bir görevi almakla nafile olan bir işi kendisine vacip kılmış oluyor.

– Nefy ve isbat ne demektir?

– Genel olarak “mahv ve isbât” olarak da kullanılır. O takdirde anlamı bir şeyin izi kalmayacak derecede ortadan kalkması, sonra yeniden var olması, demektir. Allah’ın yüksek derecedeki kullarını kendi katına çekip onların nefslerini nefy ve mahv (yok) etmesi ve onları kendi katında var etmesi (isbat)’dır. Özel olarak Nakşbendiyye tarikatında “tevhid zikri”ne verilen addır. Tevhid zikrinin “lâ ilâhe” kısmı nefy, “illallah” kısmı ise isbattır. Nefy ve isbat zikri letaifin çalışmaya başlayarak sadrın genişlemesinden sonra telkin edilen zikir şeklidir. Dil damağa yapıştırılıp nefes tutularak yapılan bu zikir şeklinde salik, “la ilahe” nefy kısmında gözünden bütün fanî varlıkların silindiğini düşünür ve gönlünde sadece Allah sevgi ve zikrinin kalması için “illallah” isbatı ile darb edasıyla kalb bölgesine doğru yoğunlaşır. Zikrin yapılış tarzını şeyh ve halîfeleri tarif ederler. Bizim burada cevap olarak söyleyeceğimiz bu zikrin insanda meydana getireceği teksif ve gönülden çıkaracağı mâsiva duygusudur.

İCÂZET – SİLSİLE İLE İLGİLİ MESELELER

– Tasavvufun çıkışını Hz. Ali ile Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e dayandırıyorlar. Ama biz tasavvufun Hasan Basri zamanında ortaya çıktığını biliyoruz. Bunu ilmî olarak nasıl açıklayabiliriz?

– Tasavvuf ile ilgili bazı soruların cevaplarında da belirttiğimiz gibi tasavvuf muhtevası, telkin ettiği zühd ve takva duygusu, insanları ulaştırmayı hedeflediği ihsan ve rabbanîlik gibi konular itibarıyla Kur’an’da ve asr-ı sadette Allah Rasûlü ve ashabının hayatında vardı. Çünkü tasavvuf Hz. Peygamber’in manevî ve ruhanî otoritesinin müesseseleşerek devam eden şeklidir. O’nun manevi otoritesi kendisinden sonra bu işe ehil sahabîler tarafindan devam ettirilmiştir. Ancak bu otoritenin devamı olan silsilelerden bugün ancak ikisi kalabilmiştir. Bu silsilenin başı Allah Rasûlü’dür. Hasan Basrî değildir.

Tarikat silsilelerine de bakılacak olursa silsilede Hasan Basrî’nin Hz. Ali’den sonra yer aldığı ve ilk halkanın Allah Rasülü olduğu görülmektedir. Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri dışında bir de halleri vardı ki bunlar ancak O’nun yanında bulunmak bahtiyarlığına erenlerin hissedebilecekleri şeylerdir. Sahabîliğin şerefi de oradan geliyor: Cenab-ı Peygamber’in güzel yüzüyle birlikte dışına yansıyan, hissedilen fakat anlatılamayan hallerini idrak etmek. Bu hallere şahid olan sahabîlerden herbiri bunu çevresindeki insanlara yansıtmışlar ve o duygu halesi bir teselsül ile devam etmiştir. Bu konuda en etkili şahsiyetler olarak Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali’nin silsileleri günümüze kadar devam etmiştir. Nakşbendîlerin hafî zikrinin sahabeden temsilcisi Hz. Ebû Bekir idi. Çünkü o, hicrette Sevr mağarasında Allah Rasûlü’nden: “Mahzun olma Allah bizimle beraberdir (maiyyet).” (et-Tevbe, 9/40) ayetiyle hafî zikri ve Allah ile birliktelik telkinini almıştı. İslam ile müşerref olan Hz. Ömer’e ilk tevhid zikrini telkin eden de Allah Rasûlü’dür. Hz. Ali ve diğer sahabîlerin bile Allah Rasûlü nezdinde toplu zikir telkinine muhatab oldukları bilinmektedir. (bk. İbn Hanbel, Müsned, IV, 124)

– Nakşbendiyye tarikatı, Halid Bağdadî’ye kadar tek silsile geldiği halde ondan sonra bir çok silsilenin ortaya çıkmasının hikmeti nedir?

– Nakşbendiyye silsilesi Mevlana Halid Bağdadî’ye kadar da tek silsile değildir. Gerek Ortaasya ve Hindistan’da, gerekse Anadolu ve Balkanlar’da Ahrariyye, Hacegân ve Müceddidiyye gibi kolları vardır. Tarikatlar şeyh ve pirlerinin ictihadlarıyla bir takım özellikler kazanmış ve yeni isimlerle anılan şubeler olarak faaliyet göstermişlerdir. Aynı durum diğer tarikatlar için de sözkonusudur. Nakşbendiyye’nin Halid Bağdadî hazretlerinden sonra Osmanlı ülkesinin her yöresinde pek çok temsilcilerinin bulunması ve medrese mensuplarınca da tasvip gören bir konumda bulunması, bağlılarının sayısını birdenbire artırmıştır. Halid Bağdadî’nin yüzlerce halîfesini imparatorluğun her bölgesine göndermesi, tasavvuf ve tarikatlarda yeni bir canlanma meydana getirmiştir. Yeniçeri ocağı ile birlikte Bektaşî tekkelerinin kapatılması ve oralara Halidî şeyhler tayin edilmesi, tarikatın etkinliğini artırmış; bu yüzden Halidî şeyhlerinin büyük bir kısımına izafetle tekkeler açılmış ve şubeler kurulmuştur. İstanbul’da bile dört Halidî tekkesi ve dört kol meydana gelmiştir. Bunlardan en eskisi Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin kurduğu Gümüşhaneli dergahı, ikincisi M.Es’ad Erbilî’nin temsil ettiği Kelamî dergahı, üçüncüsü Eyup’ta Abdülhakim Arvasî’nin yürüttüğü Kaşgarî tekkesi, dördüncüsü ise Fatih-Çarşamba’daki Mustafa İsmet Efendi dergahıdır.

Vefat eden şeyhin yerine geçen halîfeler yeni yeni şubeler oluşturarak silsilede çoğalmalar meydana gelmiştir. İcazet ve ehliyet şartları tamam olduktan sonra bunun mürîdanı kontrol açısından faydası vardır.

– Tasavvufta “seyyidlik” nedir? Seyyidliğin değeri ve şartı nedir?

– Tasavvufta büyük şeyhlere genellikle “Seyyid” adı verilir. Asıl seyyidlik Hz. Hüseyin soyundan gelenlere verilen addır. Hasan soyundan gelenlere “Şerif” denir. İlk tarikat kurucusu sayılan Abdülkadir Geylanî ve Ahmed er-Rifaî’nin “seyyid” olduğu bilinmektedir. İlk pirlerin “seyyid” olması, sonraki pirlerin de “Seyyid” adıyla anılması geleneğini doğurmuştur. Tasavvufta tarikat pirlerinin ekserisinin adlarının başında bulunan “Seyyid” unvanı, maddî ve sulbî olmaktan çok manevîdir. Tarikatlarda şeyh, baba konumunda olduğu için o silsileye dahil olanlar o silsilenin evladları olarak görülür. Zaten Hz. Peygamber’in “Ben size babanız makamındayım.” (Ebu Davud, Tahare, 4) hadisi bu manevi ilişkiyi teyid etmektedir. Silsileye dahil olanlar Hz. Peygamber’in evladı konumunda olduğu için onlara seyyid unvanı verilir. Nitekim türk mutasavvıfı Aziz Mahmud Hüdayî:

    Ceddim u pîrim sultan sensin yâ Rasûlallah

diyerek seyyidliğini anlatmaktadır. Ancak elinde seyyidlik belgesi olmadığından onun bu siyadeti manevî sayılır.

Seyyidlik kayıtlarını tutan “Nakîbu’l-eşraflık” diye özel bir müessese kurulmuştur. Bu müessesenin görevi, haksız yere seyyidlik nimetlerinden yararlanmak isteyen kimselere engel olmak, seyyidlerin itibarını korumaktı.

RÂBITA – TEVECCÜH İLE İLGİLİ MESELELER

– Rabıta nedir? Rabıtasız olmaz mı? Rabıtanın ilmî delili var mı? Rabıta yaparken dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir? Resme yapılan rabıtanın hükmü nedir?

– Rabıta, bağ, alaka, sağlamlaştırma, vuslat, ve muhabbet demektir. Nasıl sevgi, sevgilinin hayalini, güzelliğini, hal ve hareketlerini düşünerek kalbi sevgiliye bağlamak demekse, rabıta da salikin mürşidine sevgiyle gönülden bağlanmasıdır. Rabıta fıtrî ve tabii bir olgu olduğu için insan olan yerde vardır. Rabıta ideal kahramanların ideal davranışlarından yararlanma, o kahramanlarla bütünleşme ve aynîleşme yoludur. Rabıta insanî bir insiyaktır. Fizik, içtimaî, ruhî ve ahlakî kişiliğin başkaları üzerinde olumlu, ya da olumsuz etkisidir. Her san’atın pir ve uzmanı, o ilim ve san’at mensupları için örnek ve ideal insandır. Tasavvufta hedeflenen insanı, kamil insanı yetiştirmek üzere müridlerin gönlüne kamil bir model konur ve mürid onunla aynîleşmeye çalışır. “Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar.” “Üzüm üzüme baka baka kararır.” gibi atasözleri kalbî bağlılık ve fizik beraberlik sonucu meydana gelecek etkileri ifade etmektedir.

Rabıtasız olmaz. Çünkü rabıtanın amacı gafleti kovup kalbin zulmetini defederek şeytanın vesveselerinden kurtulmak suretiyle “rabıta-i huzur’a ermektir. Yani salikin daima Allah’ın huzûrunda bulunduğu duygusuna ermesini sağlamaktır. Her an Allah’ı karşımızda görür gibi yaşamaktır. Bunu sağlamak zor bir iştir. Çünkü Allah müşahhas bir varlık değildir. Bunu kavramak için kulun zihnen ve manen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas bir objeye ihtiyaç vardır. Tasavvufta bu obje Allah’ın en mükemmel tecellîlerinin mazharı olan “insan-ı kamil” konumundaki şeyhtir. Sâlik önce bu insan-ı kamile, ardından Hz. Rasûl’e ve onun ardından Rabb-ı Müteal’e kalbini rabtetmeli ve bu suretle huzur-i kalbe erip fena fillah’a varmalıdır. Rabıtaya somuttan soyuta geçmek için ihtiyaç vardır. İnsanoğlu doğrudan “Her nerede bulunursa bulunsun Allah’ın huzûrunda olduğu” duygusunu canlı tutabilmede zorlanmaktadır. Buna muktedir olabilenler için rabıtaya ihtiyaç yoktur.

Rabıtanın müsbet ilim ve psikoloji açısından delilleri vardır. Çünkü rabıta bir bakıma başkalarına benzeme ve taklid arzusunun tezahürüdür. Çocuklukta anne babayı taklidle başlayan, öğretmen ve ideal şahsiyetleri taklidle gelişen benzeme duygusu, fıtrîdir. Her insanın hayatında bunun belli bir yeri vardır. Burada benzeme taklidle kasdedilen, gelip geçici hevesler türünden benzeme değil, aynîleşmedir. Zira basit taklidler gelip geçicidir. Onlara fantezi demek belki daha uygun olur. Aynîleşme ise taklidin bir ileri derecesidir. Aynîleşmede önce benimseme, sonra alışkanlık haline getirme sözkonusudur. İnsan karakteri başkalarının yaptıklarını aynen yapmak suretiyle farkına varmadan bir biçim kazanır. Kişinin şahsiyetinin dokunmasında sevdiğinin tavırları, önemli bir etki görür. Çünkü insan sevdiklerini önyargısız ve peşin hükümsüz benimser ve onlarla aynîleşir. Psikolojide buna “aynîleşme” (identification) denir.

Sûfilere göre rabıtanın nasıl yapılacağını ve nelere dikkat edilmesi gerektiğini şöyle özetleyebiliriz: Önce rabıta yapılacak kimse ahlakî kemale ermiş, müşahede mertebesine ulaşmış bir mürşid-i kamil olmalıdır. Sâlik bağlandığı böyle bir şeyhin huzûrunda ve gıyabında onun suret ve sîretini hayal etmeli, yanında iken takındığı tavrı gıyabında da sürdürmeye çalışmalıdır. Rabıtada önemli olan şeyhin suret ve sîretini hayalde muhafaza etmektir. Suret ve sîreti hayalde muhafaza duygusu, zamanla şeyhin ahlak ve özellikleriyle bezenmiş bir hale gelmeyi sağlar. Çünkü güçlü şahsiyetler daima diğerleri için ilham kaynağıdır. Bir mıknatıs gibi onları çekip etkilerler.

Sûfilerin rabıta için delil olarak öne sürdüğü bir takım ayetler vardır. Dileyenler onları adab kitaplarından görebilirler. (Ayrıca Altınoluk dergisi Nisan 1996 sayısında çıkan “Rabıta” makalemize de başvurulabilir.) Biz onları burada tekrar zikretmek yerine sadece iki hadise işaret etmek istiyoruz. Onlardan biri: “Salihlerin anıldığı yere rahmet iner.” (bk. Keştu’l-hafa, II, 70; 1772) hadisidir. Salihlerin sadece anılmış olması, Gazzali’nin de belirttiği gibi, rahmet-i ilahiyyenin inmesi için yetmez. Ancak bu anma ile birlikte gönülden onlara benzeme arzusu uyanırsa, böyle bir aktivite ve aksiyon, rahmet sebebi olur. İkinci hadis ise Hz. Hasan’ın dayısı Hind b. Ebî Hâle’den Hz. Peygamber’in hilyesini sormasıdır. Hz. Hasan’ın: “onun özelliklerini dikkate alıp kalbi bir bağ kurmak için onu bana tasvir etmeni istiyorum.” (bk. Buharî, Enbiya, 54: Müslim, Cihad, 105) sözü fiilen rabıtayı anlatmaktadır.

Resimle rabıta konusu ise putlarla mücadele eden bir dinin mensuplarının kafalarını karıştırıp endişeye sevkettiği için sakınılması gereken bir husustur.

– Rabıtanın gizli şirk olduğuna dair itirazlar var. Rabıtanın yanlış anlaşılmasında uygulanış ve algılamanın etkileri var mıdır?

– Rabıtanın şirk oluşu ile ilgili değerlendirmeler soruda da isabetle belirtildiği gibi, genellikle yanlış uygulama ve algılamalarla ilgilidir. Rabıta tabiî ve fıtrî bir olay olmanın ötesinde ibadetlerde tamamlayıcı bir unsur gibi görülünce, rabıta yapılan şahsın kul ile Allah arasında üçüncü ve aracı bir şahsiyet olduğu düşüncesi gündeme gelmiştir. Takdimdeki bir takım eksikliklerle uygulamadaki farklılıklar rabıtayı tartışmalı bir konu haline getirmiştir. Oysa fıtrî anlamıyla düşündüğünüz zaman rabıtasız insan yoktur. Herkesin bir rabıtası vardır. Çünkü her yiğidin gönlünde bir aslan yatar. Özellikle ibadete başlarken ve ibadet sırasında yapılan rabıtayı adeta ibadeti rabıta yapılan şahsa yapıyormuş şeklinde bir yanlış algılama rabıtayı sıkıntıya sokmuştur. Bir de rabıtayı bir kalbî sevgi gibi görmek yerine, özel bir ibadet biçimi gibi görenler çıkmıştır.

– En güzel rabıta ne şekilde yapılır?

– Rabıta bir bağdır ve üç çeşidi vardır:

1- Tabiî rabıta: Kişinin evladı ve yakınlarına duyduğu sevgi bağı,

2- Bayağı rabıta: Dünyevî şeylere duyulan ilgi,

3- Mukaddes ve ulvî rabıta: Allah, Peygamber ve salih kullara salahından dolayı duyulan sevgi. Rabıtanın bu derecesi makbul olan tasavvufi rabıtadır. Bunun da üç derecesi vardır:

1- Mübtedîlerin rabıtası: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buharî, Edeb, 96); “Herhangibir topluluğa benzemeye çalışan onlardandır.” (Ebû Davud, Libas, 4) hadisleri gereği, mürşide huzurda iken gösterilen edebi, gıyabında da göstermek ve bu suretle şeyhin boyasına boyanmaya çalışmak. (Fenâ fi’ş-şeyh)

2- Mutasavvıfların rabıtası: Hayatın her anında Rasulullah’ın huzûrunda gibi hareket etmek. Hz. Peygamber’in “üsve-i hasene”olan ahlakıyla bütünleşmek. (Fenâ fi’r-Rasûl)

3- Müntehîlerin rabıtası: “Nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir.” (el-Hadid,57/4); “Biz insanoğluna şahdamanndan daha yakınız.” (Kaf, 50/16) ayetlerinin sırrını idrak şeklindeki “rabıta-i huzûr’dur. (Fenâ fillâh)

Bu sıraya göre yapılan, ilki şeyhinin sûretini gözü önünde tahayyül etmek ve sonuncusu gönlü Allah île birlikteliğe açmak şeklindeki rabıta, gerçek ve en güzel rabıtadır.

– “Peygamber dururken mürşide rabıta yapılmaz, biz Peygamber’e rabıta yapıyoruz” diyenler var. Bunların durumu nedir?

– Yukandaki soruda da belirttiğimiz gibi gerçek rabıta Peygamber’e ve Allah’a yapılan rabıtadır. Bir insan böyle bir rabıtayı kurabiliyorsa zaten o işin zor kısmını halletmiş demektir. Hatta seyr u sülûk sırasında dersi murakabelere çıkmış ve murakabe-i ahadiyyet’te İhlas sûresinin manasını, murakabe-i maiyyette “Nerde olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (el-Hadid, 57/4) ayetinin anlamını, murakabe-i akrabiyyette “Biz insanoğluna şahdamarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16) ayetinin tefsîrini, murakabe-i muhabbette “Allah onları, onlar da Allah’ı sever” (el-Maide, 5/54) ayetinin manasını düşünen salikten rabıta düşer. Bu dereceye gelmiş birinin şeyhe rabıtada ısrarı şirk sayılır. Buradan rabıtanın amacının kişiyi tedricen bu duygulara yükseltmek olduğu anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca: “Biz Peygamber” dururken başkasına rabıta yapmayız” diyenler bunu bu anlamda söylüyorlar ve buna muvaffak olabiliyorlarsa ne ala. Ama sadece bir şeyhe bağlanıp rabıta yapmak nefslerine ağır geliyor da söylüyorlarsa o zaman da durum farklı. Çünkü sevgisiz ve teslimiyyetsiz rabıta olmaz.

  – Tasavvufla ilgili bir kitapta şöyle yazıyor: “Kişi namazı huşu île kılamıyor, Allah’ın huzûrunda olduğunu düşünemiyorsa, Peygamber Efendimiz’i düşünmeli; onu da beceremiyorsa şeyhini düşünmeli; sanki şeyhi onun önünde namaz kılıyormuş gibi düşünmeli ve utanarak namaz kılmalıdır.” Kaynak olarak İhyau ulümi’d-din gösterilmekte. Namazda bir insanı düşünmek nasıl oluyor. İzah eder misiniz?

– Alıntısını sunduğunuz bölümün kaynağını belirtmemişsiniz. İhya’nın kaynak gösterildiğine işaret etmişsiniz. Alıntıda yapılan sıralama bizim yukarıdan beri saydığımız tedricî ölçülere uygun düşmektedir. Çünkü hedef, huşu ile dîvan-ı ilahîde durmaktır. Bu olmayınca gönlü Allah Rasülü’ne rabtetmektir. İnsan kalbi değişkendir. Devamlı yeni şeyler düşünür ve havâtır kalbi işgal edebilir. Buna engel olmak için bir yoğunluk gerekiyor. Bunun için namazda olduğu bilincini diri tutacak araçlar bulmak gerekiyor. İnsanı en çok şoke edip ilgisini toplamaya yarayacak şey, çok sevdiği veya korktuğu şeylerle yüzyüze gelivermesidir. Namazda bir an şeyhi gözünün önünde canlanan kimse onun şok etkisiyle halinden ve gafletinden irkinp utanarak Allah’a yönelmeye çalışacaktır. Namazda kişinin şeyhini hatırlaması herhalde başka dünyalık şeyler hatırlamasından; işini, eşini, çoluk çocuğunu düşünmesinden daha iyidir. Namaza girerken veya namaz esnasında mahcûb bir eda ile şeyhini ve onun kendi önünde namaz kıldığını düşünmesi niye mahzurlu olsun. Çünkü zaten binbir türlü dünyalık insan zihninden eksik olmuyor.

– Adab kitabında rabıtayla ilgili bir yerde: “Şeyhinin suretini iki gözü arasında tahayyül etmek” şeklindeki bir ibare, dinleyenlerden birinin zihninde şöyle bir soru uyandırdı: “İnsanın alnı secde mahallidir. Allah’tan başkasını oraya yakıştırmak uygun olur mu?”

– “Şeyhinin suretini iki gözü arasında canlandırmak” ibaresinden kasdedilen, şeyhini gözünün önünde hayal etmektir. Hatta şeyhiyle gözgöze geldiğini düşünmektir. Çünkü insanların birbirleriyle iletişimde en etkili organ gözdür. Modern psikolojide iletişimin konuşmadan çok, göz ve yüz ifadeleriyle anlatılan sessiz mesajlarla olduğu kabul edilmektedir. Sevgi ve şefkat dolu tebessümlü bakışların insanı ne kadar etkilediğini herkes bilir. Mürid yüzünü her zaman göremediği şeyhinin suretini gözünün önünde canlandırarak sevgi duygusunu canlı tutar. İnsanı alıcı yapan söylenen sözden çok ortamdır. Ortamı hazırlayan da bütün duyu organlarını kalbe yardımcı hale getirecek bir yoğunlaşmadır. Eşrefoğlu’nun “Dil dudak deprenmeden sözden anlayan gelsin” sözü, ortamın iletişimdeki etkisini gösteriyor. Yoksa şeyhin iki göz arasında hayal edilmesi, secde mahalli olan alna bir beşerin yerleştirilmesi demek değildir. İnsan olaya nasıl bakarsa öyle görür. Ona göre sonuçlar çıkarır. Bunlar genellikle rabıtanın şirk olduğunu isbata soyunmuş kimselerin kasıtlı beyanlarının insanlarda bıraktıkları izlerdir.

– “Suret rabıtasında rabıta ettiren layık olmazsa rabıtanın hüsran ile neticeleneceği” söylenir. Hüsrandan maksad nedir?

– Adab adıyla terceme edilen el-Behcetü’s-seniyye‘de Mevlana Halid Bağdadî’nin bir halîfesine yazdığı mektup sûretinde bu konuya açıklık getirilmektedir: “Tarîkatımızın muhakkıkları sarahaten beyan etmişlerdir ki, vücüdundan fani olmayan bir kimseye rabıta etmek, rabıta edeni menzil-i maksuda ulaştırmaz. Bilakis onu içinden çıkamıyacağı vartalara düşürür. Bizim sizden beklediğimiz bizden selam ve kelamı kesmemenizdir. Mürüvvet ve vefakarlık göstermek ahdinizin gereğidir. Sık sık yanımıza gelin. Bu mümkün olmazsa bu fakîr-i kıtmîre yazılı olarak başvurun. Bizim ihvanımızdan öyleleri var ki, sizden çok daha fazla meşakkat çekmiş olmalarına, bizimle sohbet, bize tabi olma ve hizmet cihetinden sizden çok daha önde bulunmalarına rağmen bizim işaretimiz olmayınca hareket etmezler. Bilesin ki bu tarikat, kendisini şeyh sananların oyuncağı değildir. Gözlerinin önünde suretiniz zahir olsa bile, müridlerinizin size rabıta etmelerine müsaade etmeyin. Zira bu işiniz, size iblisin tuzağıdır. Hiçbir kimseye de sizin halifeniz olduğunu söylemeyin. Çünkü bu hususta bizden izin almanız gerekir.”

Mektuptaki ifadelerden daha yolun başında olduğu halde bazı yüksek görünen haller arız olan nâkıs kimselerin kendilerine rabıta yaptırmaya kalkışmaları, hem kendilerini hem müridlerini tehlikeye düşüreceği anlaşılmaktadır. Henüz gerekli olgunluğa ermemiş ve irşad liyakati sabit olmayan müteşeyyihlerin rabıta yaptırmaları kendileri açısından bir benlik iddiası olacağından hüsran sebebi olur. Liyakatsizliği başkalarını da saptırmak suretiyle manevî hüsranına sebep olabilir. Çünkü rabıta ile mürid, şeyhinin sûretini gözünün önünde tahayyül edecek. Henüz kendisi olgunlaşmamış nakıs birinin böyle düşünülmesinin ne tür bir tahribat yapabileceğini kestirmek zor değildir.

– Silsile inkıtaâ uğrayıp mürşid yetişmeyince yıllar önce ölmüş kişiye rabıta yapılır mı? Yapılırsa silsileyi devreden çıkarıp doğrudan Hz. Peygamber (a.s.)’e rabıta yapsak daha iyi olmaz mı?

– Rabıta, kamil bir mürşidle kalbî bağ kurmak demektir. Bu bağın, en kolay biçimde kurulmasını sağlayan elbetteki hayatta olan mürşiddir. Silsile ve rabıta zaten geçmiş mürşidlere ve Peygamberimiz’e doğrudan kalbî bağ kurmada acze düşüldüğü için tavsiye edilmiştir. Meşayıh arasında ölmüş bir mürşid-i kamile rabıta yapılabileceğini, önemli olanın rûhaniyet olduğunu ve bu rûhaniyetle irtibat kuran kimselerin bunu yapabileceğini söyleyenler vardır. Ancak yaygın olan görüş rabıtanın yaşayan bir mürşide yapılmasıdır. Ölmüş bir şeyh yerine doğrudan Hz. Peygamber’e rabıta yapmak -eğer yapılabilirse- elbette daha iyidir.

– Teveccüh ne demektir?

– Teveccüh yöneliş demektir. Genelde Hakk’a yöneliş ve kalbî alaka için kullanılır. Müridin mürşidine bağlanıp yönelmesi anlamında kullanıldığı gibi, mürşidin müridini karşısına alıp ona nazar etmesi anlamında da kullanılır. Bu manadaki teveccüh için: “Allah Teala benim sadrımı ne ile doldurdu ise, ben onu aynıyla Ebû Bekr’in sadrına ilkâ ettim.” (bk. Mevsûa etrâfi’l Hadis, XI, 156) hadisi delil sayılmıştır. Mürşidin nazar ve nefesiyle müridini etkileyip onu bir bakıma ruhî yükselişe hazırlaması, güneşe tutulan büyüteçlerin yoğunlaştırdığı güneş ışınlarının, temas ettiği maddeleri yakmasına benzer. Teveccüh daha çok Nakşbendîlikte kullanılan bir kavramdır. Teveccühün müridden mürşide doğru olanı “rabıta-i muhabbet” denilen şekildir. Mürid, mürşidinin rühaniyetine muhabbet yoluyla teveccüh edince mürşidin rûhaniyeti onun batınında feyz tesiri gösterir. Bu feyz, beşerî zaaf ve sıfatları izale ederek mürid, tedricen şeyhinin boyasına boyanır. Bu sevgi sonucu meydana gelen kalbî beraberlik, şahsiyet transferi ve aynîleşmeyi doğurur.

SOHBET İLE İLGİLİ MESELELER

– Sohbet ve adabı nedir? Bilgi verir misiniz?

– Sohbet beraber bulunmak, arkadaş ve dost olmak anlamınadır. Peygamber, mürşid, muallim ve üstadla fizikî beraberlik sohbet kelimesiyle ifade edilmiştir. “İmanla Hz. Peygamber’i gören, onunla beraber bulunan ve bu imanla ölen” kimselere verilen “sahabî” adı, sohbet kökündendir. Hz. Peygamber, ashabını sohbetle yetiştirmiştir. Sohbette hem sözlü eğitim, irşad ve tebliğ vardır, hem de hal eğitimi ve manevî yansıma vardır. Şeyh veya görevlendireceği bir vekili vasıtasıyla ihvanın belli zaman ve mekanlarda bir araya gelmesi söz, fiil ve hal ile etkileşimdir. İnsanın ahlak eğitimi ve manevî terbiyede kabiliyetlerini ortaya çıkaracak ve geliştirecek bir aşıya ihtiyacı vardır. Bu aşı yetişkin, kemal ehli kişilerle beraber bulunmaktır. Allah dostlarının lafızları ve sözleri kadar nazarları ve halleri de etkilidir. Sıdk makamına eren insanlar kâl lisanından çok hâl diliyle konuşurlar. Zaten fiilleri ve hali etkili olmayanın söyledikleri hiç etkili olmaz. Sözün nûranîliği, kalbin nûranîliği kadardır. Beşerî eğitimde en etkili yöntem, örnek olma verilen eğitimdir. “Mümin müminin aynasıdır.“(Ebu Davud, Edeb, 49) hadisinde ifade edildiği şekilde kişinin güzel huylarla bezenmesi o huylara sahip, temiz kimselerle bir arada bulunmasına bağlıdır. Nitekim Kuran’da: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve sadık, salih kimselerle beraber olun!” (et-Tevbe,9/119) ayeti insanların iyilerle birlikte bulunmasını emrederken “Hatırladıktan sonra zalim kavmin yanında oturup kalma!” (el-En’am, 6/68) ayeti nefsine karşı zalim kimselerle uzun boylu sohbet ve ülfeti yasaklamaktadır.

Sohbetin bir eğitim aracı olarak kullanılması özellikle tarikatların ortaya çıkışından sonraki döneme rastlar. Nakşbendiyye tarikatı, kurucusu Şah-ı Nakşbend hazretlerinin “Tarîk-ı ma der-sohbet’est” (Bizim yolumuz sohbet yoludur) sözü bu tarikatta “sohbet ve maıyyet” usulünü öne çıkarmıştır. Eğitim amacıyla gerçekleştirilen sohbet toplantılarından azamî istifadenin sağlanması için şu hususlara dikkat edilmesi üzerinde durulmuştur:

 Sohbete Gelirken
1- Sohbet günü iştiyakla beklenmeli ve abdestle gidilmeli,
2- Sohbete katılan herkesi kendinden üstün görmeli,
3- Sohbete gelirken sağda solda oyalanmamalı,
4- Sohbete Hakk’ın rızasını kazanmak ve kardeşleriyle ülfet etmek için gitmeli,
5- Kafasında ve gönlündeki takıntıları bırakarak sohbete katılmaya çalışmalıdır.

Sohbet Sırasında
1- Sohbete tayin edilen vakitte gelmeli mürid sohbete, geç kalmış ve sohbet başlamışsa hemen boş bir yere oturmalı, selam ve musafaha ile sohbeti kesmemeli,
2- Sohbetle vazifeli şahsın yanına, yer gösterilmeden oturmamalı,
3- Sohbet için oturur oturmaz gözler yumulu, eller dizüstünde, teveccüh ve rabıta ile sükunet ve kalb huzuru içinde sohbeti dinlemelidir,
4- Sohbeti mürşidi yapmıyorsa bile mürşidinden dinliyormuş gibi dinlemeli,
5- Sohbet sırasında soru sorulmamak, sorular özel meclislerde veya sohbet sonunda sorulmalı,
6- Sohbet süresince mümkünse iki dizi üstünde, değilse en uygun bir şekilde ve edeble oturmalı,
7- Sohbetlerde boş ve faydasız söz konuşmamaya; gıybet ve dedikoduya, politikaya girmemeye dikkat etmelidir.
8- Sohbet bittikten sonra selamlaşarak dağılmalıdır.

– Tasavvufta, kalbi kara insanlarla oturmanın manevi hali etkileyeceği ve bundan sakınılması gerektiği belirtiliyor. Eğer biz, bu insanlardan kendimizi sakınırsak, bunlara kim yol gösterecek?

– Tasavvufta sohbet ve arkadaşlık açısından insanlar dört gruptur;

1- Arkadaşlık ve sohbeti ilaç mesabesinde olan kişiler. Bunlar müridlerinin hastalıklanna göre ilaç veren mürşidlerdir.

2- Arkadaşlık ve sohbeti gıda gibi olanlar. Bunlar da ihvan ile mümin insanlardır. Onlarla birliktelik insanın manevi hayatını ve ruhunu besler. Bu yüzden gıda sayılmıştır.

3- Arkadaşlık ve sohbeti mikrop gibi olanlar. Bunlar fasık ve facir insanlardır. Haramları açıkça işleyen, farzları yapma kaygısında bulunmayan, günaha dalmış kişilerdir. Böylelerinin kötü tavır ve alışkanlıkları bir mikrop gibi insanlara bulaşır.

4- Arkadaşlık ve sohbeti zehir gibi olanlar. Bunlar da inançsız, mülhid ve ateist insanlardır. Öylelerinin iman nûrundan mahrum ve inkar ile kararmış kalbleri, bir zehir gibi çevresini etkiler.

Sorunuzdaki “kalbleri kararmış insanlar” bu tasnifte üçüncü, hatta dördüncü gruba girdiğinden bunlardan hazer edilmesi gerekir. Ancak bu insanlardan sakınılması, bunları büsbütün terketmek anlamına gelmez. Burada ifade edilmek istenen, özellikle henüz imanda kemale ermemiş ve sülûkün başında bulunan kimselerin bu kişilerle yakın temas ve dostluk kurmamalarıdır. Yoksa seyr u sülûkte belli mesafe almış kimselerin bu kişilere ulaşması ve onları irşad çerçevesi içine alması gerekir. Ama henüz kendi problemini halletmemiş kişilerin böyle bir işe kalkışmaları gerekmez. Faydalı da olmaz. Sonra yasaklanan dostluk ve arkadaşlıktır. Hiç görüşmemek, küs gibi davranmak hoş değildir. Çünkü müslüman herkese hüsn-i muamele ile en iyi tebliği yapmış olur.

ZİKİR İLE İLGİLİ MESELELER

    – Zikir nedir, nasıl yapılır? Efdal olan zikir hangisidir?

– Zikir, hatırlamak, zihinde tutmak, yad etmek, unutmamak ve anmak anlamına Kur’an kaynaklı bir tasavvuf kavramıdır. Bütün tasavvuf büyükleri ve tarikat ricali, zikri, yollarının temel esası saymışlardır. Zikir, çeşitli türevleriyle (iştikak) Kur’an’da 250’den fazla yerde geçmektedir. Sofiler zikri “Elest bezmi”ni ve orada verdiğimiz sözü hatırlamak olarak anlamaktadırlar. Sema ise: “Elestü bi-rabbiküm” hitabını duymaktır. Kur’an’ın kendisi ve emirleri hep bu ilahî mukaveleyi hatırlatan birer zikirdir. Bu yüzden Kur’an bizzat kendisini ve namazı da zikir olarak adlandırmıştır. Buradan amacın “elest bezmi” sözleşmesini unutmamak olduğu da anlaşılmaktadır. Mutasavvıflara göre gerçek zikir, Allah’ı şiddetle sevmek, O’ndan nasıl korkulmak gerekiyorsa öyle korkmak ve gaflet meydanından müşahede semasına yükselmektir. Ya da Mezkur; yani Allah’dan başkasını unutmaktır. Çünkü Allah “Unuttuğun zaman rabbını zikret! (hatırla)” (el-Kehf. 18/24) buyuruyor. Kur’an’da iki tür zikir emri vardır: Mutlak ve mukayyed zikir. Kur’an’da herhangi bir kayıt belirtmeden mutlak manada ve çok çok zikretmeyi emreden ayetler vardır. (bk. Alü İmran, 3/41: el-Ahzab. 33/41: el-Cum’a, 62/10) Bunların emrettiği zikir, gafletin zıddı anlamındaki kalbî zikirdir. Allah’ın adının anılmasını emreden (el-Müzzemmil, 73/8; ed-Dehr. 76/25) ayetler ise kalbî manada zikre muvaffak olamayanlara dil ile zikretme kolaylığı sağlamakta ve bir bakıma kalbî zikre hazırlık yaptırmaktadır.

Zikirden maksad Allah’ı hiç unutmamak olduğuna göre, zikrin efdal olanı kalbî ve hafî olanıdır. Ancak cebrî olarak yapılan zikirlerin herbirinin salikin durumuna göre ayrı özellikleri vardır. Tevhid zikrinin kalbi masivadan temizlemede, lafza-i celal zikrinin kalbî zikre ermede ayrı bir yeri vardır. Bunlardan hangisinin kime ne kadar yararlı olacağını mürşidler tayin eder.

– Hz. Peygamber (s.a.), sahabîlerine hergün çekmeleri için belli bir vird vermiş midir? Veya onlara kendisini rabıta veya vesile ederek Allah’a dua etmelerini söylemiş midir? Açıklar mısınız?

– Hadis kitaplarında Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin, günde yetmiş veya yüz defa tevbe ve istiğfar ile meşgul bulunduğunu gösteren (bk. Buhari, Deavat, 3; Tirmizi, Tefsiru sûre, 47; İbn Hanbel, IV, 261)rivayetler bulunduğu gibi, önce fakir sahabîlere özel olarak, daha sonra diğer sahabîlere ve bütün ümmete öğretip benimsettiği tesbîhat (otuz üç kerre sübhanallah, 33 kerre elhamdu lillah, 33 kerre Allahu ekber) vardır. Hemen bütün hadis kaynaklarının naklettiği bu rivayetten başka Hz. Peygamber’in özel olarak bazı sahabîlere bir takım evrad verdiği de görülmektedir. Nitekim Ahmed b. Hanbel’in tesbitine göre Ebû Talib’in kızı Ümmühâhî şöyle anlatıyor:“Allah Rasûlü bir gün evimizi teşrif etmişti. Ben kendisine: “Ya Rasulallah, artık yaşlandım ve zayıfladım. Bana oturduğum yerden yapabileceğim bir amel tavsiye etseniz.” dedim. Şöyle buyurdular: “Yüz kere sübhanallah de!.. Yüz kerre elhamdu lillah de!.. Yüz kerre de la ilahe illallah de!..” (bk. Müsned, VI, 344)

Peygamberimiz’in kendisini vesîle ederek dua etmesini emrettiğini gösteren şöyle bir rivayet vardır. Gözleri kapanan bir adam Peygamberimiz’e gelerek: “Ya Rasulallah gözlerim kapandı. Benim için dua buyur.” dedi. Peygamberimiz şu karşılığı verdi: “Abdest al, iki rek’at namaz kıl, sonra da şöyle de: Allah’ım peygamberin Muhammed ile sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için senin şefaatçi olmanı istiyorum. Allah’ım onun hakkımdaki şefaatını kabul buyur.” Ardından Hz. Peygamber şöyle ilave etti: “Bir ihtiyacın olduğu zaman hep aynısı yap!” Bu olaydan sonra adamın gözleri açılmıştır. (bk. Tirmizi, Deavat, 49; İbn Mace, İkame, 5; İbn Hanbel, IV, 138)

AYİN – SEMA İLE İLGİLİ MESELELER

– Ayin ve sema nedir?

– Tarikatlarda topluca yapılan zikre genellikle ayin veya sema adı verilir. Ayin merasim, adet, tören ve şölen anlamlarına Farsça bir kelimedir. Sema ise işitmek, işittirmek ve dinlemek anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Daha sonraları, önce musiki ve ilahî dinlemek anlamına, ardından da musiki ve musiki ile birlikte yapılan ritmik hareketler anlamına kullanılmıştır. İlk devir sûfileri, meclislerinde Kur’an’dan sonra güzel sesli kimselerden Allah ve Peygamber sevgisini anlatan ahiret ve ölüm konularını işleyen manzum ve mensur parçalar dinlerdi. Güzel sesle okunan Kur’an ve ilahîleri dinlerken de “Elest bezmi” hatırlanıp “Elestü bi-rabbiküm” hitabı fiilen duyulmak istenirdi. Bu amaçla başlayan bu zikir toplantıları, her tarikata göre ayrı adlar alarak kendi usul ve yöntemlerine göre şekillenmiş oldu. Mesela Mevlevîlerin zikrine sema, Kadîrilerinkine devrân, Sa’dîlerinkine kıyâm, Nakşîlerinkine hatm-i hâcegân gibi adlar verildi.

 – Hatm-i hâcegân nedir? Peygamberimiz ve hulefa-i raşidînden örneklendirir misiniz?

– Hatm-i hâcegân Nakşbendiyye tarikatında toplu zikre verilen addır. Hz. Peygamber ve hulefa-i raşidîn döneminde böyle bir uygulamanın olup olmadığını soruyorsunuz. Asr-ı saadette bizzat Hz. Peygamberin toplu zikir yaptırdığını gösteren rivayetler vardır. Ahmed b. Hanbel’in naklettiği bir olay şöyledir: “Şeddad b. Evs anlatıyor:

Hz. Peygamberle beraber bir evde idik. Bize sordu: “İçinizde garib; yani ehl-i kitaptan bir kimse var mı?” Biz: “Hayır” dedik. Sonra kapıyı kapatmamızı emretti ve şöyle dedi. “Ellerinizi kaldırın ve Lâ ilahe illallah deyin.” Ellerimizi kaldırdık ve la ilahe illallah dedik. Sonra Hz. Peygamber: “Allah’a hamdolsun. Ya Rabbi, sen beni bu kelime ile gönderdin, bana bunu emrettin ve onda bana cenneti vaad ettin. Sen vaadinden dönmezsin.” dedi. Sonra da şöyle buyurdu:“Sevinmez misiniz, Allah sizin hepinizi afvetti” (Müsned, IV, 124) Bu hadiste geçtiği gibi insanların tevhid kelimesi veya başka ilahî isimlerle zikretmek üzere bir araya gelmeleri sünnetteki uygulamaya uygundur. Allah Raslü’nün “İçinizde yabancı (garib) var mı?” buyurarak aralarında yapacakları işi yadırgayacak bir kimsenin bulunup bulunmadığını kontrol etmesi, Hatm-i hacegana ehl-i tarik olmayan yabancıların alınmamasının dayanağıdır. Toplu zikrin asr-ı saadetteki bir başka örneği Ebû Saîd el-Hudrî’den gelen bir rivayette anlatılmaktadır. Bu rivayete göre Allah Rasûlü birgün halka teşkil etmiş bulunan bir sahabe topluluğunun yanına vardı. Onlara niçin böyle oturduklarını sordu. Onlar da: “Kendilerine başta İslam olmak üzere pekçok nimetler veren Allah’ı zikretmek için bir araya geldiklerini” anlattılar. Peygamberimiz tekrar: “Siz gerçekten sadece Allah’ ı zikretmek için mi toplandınız?” diye ısrarla sorunca sahabîler: “Vallahi sadece bu maksadla bir araya geldik.” diye yemin ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Israrla sormam sizi itham ettiğim için değildi. Cebrail bana: “Allah’ın sizlerle meleklerine karşı iftihar ettiğini haber verince ben de sizin tam olarak ne ile meşgul olduğunuzu anlamak istedim.” (bk. Müslim, Zikir, hadis: 2701) buyurdu.

MÜCÂHEDE – RİYÂZAT İLE İLGİLİ MESELELER

– Mücâhede ve riyâzat ne demektir?

– Mücahede insanın nefsinin arzularına, kötü isteklerine ve şeytanın isteklerine karşı direnip savaşması demektir. Bu savaşın silahı ibadetler, zikir, tesbih ve duadır. Nefs düşmanına bu silahlarla saldırıp onun ikmal kaynağının etrafını riyazat mayınları ile döşemek gerekir. Riyazat ise nefsin ve tenin isteklerini kesmek, asgarîye indirmek ve ona zor gelen şeyleri yaptırmaktır. Az yemek, mideyi doldurmamak, az uyumak ve bu suretle nefsi inceltmektir. Mücahedeye nefs ile cihad da denir. Mücahede ve riyazat birbirine yakın anlamlarda iki kavramdır. Mücahede nefsi iyiliğe zorlamak, riyazat ise onu bu işe alıştırmaya çalışmaktır. İşin başı mücahede, devamı riyazat, neticesi müşahededir. Nefs ile mücahedenin genellikle kabul edilen görüşe göre üç riyazat özelliği vardır: Az yemek, az uyumak ve az konuşmak. Bunlara bazan halktan uzaklaşma anlamına halvet ve çileyi katanlar da vardır.

– “Bir lokma, bir hırka” düşüncesi İslam’a uygun mu? Tasavvuf insanı pasifîze eder mi? Veya hayatın belli alanlarından çekilmesini temin ederek başarısızlığına sebep olur mu?

– Önce “bir lokma ve bir hırka” sözünün nereden çıktığına bakalım. Bir hadiste Allah Rasûlü şöyle buyurur: “Şu üç şey müstesna kıyamet günü herşeyden sorulacaksınız: Sırtınızı örtecek bir hırka, açlığınızı giderecek bir kaç lokma ve soğuk sıcaktan koruyacak bir yuva.” (bk. İIbn Hanbel, V, 81) Tekkeleri ve camileri, dervişlerin ve müminlerin evi sayarsak hadise göre insanın aslî ihtiyacı olarak bir lokma ve bir hırka kalıyor. Şunu da gözönünde bulundurmak gerekir: Sofiler “bir lokma ve bir hırka” ölçüsünü infak için koymuşlardır. Kişinin nefsi için harcayıp israfa düşmeyeceği şeyin ölçüsü budur. Ama üretim ve îsar için bir sınır yoktur. İnsanın özünde “tûl-i emel” vardır. Bu yüzden ebedi kalacakmış gibi ve taparcasına dünyaya dört elle sarılır. İnsandaki tûl-i emelin önüne geçmenin yolu, ihtiyaçları sınırlandırmaktır. Bugün ekonomiyi tarif edenler onu: “Sınırsız ihtiyaçların sınırlı kaynaklardan sağlanması ilmi” olarak tanımlarlar. Ekonomistler ihtiyaçları sınırsız, kaynakları sınırlı görürler. Oysa İslamî ve tasavvufî telakkide kaynaklar sınırsız, ihitiyaçlar sınırlıdır. Çünkü Allah Teala: “Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız.”(İbrahim, 14/34) buyurur. İnsanın ihtiyaçları da yukarda geçen hadis ve tasavvufî telakkîye göre sınırlandırılmıştır. Bu anlayış sağlandığı zaman, sadece kendisini düşünen “ben” merkezli insanların yerini diğergâm insanlar alır. Bu bakımdan bu anlayışı bir üretim ölçüsü gibi değil, infak ve îsar sınırı olarak düşünmelidir. Yani insan varlığını elinde avucunda bir lokma ve bir hırka gibi zaruri ihtiyaçları kalıncaya kadar başkalarına verebilmelidir.

Tasavvuf insanı pasifize etmez. Tarihte gördüğümüz gerçek sofiler, en üretken ve diğergâm insanlardır. Zamanın tamamını Allah ve O’nun kullarına hizmete hasretmeyi gaye edinen bir sistemin, insanları pasifize etmesi muhaldir. Mensuplarını meslek erbabı yapmayı görev sayan şeyhler, müridlerini nasıl pasifize etmiş olabilirler. Bugün gerek ülkemizde, gerekse diğer İslam ülkelerinde tasavvuf çevrelerinin belli bir ekonomik düzeye ulaşmış olması bunu teyid etmektedir. Her devirde her kurumun istismarcıları bulunabilir. Bunları genellememek, ilke ve prensiplere bakmak lazım.

Hayatın belli alanlarından çekilme meselesine gelince, bu da sofilerin bugünkü eksikliklerine bakılarak söylenmiş bir kaygı ifadesidir. Sofilerin bugünkü durumu ise müslümanların başsızlıklarından kaynaklanan genel arızadır. Sadece tasavvuf ve tarikat çevrelerinde değil, toplumumuzun her kesiminde görülen devlet ve sistem sancısının tezahürüdür.

– Bazı tasavvufî eserlerde edeble ilgili mes’elelerde “helak ve hüsran” tehdidi taşıyan ifadeler geçiyor. Büyük günahlar için kullanılan bu tehdîdlerin edeb konusunda kullanmasından maksad nedir?

– Tasavvufu “edebden ibarettir?” diye tarif edenler vardır. Tasavvufta edeb, kişinin hayatını sünnet çizgisinde yaşaması için bir ölçüdür. Kişinin utanılacak davranışlardan uzak durması demektir. Edeb, nafile, sünnet, vacib ve farz hükümlerini içice surlar veya halkalar gibi düşünürsek; en iç kısımda edeb, en dışta da farzlar bulunur. İnsan edebden başlayarak sur ve sınırları aşıp halkalardan dışarı taştıkça en son farz sınırına kadar ulaşacaktır. Sofiler işi sıkı tutup kişileri edeb çizgisini bile atlatmadan yaşamaya alıştırmayı hedefliyorlar. Bu yüzden edeb konusundaki bir ihmal, safha safha en sonuncudaki ihmale vâbeste olacağı için hüsran tehdidiyle karşılanıyor. Bu tür tehdid ifadesi taşıyan sözler, halkı fazîletlere teşvik için söylenmiş, belki biraz mübalağa özelliği taşıyan şeylerdir, ama hedefi bellidir, insanları edeb ve kerahet konusunda sıkı ve diri tutmak. Gevşeyip pörsümelerine meydan vermemek.

– Ayet-i kerimede: “Sizin Allah katında üstünlüğünüz takva iledir” (el-Hucürat, 49/13) buyrulur. Tasavvufçular tarikata girenin havâss; girmeyenin avam olduğunu söylüyorlar. Böyle bir tasnifi nereden ve nasıl çıkarmışlardır?

– İnsanların Hak nezdindeki tasnifinin değişmez ölçüsü sizin de işaret ettiğiniz ayette belirtilen “takva”dır. Tasavvufçuların tarîkata girenleri havas, girmeyenleri avam diye ayıran tasnîfine rastlamadım. Evet, tasavvufta avam, havas ve ahassu’l-havas olmak üzere üçlü bir tasnif var. Ancak bu tasnif, tarikata girmekle sınırlı değildir. Tarikata girenler arasında avamdan insanlar da vardır, havastan da. Tarikat şeyhleri, müridlerine kendilerini daima avamın en aşağısından kimseler olarak görmelerini tavsiye etmişlerdir. Ayrıca bu üçlü tasnif tamamen batınî olan ve kimsenin bilmesi mümkün olmayan takva ölçüsüyle yapılmış bir tasnif olamaz. Çünkü kimsenin takvasını, Allah’tan başka kimse bilemez. Bu olsa olsa zahirî ölçüler sayılan ilim, irfan ve sosyal seviye gibi tesbitlerle yapılmış bir tasniftir. Her kesimden insanların avamdan olanı da, havastan olanı da vardır.

TESLİMİYET – TEVEKKÜL İLE İLGİLİ MESELELER

– “Bir mürşide infisab eden kimse, ölünün kendini gassâle bırakması gibi teslim olacak” deniliyor. Bir müridin mürşidine bağlılık ölçüsü ne olmalıdır? Bu bağlılık sadece uhrevî işlerde mi, yoksa dünyevî işlerde de olmalı mıdır?

– Şeyh ile mürid arasındaki ilkeleri düzenleyen sadece sevgidir. Bu yüzden aralarındaki sevginin boyutunu göstermek üzere teslîmiyyet için “gassal önünde meyyit” tabiri kullanılmıştır. Bu teslimiyet biraz karakter yapısı ile alakalı bir olay olarak görünmektedir. Mesela ashab-ı kiram arasında Hz. Ebû Bekir gibi her konuda Allah Rasûlü’ne itirazsız teslim olan sahabiler olduğu gibi, Hz Ömer gibi kafasının yatmadığı meselede hemen itiraz edip fikrini söyleme cesaretini gösterenler de vardır. Hz. Ebû Bekir, Mi’rac olayında: “Bunları Muhammed söylüyorsa mutlaka doğrudur” sözüyle, Hudeybiye’de anlaşmanın imzalanmasına karşı çıkan sahabilere: “Siz ne yapıyorsunuz? O Allah’ın peygamberi ve vahiy alıyor?” diyerek teslimiyetin şahika örneklerini göstermiştir. Hudeybiye’de Ömer ise: “Biz bu zillete nasıl razı oluyoruz?” diyerek tepkisini göstermiştir. Fakat her ikisi de konumlarından birşey kaybetmemiştir. Ne teslimiyeti Hz.Ebû Bekir’e, ne karşı çıkışı Hz. Ömer’e bir zarar vermiştir. Demek ki bu iş bir meşreb ve mizaç meselesidir. Bizim akaidimizde kayıtsız şartsız bir kimseye tabi olmamızı emreden bir hüküm olmadığı gibi, sevgi ile tabi olanları yasaklayan bir hüküm de yoktur.

Anadolu’da da, başka yerlerde de teslimiyet anlayışını istismar ederek saf müslümanları kandıranlar çoktur. Tasavvuftaki teslimiyet, acem kılıcı gibi, iki tarafı keskin birşeydir. İyiye kullanılabileceği gibi, şerre de
kullanılabilir. Burada sorumluluk, meydanı boş bırakan müslümanlarındır. Teslimiyet istidadında olan insanların bu kabiliyetlerini istismar etmeden, hayra kanalize edecek insanlar bulunmazsa; kendi menfaatine kanalize edenler bulunacaktır. Biz diyelim ki, teslimiyyeti reddettik. “Teslimiyet diye birşey yoktur” dedik. Bu istismarcılar huylarından ve teslimiyete yatkın insanlar bu özelliklerinden vaz mı geçecekler? Bu mümkün olmadığına göre hastalık halkın ilim ve irfan seviyesi ile alakalıdır. Teslimiyyetle değil. Piyasada liyakatsiz kimselerin kol gezmelerine fırsat verilmemelidir.

– Müridin şeyhine kayıtsız şartsız teslimiyeti nedir? Oysa Kur’an’daki teslimiyet ayetlerini araştırdığımızda hepsinde teslimiyetin Allah’a olacağı zikredilmektedir. Kişi, Allah ve din dışında, başka din ve şahıslara teslim olabilir mi?

– Teslimiyet, sevgiye dayalı bir itaat işidir. Kayıtsız şartsız teslimiyet denilince mürşidinin uyarılarına tenkidci bir nazarla bakmadan ve acaba bunların benim manevi hayatıma ne derece faydası olur gibi, evham ve vesveselere düşmeden uymak anlaşılır. Doktora giden bir hasta doktoruna ne kadar güvenir, onun hastalığını tedavi edeceğine ne kadar inanırsa o kadar çabuk iyileşir. Müsbet anlamda bir önyargının faydası vardır. Şeyhe teslimiyyet, ashabın Allah Rasulû’ne teslimiyet ve güveni gibi, müridin mürşidinin söylediklerine inanmasıdır. İnsanın güvenip inanmadığı kişinin sözünü tutması mümkün değildir. Ayrıca ayette: “Allah’a, Rasulû’ne ve sizden olan ülü’l-emr’e itaat edin.” (en-Nisa, 4/59) buyrulmaktadır. Mürşid, müridi için manevi ve uhrevi konularda ülü’l-emr’dir. Böyle olunca müridin mürşidine bu anlamda teslimiyetle bağlanışının şeriatla çatışır bir yanı yoktur. Şeyh diye ortaya çıkan bozuk düşünceli insanlara karşı yapıldığında kötü neticeler verir diye teslimiyeti büsbütün reddedemeyiz.

CEZBE İLE İLGİLİ MESELELER

– Vecd ve cezbe nedir? Aralarındaki fark nedir?

– Vecd, hüznü gerektiren keder, aşk ve iştiyak sarhoşluğu içinde kendinden geçmek ve yüksek heyecan demektir. Hakk’ın binbir tecellîsini müşahede eden kimsenin muhabbet sonucu içinin ferahlaması ve o halin verdiği zevk ile kendinden geçmesidir. Hakîkî vecd, ileri derecedeki Allah sevgisi, irade sağlamlığı ve Allah aşkından meydana gelir. Kur’an okunurken vecde gelmeyip başka şeylerle vecde gelenler Hakk’a değil, halka tutkun sayılmıştır. Çünkü Kur’an, Rablarından korkanların kendisini derileri ürpererek vecdle okuyacaklarını haber vermektedir. (bk. ez-Zümer, 39/23.) Hz. Peygamber ve ashabının hayatında vecd halinin örnekleri pek çoktur. Nitekim Abdullah b. Mes’ûd bir gün kendisine Kur’an okurken “Her ümmetten bir şahid getirdiğimiz, seni de onların üzerine şahid tuttuğumuz zaman halleri ne olacak?” (en-Nisa, 4/41) ayetine geldiğinde Peygamberimiz’in gözleri doldu ve “Yeter ya Abdullah!” diyerek okumasını durdurdu. (bk. Buhari, Fazailü’l-Kur’an, 33)

Cezbe, çekmek ve çekiş demektir. Hakk’ın kulu kendi canibine çekmesidir. Cezbe, Allah’ın kula bir ihsanı olduğundan kulun elinde değildir. Allah’ın, sevdiği kulunun kalbinden perdeyi kaldırıp çalışma ve gayreti olmadan yakîn nuru ile kolayca manevî makamlara yükseltmesidir. Böyle bir cezbe, kulda istikamet arzusu doğurarak bela ve musîbetlere sabretme gücü kazandırır. Kul ruhî cezbe ile hakikatin kaynağını bulur. Allah’ın dışındaki herşeyi unutarak kendinden geçer.

Vecd ile cezbe birbirine yakın anlamlıdır. Vecdde kulun gayretinin de payı vardır. Cezbe ise vecde göre daha güçlü ve tamamen Allah vergisidir. Kur’an’daki “Allah dilediğini kendine çeker.” (eş-Şûrâ,42/13)ayeti ile bazı kaynaklarda hadis olarak nakledilen “Allah’ın kuluna olan cezbesi, ins ve cinnin amellerine denktir.”(Keşfu’l-hafâ, I, 352, hadis: 1069) Hakk’ın kulu çekmesi cezbe, bu cezbe ile kulun Allah’a yönelmesi aşktır. Mutasavvıflara göre Hz. Peygamber’i öldürmeye giderken eniştesinin evinde duyduğu Kur’an sesiyle imana gelen Hz. Ömer’in haliyle; avlandığı bir sırada üç defa peşpeşe hâtiften duyduğu: “Sen bunun için yaratılmadın” sesiyle sultanlığı bırakan İbrahim b. Edhem’in tevbesi, cezbeye örnek sayılmıştır.

Cezbe, halk arasında aklın baştan gitmesi anlamında kullanılırsa da yanlıştır. Cezbe başka cinnet başkadır. Meczub ile mecnun da ayrı ayrı şeylerdir. Halk arasında sohbet, zikir ve sema meclislerinde kalbinde meydana gelen varidata dayanamayarak kendinden geçen, bağıran, gayr-ı ihtiyarî sıçrayıp nara atan kişilerin davranışlarına da cezbe adı verilmektedir. Aslında klasik kaynakların verdiği bilgilere göre bunlara cezbe yerine vecd denilmesi belki daha uygundur. Nara ve taşkınlık türü vecd ve cezbeler hep zaaf alameti olarak görülmüştür. Nasıl tazyikli akan bir çeşmenin altına bir küçük bardak tutulduğunda su bardağın içine girmeden dışarı taşarsa, gönlü dar olanlara gelen varidat da öyle taşar ve vecd meydana gelir.

 – Sohbetlerde derviş, şeyhinin adı geçince hopluyor zıplıyor. Ama Allah’ın, Peygamber’in ismi yüz kere geçtiği halde hiçbir şey olmuyor. Mürid için buradaki ölçü ne olmalıdır?

– Bir önceki soruda vecd ve cezbeyi anlatırken Kur’an okurken vecde gelmeyip başka şeylerle vecde gelenlerin Hakk’a değil, halka tutkun olduklarını belirmiştik. Şeyhinin adı geçtiğinde vecd ve cezbe eseri tavırlar gösteren kimse, henüz fena fi’ş-şeyh konumundadır. Bu ise işin başıdır. Aslında gerçek vecd, Allah’ın adı anıldığında vecde gelmektir. Nitekim Kur’an’da buna şöyle işaret edilmektedir:“Müminler ancak Allah’ın adı anıldığı zaman yürekleri vecdle titreyen… kimselerdir” (el-Enfal, 8/2) Ashab-ı kiram Allah ve Rasûlü’nün adı geçtiğinde heyecanlanır, kalpleri yerlerinden fırlayacakmış gibi atardı. Bu yüzden elleriyle kalplerini bastırmak lüzümunu hissederlerdi. Bugün bizim Rasülulah’ın adı geçtiğinde adet olarak yaptığımız hareketi, onlar zarûreten yaparlardı.

AŞK – MUHABBET İLE İLGİLİ MESELELER

– Tasavvufun sermayesi muhabbet ve teslimiyettir. Ma’nevi terakkî teslimiyette kemâle; teslimiyette kemâl, muhabbette kemâle bağlıdır. Öyleyse muhabbetin gerçekleşmesi için ne yapmak gerekir? Bir bakıma vehbi olan bu devletin kesbî yönü yok mudur?

– Muhabbet ve teslimiyyet arasında kurduğunuz ilgi çok güzel. Gerçekten muhabbet olmadan teslimiyyet, teslimiyyet olmadan terakkî olmaz. Önce Rabia Adeviyye’nin dediği gibi “Seven sevdiğine itaat eder.” düşüncesinden hareketle gerçek sevgiye ulaşmak için kul planında neler yapılabilir, onların üzerinde duralım:

1- Nefsin başka şeylere meylini azaltarak gönülden masiva sevgisini çıkarmak. Bu da genellikle mücahede ve riyazatla gerçekleşir. Kur’an’daki; “Allah insanın göğsünde iki kalp yaratmamıştır.” (el-Ahzab, 33/4) ayeti gönülde iki tür sevginin aynı anda bulunamayacağını ifade etmektedir. Çünkü sevginin kemali, kalbin bütün mevcudiyeti ile Allah’ı sevmesidir. Her seven sevdiğine bağlıdır ve insanın sevdiği ve bağlandığı şey, onun tanrılaştırdığı şey haline gelebilir. Nitekim: “Nefsanî hevasını tanrı edineni gördün mü? “ (el-Furkan, 25/43) ayetiyle Taberanî’nin rivayet ettiği: “Yeryüzünde Allah’ı en çok kıldıran put, kendisine tapılan hevâ ve hevestir.” (Mevsûa etrâfi’l-hadis, I. 40)

2- İbadet ve taatla ma’rifeti artırmak. Ma’rifet insan kalbini bütünüyle kaplayınca muhabbetin doğmasını sağlar. Bunun yolu nafile ibadet ve taatlarla ruhu güçlendirmektir. Bu yolla elde edilen muhabbet, toprağı temizledikten sonra tohum ekmeye benzer. Ayrıca kudsî hadiste: “Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder, hatta ben onu severim.” (Buhari, Rikak, 38) buyrulmasından, sevginin kulun gayret ve himmetine göre vehbî hale geldiği anlaşılmaktadır.

Saliki muhabbet ummanına garkeden şeyler vermek, bağışlamak, güzellik, kemal ve fazilettir. Bu sıfatların kemali de ancak Allah’ta mevcuddur. Bu yüzden gerçek sevgiye layık olan sadece O’dur. Salikin Allah sevgisine erebilmesi için şunlara dikkat etmesi öğütlenmektedir:

1- Allah sevgisinin meydana gelmesi için zikre devam, çünkü seven sevdiğini çok anar.

2- Alah’ın nimet ve ihsanını düşünmek, çünkü ihsan sevgi sebebidir.

3- Allah dostlarıyla irtibatı sağlam tutmak; çünkü seven, sevdiğinin sevdiklerini de sever.

4- Allah’ın emirlerine itaat, çünkü itaat sevgi doğurur.

5- Allah’a muhabbet talebiyle dua etmek.

FENÂ – BAKA ve TECELLÎ İLE İLGİLİ MESELELER

– Fenâ fillâh ve bakâ billâh ne demektir?

– Fena fillah, Allah’ta fanî olmak demektir. Kulun beşerî vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilahî vasıflarla donanmasıdır. Allah’a koşup sığınmasıdır. (bk.ez-Zariyat,51/50) Kulun failiyet şuûrunu kaybetmesi, “abd”ın yerine fail olarak Allah’ın geçmesidir. Kulun fiilini görmemesi diye ifade edebileceğimiz bu halde kulun yerine Allah kaim olur; Allah görür, Allah duyar ve Allah tutar. Bu suretle: “Ben onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.” (Buharî, Rikak, 38) kudsî hadisinin hükmü, gerçekleşmiş olur. Kul, Allah ile o kadar meşgul olur ki nihayet “benlik” bilincini kaybeder. Bu hale zikirle erişilirse “fena fi’l-Mezkûr”, muhabbetle erişilirse “fena fi’l-Mahbûb” denilir. Fenanın en yukarı derecesi “fena ender-fena” yani fena haline erme şuûrundan da fanî olmaktır. Fena halindeki kul, bazı beşerî sıfatlarından kurtulursa da beşeriyet sıfatından tamamen çıkmaz. Böyle bir iddia yanlış olur, küfre götürür.

Baka billah, kulda kötü sıfatların yerini iyilerinin alması, kendi sıfatlarının yerine ilahî sıfatların geçmesidir. Nefsinden fanî olan, Hakk ile bakî olur. Allah’ta fanî olan da Allah ile bakî olur. Bakada fena haline göre bir bilinç hali vardır.

 – Tecellî-i efal, tecellî-i esma, tecellî-i sıfat ve tecellî-i zat nedir?

– Tecellî, ortaya çıkmak ve görünmektir. Kudret-i ilahiyye eserlerinin eşyada görünmesidir. Gaybdan gelen, kalbde zahir olan nurlar için de kullanılır. Tecellînin nasıl meydana geldiğini Allah’tan başka kimse bilemez. Alem, tecellînin vukuu anında hadis ve mevcûd, ondan sonra aslına dönerek fanîdir. Fakat bu tecellîler o kadar sür’atli ve daimîdir ki iki tecellî arasında hiçbir fasıla hissedilmez. Durum böyle devam ettiğinden biz mevcudatı daimî sanırız. Tecellîde gaybdan şehadet alemine, karanlıktan aydınlığa çıkış sözkonusudur.

Tecellî-i efal: Hakk Teala’nın fiillerinden birinin kulun kalbine açılmasıdır. Bu mertebedeki salik “La fâile illallah” sırrına erip bütün fiilleri Hak’tan bilir. Tecellî-i esma: Hakk Teala’nın esma-i hüsnasından bir ismin salikin gönlünde yer etmesidir. Böyle bir tecellîye mazhar olan kimse, o ismin nurları altında şaşkınlığa düşer.Tesellî-i sıfat: Hakk’ın sıfatlarından birinin kulun kalbine açılmasıdır. O sıfatın bazı eserleri Cenab-ı Hakk’ın fazlıyla kulda zahir olur. Mesela Hakk’ın “Semî” sıfatıyla tecelli ettiği bir kul, cansız varlıkların bile söz ve tesbihini duyar hale gelir. Tecellî-i zat ise; İlahi zatın zatı için tecellîsidir. Bu tecellî kulların idrakinin üstündedir.

KERÂMET – VELÂYET – TASARRUF MESELELERİ

– Keramet nedir? İstidrâcla arasındaki fark nedir? Herkes keramet gösterebilir mi?

– Keramet, ikram, kerem, lütuf ve ihsan demektir. Mümin bir kulda olağanüstü bir halin zuhur etmesine denir. Ehl-i sünnet uleması kerametin hakk olduğunda müttefiktir. Keramet ehli, amel-i salih sahibi, inançlı bir mümin olmalıdır, inancı olmayan insanlarda görülen olağanüstü hallere keramet değil, istidrac, sihir veya mekr adı verilir. Gösterilen şeylerin olağanüstülüğü eşit olmakla birlikte, hükmü zahir olduğu şahıslara göre değişir. Müminde zahir olunca keramet, kafirde zahir olunca istidrac adını alır. Keramet kevnî ve hakîkî olmak üzere iki çeşittir. Kevnî keramet olağandışı bir takım şeylerdir. Havada uçmak, denizde yürümek, gönülden geçeni bilmek gibi. Hakîkî keramet ise ilim, ma’rifet ve ahlakla ilgli olağanüstü bir takım meziyetlere mazhariyettir. Müridlerinin hallerini iyi yönde geliştirmek, hikmet ve bilgisiyle, iffet ve mehâbetiyle etkili olup insanlardaki kötü huyları giderip iyi huylar kazandırmaktır. Bu tür kerametlere ilmî ve manevî keramet de denir. Sûfilerin itibar ettiği keramet bu türdendir. Halkın itibar ettiği ise kevnî keramettir. Halk şeyhinde veya velilerde bu tür keramet görmek ister. Sûfiler ise bunun mekr-i ilahî olabileceğini söyler.

Keramet, Allah’ın bir ikramı olmakla birlikte mu’cizeden farklıdır. Çünkü mu’cize peygamberlerin peygamberliklerini isbat için kendilerine Allah tarafından verilen olağanüstü hallerdir. Mu’cize, bir peygamberlik delili olduğu için istenilen zamanda gösterilmesi (izharı) vaciptir. Keramet için böyle bir vücûb sözkonusu değildir. Aksine kerametin gizlenmesi (izmârı) vaciptir. Kerametin gizliliği esas olduğundan sofiler kerameti “hayz-ı rical” olarak görmüşlerdir. Nasıl kadınlar hayızlarını gizlerlerse ricâlullah da öylece kerametlerini gizlerler. Nasıl ki hayız görmeyen kadın, gerçek kadın sayılmazsa, kerameti olmayan kişi de rical ve velî sayılmaz. Gizlenmesi esas olmak ve kevnîsinden çok hakîkîsine meyil şartıyla keramet, sofilerin ilimlerinde ve hayatlarında vardır. Ancak her isteyen kimsenin keramet göstermesi söz konusu değildir.

– Kerametlerde şeriata uygunluk aranır mı?

– Kerametlerde elbette şerîata uygunluk aranır. Özellikle kevnî ve manevî kerametin keramet olabilmesi için inanan insandan ve şeriat ölçüleri dahilinde olması gerekir. Varidat ve ilham türü vakıalarda da ölçü kitap ve sünnete uygunluktur. Şeyhlerin bir kısmı bu anlayışı şöyle sistematize etmişlerdir: “Gönlüme bir varid ve ilham geldiği zaman ben şeriat ölçülerine göre iki şahid isterim. Eğer iki şahidi yoksa kabul etmem. Bu iki şahid kitap ve sünnettir.

– Bir müşid-i kamil aynı anda bir kaç yerde görülebilir mi?

– Keramete inanan ve bunun Allah’ın bir ikramı olduğunu kabul eden kimseler için böyle birşeyin varlığını kabul kolaydır. Fakat hedef ve amaç bunlarla uğraşmak değildir. Hz. Süleyman’ın veziri Asaf b. Berihiya’ya Sabâ melikesi Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayacak bir zamanda Kudüs’e getirme imkanı veren Allah, elbette salih ve velî kuluna dilerse böyle bir güç verebilir. Buna inanırız. Ancak bunu mutlak bir üstünlük gibi saymak, bir takım iltibaslara yanlış anlaşılmalara sebebiyet verebilir. Sonuçta bir zatın kemalinin ölçüşü, bu tür olağanüstülüklere bağlanırsa, işte yanlışlık buradadır. Her türlü kemal, güzellik ve olağanüstülük sadece Allah’tandır. Allah dilerse kullarını buna mazhar kılabilir. Ehl-i sünnet tasavvufunda anlayış budur.

– Ölü veya diri bir şeyh, müridin veya başka bir kişinin kalbinden geçeni ve gıyabî hallerini bilebilir mi?

– Bir şeyhin, müridin gönlünden geçeni bilmesi bir telepati gibi görülmemeli ve bunun Hakk’ın gönle ilham etmesi sonucu olabilecek bir olay olduğuna inanılmalıdır. Ya da en azından bir öğretmenin tecribesi sonucu karşısına gelen talebeyi tanıması gibi insanların ruhî tecribe sonucu elde ettikleri bir beceri olarak değerlendirilmelidir. Çok özel anlamda mürşidlerin Allah’ın kendilerine bildirmeleri sonucu zaman zaman müridlerinin gönlünden geçenlere aşina oldukları vaki’dir. Bu tamamen Allah’ın bir inayetidir. Şeyhin bizzat şahsına aid bir durum değildir. Çünkü gönüllerde saklı olanları bilen ancak Allah’dır.(bk. Ğafir, 40/19) Dolayısıyla bildirecek olan da O’dur. Ölmüş ve beşerî faaliyetleri sona erene bir insanın böyle bir şeye ıttılaı ise tamamen vehbî ve manevî bir haldir. Tasavvufî bakımdan üzerinde durulması gerekli olan bir hal de değildir.

– Menâkıb kitaplarında geçen Kur’an ve sünnete ters menkıbe ve kerametler hakkında ne dersiniz? Tayy-i mekan, denizden yürüyerek geçmek, kalplerdekini bilmek gibi şeyler nasıl olabiliyor?

– “Menâkıb kitaplarında geçen, Kur’an ve sünnete ters gibi görünen menkıbe ve kerametler” ibaresiyle neyi kasdettiğinizi keşke örnekle belirtmiş olsaydınız; konu daha iyi anlaşılmış olurdu. Eğer bunlarla haramları helal, helalleri haram yapan menkıbe ve kerametleri kasdediyorsanız, onlar için söz söylemeye bile hacet yoktur. Ancak bununla kasdedilen tayy-i zaman ve tayy-i mekan türü şeylerse bunların Kur’an’a ters olduğunu gösteren bir delil yoktur. Tayy-i zaman ve tayy-i mekan türü kerametlere İbn Teymiye gibi bazı alimler karşı çıksa bile, ulema ve meşayhın ekserisi, Hz. Peygamber’in zaman ve mekan boyutlarını aşan, “mi’rac” mucizesine istinaden bunu kabul ederler. Çünkü her ümmete, peygamberlerinin mücizesi keramet olarak verilir.

– “Şiş batırma” tarzında gösterilen keramet hakkında ne dersiniz? Bir tebliğ metodu olarak görülebilir mi? Gösterilerden riya oluşmaz mı?

– Genellikle Rifaîlerin, bazan Kadirîlerin zikir sırasında yaptıkları “şiş batırma” işine Rifaîlerin kendileri “bürhân” adını vererek keramet olarak değerlendirmekten çekinmektedirler. Olayın tarikatın kurucusu Ahmed Rifaî’ye kadar uzanan bir hikayesi var. Rivayete göre Ahmed Rifaî, hacc amacıyla Hicaz’a geldiğinde Medîne-i Münevvere’de Ravza-i mutahhere’yi ziyaret etmiş, Allah Rasülü’ne: “es-Selamü aleyke yâ ceddî” (Selam sana dedeciğim) diye selam vermiş, kendisine kabr-i Nebî’den: “Ve aleyke ‘s-selam ya veledî” (Selam sana olsun ey torunum), diye cevap verilerek mübarek bir el uzanmıştı. O da uzanan mübarek eli öpmüş, çevrede bulunan mürîdan ve ihvan bu olayın şahidi olmuşlardı. İşte bu güzel tabloyu seyredenlerin, olayın cezbesi ile muhtelif yerlerine kılıç ve şiş vurdukları ve Rifaîlerdeki bu adetin buradan geldiği söylenir. Başlangıcı ta o dönemlere dayandırılan bürhân adeti, Rifaî tekkelerinde sessiz sedasız kendi muhib ve müntesibleri arasında icra edildiğinde hiç mesele yoktu. Ancak iş medyatik plana çekilip milyonların gözü önünde icra edilmeye başlayınca tartışmalar gündeme geldi. Olay çarpıtılıp din ve tarikat öcü gibi gösterilmeye çalışıldı. Bürhân tarikat muhitlerinde bir sevgi ve kaynaşma vesilesi gibi görülerek tebliğ aracı olarak düşünülse bile milyonlar ve kitleler için asla öyle düşünülemez ve düşünülmemelidir. Bugün kitlelere böyle bir gösteri sempatik olmaktan çok antipatik gelir. Zaten insanlar din ve tarikata bir takım olağanüstülüklerle değil, din ve tasavvufun güzelliklerini görüp dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmak için girmelidirler.

İSTİMDAD – TEVESSÜL ve ŞEFAAT MESELELERİ

– İstimdâd; yani himmet istemenin dindeki yeri nedir? Mürşid-i kamilin gıyabında himmet istenebilir mi? Allah’tan başkasından İstimdad; meded ve fayda beklemek var mı?

– İstimdad; yardım, meded ve himmet istemek demektir. Önce şunu peşin olarak belirtmeliyiz: Her türlü yardımın kaynağı ve başvurulacak mercii Allah Teala hazretleridir. Allah’tan başkasından doğrudan yardım dilemek sözkonusu olamaz. Tasavvufta Hz. Peygamber, tarikat pîri veya şeyh gibi maneviyat büyüklerinden İstimdad, doğrudan onların şahıslarından yapılan bir taleb olarak değerlendirilmemelidir. Böyle bir İstimdad, onların ind-i ilahîdeki derece ve değerlerinden yararlanmak için bir tevessüldür. Bu şahıslar hakkındaki manevi sevgi ve hüsn-i zannın bir ifadesidir. İnsan, beşer olmanın gereği sığınma duygusu taşır. İstimdad sığınma duygusunun bir tezahürüdür. Çocuk anne-babasına, talebe hocasına, mürid şeyhine sığınmak ve yakın olmak ister. Nasıl küçük bir çocuk anne-babasının yanında daha güvende olduğunu sanır ve onlardan uzakta iken: “Anne!.. Baba!..” diyerek ebeveyninden meded umarsa mürid de öyledir. O da kendisini mürşid ve manevî büyüklerin yanında daha bir güvende hisseder. Onlardan uzak olduğu zaman ise annesine seslenen yavru gibi onlara sığınır. Ancak mürid, sülûkünde ilerleyip fena fillah’a erdikçe bu sığınmanın doğrudan Allah’a olması gerektiğini; şeyhine yaptığı istimdadın da aslında Allah’dan onun adına bir meded talebi olduğunu anlayıp Allah’a iltica eder.

Tasavvuftaki vahdet-i vücûd anlayışındaki “insan-ı kamil” telakkîsi, Allah ve Rasûlü’nün ahlakıyla ahlaklanmış, kemal sıfatlarıyla muttasıf ve Hakk’ın mazharı demektir. Bu yüzden de ruhanî bir tasarrufa mazhar kabul edilir. “Mazhar kabul edilir.” diyoruz, çünkü gerçek tasarruf Allah’ındır. Kul veya kişi, bu tasarrufun görüntüsüdür. Vahdet-i vücûd telakkîsinde bütün fiiller Allah ‘ındır. Kudret ve kuvvet sadece O’na aiddir. Meded ve himmet istenen kişinin bizzat kendisinde bir varlık görüp taleb ondan beklenecek olursa, elbette caiz olmaz. Sahibini şirke düşürür. Ama “ya Rabbi, benim sana şahsım adına elimi açmaya yüzüm yok, nezdinde sevgili kulun olduğuna hüsn-i zann ettiğim falan kulun hürmetine bana meded eyle!” anlamında bir İstimdad insanın benlik duygularını da siler. Böyle bir himmet ve meded talebinin gıyabda olması ile, huzurda olmasının bir farkı yoktur.

– Allah’a ibadet sırasında veya camide şeyhten meded istemek caiz midir? Allah neden peygamberleri vesile kılmıştır? “Allah’a, peygamberine ve ülü’l-emre itaat edin”ayet-i celîlesinde geçen itaat edilecekler arasına mürşid-i kamiller de girer mi?

– Şeyhden veya herhangi bir pirden istimdad genellikle darda kalındığı zamanlarda yapılır. Bu işi yapacak olanın hadis ile kadimi ayırabilecek durumda olması gerekir. İbadet sırasında ve camide meded dilemek ancak Allah’tan olur. Çünkü namazda her rekatta Fatiha okurken: “Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz.” diyoruz. Bu da zaten istiane ve istimdadın sadece O’ndan olacağını göstermektedir.

Allah’ın peygamberleri vesîle ve vasıta kılması, insanlara ilahî mesajını canlı olarak göstermek içindir. İlahî hükümlerin uygulanabilirliğini fiilen göstermek ve insanlara “nûmune-i imtisâl” olmalarını sağlamak içindir. Peygamberler tebliğ ve irşad ile hidayetlerine vesîle oldukları ümmetlerinin örnek şahsiyetleri ve ahırette de şefaatçılarıdır. İnsan soyut konuları algılamakta zorlandığında bunları somut hale getirmiş peygamberler işi kolaylaştırmaktadır. Peygamber varisi ariflerin durumu da aynıdır.

“Allah’ a, Rasûlü’ne ve sizden olan ülü’l-emre itaat edin!” (en-Nisa, 4/59) ayet-i celîlesinde geçen “ülü’l-emr” birinci derecede müslümanların yöneticileridir. Bu yöneticiler kavramının içine siyasî ve idarî otoriteyi temsil edenler girdiği gibi, manevî otoriteyi temsil edenler de girer. Çünkü onlar da insanlara manevî ve ruhî hayatlarını düzenleyecek tavsiyelerde bulunmakta ve rehberlikte bulunmaktadırlar. Hatta bir mürid, intisab ederken şeyhine itaat edeceğine ve onun tavsiyelerini tutacağına dair söz vermektedir.

– Hastalık sırasında doktor şifaya vesile kılınıp şirk olduğu söylenmezken bir mürşid-i kamilin batını hastalıklara vesile kılınması neden şirk olarak yorumlanıyor? Cemaat ile namaz kılarken imam, cemaat ile Allah arasında vesile midir?

– Hastalık sırasında doktor şifaya vesîle kılınmaktadır. Aslında şifayı verecek olan Allah’tır. Ama Allah Teala herşeyi bir sebebe bağlı olarak halk ettiği için şifayı da tedavîye bağlı kılmıştır. Tedavi, mualece; yani sadece ilaçlanmak demek değildir. Dua ve telkin de bunun kapsamına girer. Maddi hastalıkların olduğu gibi manevî hastalıkların da tedavisini verecek; hastayı hidayetle manevi şifaya kavuşturacak olan Allah’dır. Mürşid veya tabîb-i manevînin doğrudan yapabileceği hiçbir şey yoktur. O sadece aracıdır. Onun himmeti, şifa arayan müsterşidin gayretleri, Cenab-ı Hakk’ın inayetine mazhar olduğu zaman hidayet ve şifaya dönüşür. Maddî hastalıklar ile manevî hastalıkların tedavî ve şifa bakımından birbirine benzeyen yanları çoktur. Her ikisinin de doktoru ve ilacı vardır. Her ikisinde de “Şâfî” Allah’tır. Önemli olan kalblerdeki niyyetlerdir. Hasta tedaviyi doktordan görmez, Allah’dan görürse o takdirde şirk kokusu ve korkusu maddî hastalıkta da, manevî hastalıkta da sözkonusu olmaz. Cemaat ile namaz kılarken imamın konumu vesîle olarak değerlendirmeğe uygun görünmüyor. İmam cemaatla birlikte ve onların önünde arz-ı ubûdiyyet etmektedir. Onlardan bir adım önde bulunmasının ötesinde bir konumu yoktur. Namaz kıldıran imamın cemaata vesile oluşu şeklinde bir değerlendirmeye herhangi bir yerde rastlamış değilim.

– Tasavvufta herhangi bir sebepten dolayı daralma veya zorlukla karşılaşma anında tasavvuf büyüklerine sığınma vardır. “Yetiş ya Abdülkadir Geylanî” gibi. Eğer insanlardan birine sığınmak caiz olsa Peygamberimiz buna daha layık değil mi? Halbuki biz günde kırktan fazla Allah’a karşı: “Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım dileriz.” diyoruz. Bunu izah eder misiniz?

– İstimdad; meded ve himmet beklemenin ne olduğunu bir önceki soruda açıklamaya çalıştık. Böyle bir sığınmanın aslında doğrudan Allah’a olması gerektiğini, belirttik. Buradaki sığınma, eğer insanlara yapılan bir sığınma olarak değerlendirilirse elbette Hz. Peygamber buna daha layıktır. Ancak buradaki sığınmayı beşere yapılan sığınma gibi görmemek gerekir.

Sûfîler istimdad ve istiane için Şeyhu’l-islam Kemalpaşazade’nin de Şerh Hadîs-i Erbaîn’inde naklettiği “İşlerinizde şaşkınlığa düşünce ehl-i kubûrdan yardım (istiane) isteyiniz.” (bk. Keşfu’l-hafa, I, 85, hadis: 213) hadisini delil sayarlar. Ehl-i kubur, ölüler veya ölümü düşünerek kendilerini ölüm sonrasına hazırlayanlardır. İnsan dünya işine dalmaktan şaşkına dönünce, kabir ehlinin halini, ölümü ve ölüm ötesini düşünerek kendini toparlamak ve onların halinden kendi haline bir ibret yardımı alıp gönlünü Allah’a rabtetmek durumundadır. Ölüm rabıtası veya tefekkür-i mevt, insanı dünya lezzetlerine dalmaktan belli ölçüde korur. Çünkü hadis-i şerifte: “Dünya lezzetlerini unutturan ölümü çokça düşünün.” (Tirmizî, Kıyame, 26; Nesei, Zühd, 31; İbn Hanbel, II, 293) buyurulmuştur. Şu halde istiane ve istimdad, kulluğa ruhî bir hazırlıktır. Allah’dan başkasından meded umma değildir. Fatiha’daki:“Ancak sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz.” lafzı cemaatle namaz kılarken de yalnız olarak kılarken de çoğul sigası ile okunur. Aslında o lafızda bile “biz içinizde bulunan iyilerle Senden yardım dileriz” anlamı vardır.

– Tasavvufta “vefatı anında insana imanlı gitmesi için şeyhinin yardımcı olacağı” söylenmektedir. Bu duruma göre Peygamberimiz’in amcası Ebû Talib’e vefatı anında iman telkin edip onun kabul etmediğini nasıl izah edersiniz? O alemlere rahmet peygamber iken amcasını cennete sokamamıştı. Şeyhler nasıl bu işi becerecekler, delilleriyle anlatır mısınız?

– Müminin mümine yardımı ancak dua ile olur. Şeyhin müridine vefatı sırasında îmanlı gitmesi için yapacağı tek şey, ona dua etmektir. Allah Teala’nın, müminin, kardeşine gıyabındaki duasını kabul edeceği hadislerde anlatılmaktadır. (bk. Tirmizî, Birr, 50) Allah Teala kulların birbirlerine olan halis dualarını reddetmediğine göre şeyhin müride duası müstecab olup kurtuluşuna vesîle olabilir. Soruda zikri geçen Ebû Talib örneği bu konuya uygun değildir. Çünkü Ebû Talib henüz îmana girmemiş bir kimsedir. İmana girmeyenin hidayete ermesi, ancak Allah’ın elinde olan bir husustur. Allah adeta bunu göstermek için bu olayı Kur’an’da anmıştır. (bk. el-Kasas. 28/56)Fakat mümin bir müridin, îmanını kurtarması için şeyhin dua ve himmeti, Ebû Talib örneğinden farklıdır. Hidayete erdirme konusunda hiç bir kimse peygamberlerden daha himmetli ve gayretli olamaz. Bu yüzden böyle şeyleri şeyhlerin olağanüstülüğü gibi görmek de göstermek de yanlış olur. Doğrusu sözün başında söylediğimiz gibi bunlar, dua berekatıyla meydana gelebilecek güzelliklerdir.

– Hz. Peygamber ashabına kendisini rabıta veya vesile ederek Allah’a dua etmelerini söylemiş midir? Örnekle açıklar mısınız?

– Peygamberimiz’in kendisini vesîle ederek dua etmesini emrettiğini gösteren şöyle bir rivayet vardır. Gözleri kapanan bir adam Peygamberimiz’e gelerek: “Ya Rasulallah gözlerim kapandı. Benim için dua buyur.” dedi. Peygamberimiz şu karşılığı verdi:“Abdest al, iki rek’at namaz kıl, sonra da şöyle de: Allah’ım peygamberin Muhammet ile sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için senin şefaatçi olmanı istiyorum. Allah’ım onun hakkımdaki şefaatını kabul buyur.” Ardından Hz. Peygamber şöyle ilave etti: “Bir ihtiyacın olduğu zaman hep aynısını yap!” Bu olaydan sonra adamın gözleri açılmıştır. (bk. Tirmizî, Deavat, 49; İbn Mace, İkame. 5; İbn Hanbel, IV, 138)

 – İslamı yaşamada Kur’an ve sünnet dışında vesile aramak; mürşid-i kamili vesile edinmek caiz midir? Kur’an ve hadisteki delilleri nelerdir?
– İslam’ı kitap ve sünnet çizgisinde yaşamamıza yardımcı olacak bir mürşidi vesîle ve rehber kılmak elbette caizdir. Çünkü mürşid, insana Allah’a giden yolda canlı bir örnektir. O’nun denetim ve gözetiminde seyr u sülûk insanın ayağının sürçmesini önler.

Vesîle ve tevessülün cevazını gösteren deliller vardır. Nitekim Kur’an’daki: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun, O’na yakınlaşmak için vesile arayın!” (el-Maide, 5/35) Vesîlenin ne olduğu hep tartışılmıştır. Amellerin Allah’a yakınlığa vesîle olduğu, amelle tevessül edip Hakk Teala’dan talepte bulunmanın cevazı hadis kaynaklarında “mağara hadisi” diye de geçen bir hadisten çıkarıldığı görülmektedir. Rivayete göre İslam’dan önce yolculuğa çıkan ve gecelemek üzere bir mağaraya giren, orada bulundukları sırada yağan yağmurdan meydana gelen sel sularının getirdiği bir kaya ile kapıları kapanan üç genç vardır. Bu üç arkadaştan herbiri yaptıkları bir ameli arzederek Cenab-ı Hakk’tan mağara kapısının açılmasını taleb etmişler ve her birinin duasıyla kapı biraz açılmış, ve nihayet sonuncuda kapı tamamıyla açılıp kurtulmuşlardır. (bk. Buharî, İcar, 12; Müslim Deavat, 101)Sünnette Hz. Peygamber’in hadislerinde şahıslara tevessülün cevazını gösteren örnekler vardır. (bk. Buhari, İstiska, 15; Tirmizî, Deavat, 49; İbn Mace, İkame, 5; İbn Hanbel, IV, 138) Yine Allah Rasûlü, fakir muhacirler hürmetine müslümanlara zafer ve yardım ihsan etmesini Allah’tan dilerdi. (bk. Taberanî, el-Mu’cemu’l-kebîr, I, 292)

Tevessül ya ibadet ve amellerle olur, ya da Hz. Peygamber, velî ve salih kişileri vesîle kılarak olur. Amellerin Hakk’a yakınlığa vesîle, Allah’ın rızasına ermede vasıta olduğunda şüphe yoktur. Hz. Peygamber’i vesîle almanın cevazı, kendi ifadeleriyle sabittir.

– Peygamberlerin, Kur’an’ın ve evliyanın şefaatları haktır. Ancak bunlardan dünyada iken şefaat istenilebileceğine dair bildirilmiş bir nass var mıdır?

– Sizin de belirttiğiniz gibi, hadislerde nebîlerin, alimlerin, şehidlerin ve siddîkların kıyamette şefaat edeceklerine ilişkin pek çok rivayet vardır. Yukarıda vesîle konusunda zikrettiğimiz şu hadis, dünyada da Allah Rasûlü’nden şefaat talebinin cevazını göstermektedir. Gözleri kapanan bir  adam Peygamberimiz’e gelerek: “Ya Rasûlallah gözlerim kapandı. Benim için dua buyur.” demişti. Peygamberimiz: “Abdest al, iki rek’at namaz kıl, sonra da şöyle de: Allah’ım peygamberin Muhammed ile sana tevessül ediyorum. Ey Muhammed, gözümün açılması için senin şefaatçi olmanı istiyorum. Allah’ım onun hakkımdaki şefaatini kabul buyur.” demiş ve ardından Hz. Peygamber şöyle ilave etmişti: “Bir ihtiyacın olduğu zaman hep aynısını yap!” Bu olaydan sonra adamın gözleri açılmıştı. (bk. Tirmizi, Deavat, 49; İbn Mace, İkame, 5; İbn Hanbel, IV, 138)

Sûfiler, şefaat olayını genellikle bu dünyadan başlayarak devam eden bir iltifat-ı Nebî olarak görür ve “Şefaat ya Rasûlallah!” derken bu heyecanı duyarlar. Allah Rasûlü’ne salat ü selam getirirken adeta onunla yüzyüze, gözgöze olduklarını düşünürler. Çünkü Allah Rasûlü: “Bir kimse bana selam verince Allah bana rûhumu geri verir. Ben de onun selâmına mukabele ederim.” (Ebu Davud, Cenaiz, 94)buyurmaktadır.

VAHDET-İ VÜCÛD MESELELERİ

– Vahdet-i vücûd ilkesinin ilk savunucusu sayılan Hallac-ı Mansûr şeriat mahkemelerince yargılanmış ve idamına karar verilmiş. Tasavvuf şeriatın üstünde midir ki, tasavvufcular bu şahsı savunuyorlar?

– Önce vahdet-i vücûdun ne demek olduğunu belirterek sorunun cevabını verelim. İslam tevhid dînidir. Tasavvuf da bu tevhid dîninin ruh eğitimidir. Tasavvufî eğitim, tevhid merkezli olduğu için ilk devir sûfîlerinden itibaren tevhid, tasavvufî düşüncenin odak noktasını oluşturmuştur. İlk tasavvuf klasiklerinde gençlikle marifet ve tevhid konusu birlikte işlenmiştir.

Elinizdeki kitabın (Ebu Nasr Serrac Tusi “el-Lüma'” İslam Tasavvufu) ilk bölümlerinde de ma’rifet ve tevhid konusunun işlendiği görülmektedir. Buradaki ibarelerde ilm-i kelam ve akaid anlamında tevhid anlayışı kadar, daha sonra vahdet-i vücûd adıyla anılacak bir tevhîdî anlayış da dikkat çekmektedir. Vahdet-i vücûd her ne kadar kavram olarak belki İbn Arabi’den sonra ortaya çıkmışsa da muhtevası itibarıyla ilk devirlerden beri bilinmektedir. el-Lüma’ tercemesinde ilgili bölüme bir nazar atfetmek bu konuda bir fikir verecektir.

Vahdet-i vücûd: Gerçek varlık birdir. O da Hakk’ın varlığıdır. O’ndan başka hakiki vücûd sahibi bir varlık, O’ndan başka “kâim bi-nefsihî” bir vücûd mevcûd değildir. Diğer varlıkların vücudu O’nun vücuduna nisbetle yok hükmündedir. Çünkü onların varlıkları O’nun varlığına bağlıdır. Bu kevn alemindeki eşya O’nun mazharı; yani zuhur mahallidir. Dolayısıyla eşyanın varlığı, gölgenin varlığı gibidir. Nasıl eşya olmadan gölge olmazsa, O’nun varlığı olmadan eşyanın varlığı düşünülemez. O’nun vücudu yanında eşyanın varlığı yok hükmündedir.

Vahdet-i vücûd anlayışında “birlik”, bilgi ve düşüncededir. Salik gerçek varlığın bir tane olduğunu, onun da Hakk ve Hakk’ın tecellîlerinden ibaret olduğunu bilir. Hakk’ın dışında hiçbir şeyin hakiki bir varlığı olmadığına inanır. Ancak bu bilgi ve inanış, bir nazariye ve aklî istidlallerle elde edilen bir sonuç olmayıp riyazat ve manevî yükseliş sayesinde ruhî tecribe île elde edilen neticedir. Vahdet-i vücud, kalbin manevî seyri sırasında meyd’ana gelir. Kaynağı ibadetin çokluğudur. Mücahede, dünyaya rağbeti terk, zikre devam gibi sebeplerle kalbde meydana gelen aşk ve sevgidir.

Hallac’ın şeriat mahkemelerinde yargılanması ve idama mahkum edilmesi, şeriatın değil, o gün şeriat mahkemelerini temsil eden kişilerin hükmüdür. Bu itibarla Hallaç’ı savunup bu hükme karşı çıkanlar, aslında oradaki tarafgir tavra karşı çıkmaktadırlar. Yoksa şeriatın bir hükmüne karşı çıkmış değillerdir. Kaldı ki, şeriat mahkemelerini temsil edenlerden de Hallaç’ı haklı bulanlar vardır.

 – “Ene’l-Hak” ibaresi şirk midir? Hallac-ı Mansûr bu sözle kafir olmuş mudur? Hallac-ı Mansûr ve diğer mutasavvıflardan neden “Ene’l-Hak” lafzı sadır olmuş da “Enellah” lafzı sadır olmamıştır?

– Kalbin masivadan arınarak Hakk’ın esma, sıfat ve zılâl nûrlarına ayna olması sonucu meydana gelen şiddetli sevgi ve aşk sebebiyle salik, akis ve gölgeleri Hakk’ın kendisi zanneder. Hallac’ın “Ene’l-Hakk” dediği makam burasıdır. Elini ateşe sokan kişinin yandığında can havliyle: “Yandım, ateş oldum.” demesi nasıl mecazi bir hakikati ifade ediyorsa ve bu söz; söyleyenin gerçekten ateş olduğunu göstermiyorsa “Enel-Hak” sözü de böyle bir mecazi idraktir. Kulun kendi fiil ve davranışlarını görmez olup kendisinde olan fillerin Allah’a aid olduğunu idrak etmesidir.

Sen çekilince aradan- Kalır seni Yaradan

bu anlamda söylenmiştir. Bu anlamda söylenmiş bir söz, elbette küfür değildir. Ancak iltibasa müsaid olduğundan bu tür sözleri, sadece beşerî sıfatlardan soyutlanıp ilahî sıfatlarla muttasıf olanlar söyleyebilir. “Ene’l-Hakk” sözünün söylendiği makam Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarıyla idrak olunduğu makamdır. “Hakk” ismi, esma ve sıfat tecellîsidir. Bu yüzden sûfîlerden “Ene’l-Hakk” diyenler çıktığı halde “Enallah” diyenler çıkmamıştır.

– Vahdet-i vücûd, İbn Arabi’nin fikri midir, yoksa ölümünden sonra talebelerinin onun fikirlerini yorumlamaları sonucu mu ortaya çıkmıştır? İbn Arabi ile ilgili bir takım problemler var. Bunları nasıl yorumlayacağız?

– Vahdet-i vücûd, özü Kur’an ve sünnetten alınan, ilk devir sûfilerince tevhid olarak geliştirilen ve İbn Arabî tarafından sistemleştirilen bir anlayıştır. Ancak adının daha sonraki dönemlerde ortaya çıktığı, ilk defa Sadreddin Konevi ve onun talebeleri tarafından kullanıldığı kaydedilmektedir. Vahdet-i vücudun en önemli problemi “vahdet-i mevcûd” denilen “Panteizm” ile karıştırılmasıdır. Panteizm anlayışına göre Allah ile alem aynı şeydir. Allah mevcûd olan şeylerin tamamından ibarettir. Tabîat bir nev’i hayal sahibi bir vahdettir ve ona ibadet edilir. Hegel, Didero, Spinoza, Dekart, Revakıyyûn ve İskenderiye mektebi filozofları genellikle panteisttirler. Ogüst Kant, panteizmi pozitivizm adı altında geliştirmiş ve “Allahsız kainat, ruhsuz insan, ve cevhersiz eşya” tarzında özetlemiştir. Panteistler Cenab-ı Hakk’ı alemin mecmûu sayar. O’nu îcab ve zarürete tabi, irade ve şuurdan mahrum olarak görürler. İbn Arabî ile ilgili problemlerin başında vahdet-i vücûd meselesi gelmektedir. Vahdet-i vücudun problem olması, panteizmle karıştırılmaktan kaynaklanmaktadır. Sûfiler İbn Arabî’ye aid sözler hakkında genelde meskût geçmeyi salim yol olarak görmüşlerdir. O’nun arif bir velî olduğunda şüphe yoktur. Anlaşılması zor, şeriatın zahiri ile çelişir görünen sözleri ise şerh ve yoruma muhtacdır. İbn Teymiye gibi müteşeddıd bir takım alimler ona şiddetle karşı çıkarken, Kemalpaşazade gibi onun fikirlerinin isabetli olduğunu söyleyerek savunanlar da vardır. Savunma ve itham arasında sükutu tercih edenler de azımsanamayacak sayıdadır. Bu duruma göre İbn Arabi’nin sözlerini yorumlamak, anlayamadıklanmız hakkında sükut etmek en uygun yoldur.

KEŞF – MÜKÂŞEFE İLE İLGİLİ MESELELER

– Keşf ve mükâşefe ne demektir?

– Keşf, perdenin açılması ve yükselmesi suretiyle bazı şeylere muttali’ olmak, gizli olan bir takım hususların zahir ve açık hale gelmesi, gayb olan şeylerin meşhûd olmasıdır. Yani karanlık bir gecede çakan bir şimşeğin ortalığı aydınlatması gibi, keşf de anî bir aydınlanma ile bazı örtülü ve karanlık şeyleri ortaya çıkarır. Keşf, genellikle belli riyazat ve mücahede sonucu bir takım kabiliyet ve melekelerin iyice geliştirilmesi ve ruhî bazı güçlerin meydana çıkarılmasıdır. Bugün insanlanmızın çoğu, mücahede ve riyazat sonucu ruhanî lezzetlere, keşf ve kerametlere ermeyi umar. Halbuki mücahede ve riyazat, vecd ve keşf, asla gaye değil, belki vasıtadır. Halk, Allah’a yakınlıkta hiçbir anlam ifade etmediği halde keşf ve mükaşefeyi kemal alameti olarak görür. Halbuki keşf, bir isti’dad işidir.

– Hz. Ali “Görmediğim Allah’a inanmam” diyor. Başkaları da buna benzer şeyler söylüyorlar. Bu konuda bilgi verir misiniz?

– Hz. Ali ve diğer İslam büyüklerinden sadır olan bu tür sözler, İmanda ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn mertebelerini ve ihsan kıvamını göstermektedir: “Allah’ı görürmüşçesine kulluk.” Bir bakıma “vahdet-i şühûd” da diyebileceğimiz bu makam, Allah’a îmanın şühûda dönüştüğü makamdır. Burada görmekten kasdedilen illa basar gözüyle Allah’ın zatını görmek değildir. Bu görme basiretle Allah’ın kudretini, yüceliğini ve bir oluşunu, sıfat ve isimlerinin tecellîlerini görmektir. Sıfattan mevsûfa geçip Hakk’ı idrak etmektir.

– Tasavvufta gizlilik ilkesi ve sırrı ifşa mes’elesi nedir? İslam’da herşey açık ve net değil midir? İslam muammalar dini olmadığı halde tasavvuftaki bu bilinmezler neyin nesidir? Ayet-i kerime ve hadîs-i şeriflerle îzah eder misiniz?

– Tasavvufta Allah’ın velî kullarına bahşettiği; şahıslarına münhasır bilgileri gizlemeleri esası vardır. Nitekim ilk sûfî müfessir ve müelliflerden sayılan Kuşeyrî bu konuda şunları söylemektedir: “Alimler ilmi yaymak borcundadırlar. Velîler ise sırları gizlemek durumundadır. Eğer bilginler ilmin delillerini gizleyecek olurlarsa kendilerine cehennem ateşinden yular takılır. Veliler ise kendilerine verilen sırları ifşa edecek olurlarsa bu sırlar kendilerinden alınır. (bk. Letaifu’l-işarat, I, 160)

İslam’ın ahkam boyutunda, günlük hayat ve sistem planında getirdiği bütün ilkeler net ve açıktır. Ancak bu ilkelerin özellikle gönül aleminde yorumlanması ve Hakk’ın tecellîlerinin algılanması herkes için farklıdır. Herkesin görmediğini görebilecek bir göz, herkesten farklı şeyler duyabilecek bir kulak, elbette başkaları tarafından yadırganacaktır. Bu durumda farklı şeyler duyan bir kimsenin bunu duymayanların yanında ifşa etmemesi kendisi için daha sağlıklı bir yoldur.

Bu konuyu şöyle bir örnekle açıklayalım. Bugün radyo ve televizyon aracılığı ile atmosferdeki radyo-aktif dalgalarının yansıttığı ses ve görüntüleri algılayabiliyoruz. Radyo ve televizyonun icad olmadığı bir zamanda havanın içinde bu dalgalar yok muydu? Elbette vardı. Ama onları alacak cihazlar yoktu. Bu cihazın olmadığı zamanlarda bu sesleri duyabilecek bir kulağa sahip birisi bunlardan haber verse, insanlar kendisine karşı çıkarak “bu adam deli” diyebilirdi. Çünkü insanlar için ölçü kendileridir. İnsanın ibadet ve taat sonucu hissettiği bir takım hazlarla, gördüğü bir takım vakıalar ancak kendini ilgilendiren ve bağlayan şeylerdir. Nitekim müfessir Âlûsî: “Hayır, o (Kur’ an) kendilerine ilim verilenlerin sînelerinde (yer eden) apaçık ayetlerdir.”  (el-Ankebüt, 29/49)ayetini velîlerin ve sofilerin gönlüne doğan bir takım sırları gizleme konusunda delil olarak göstermekte ve bu tür hakikatların rabbani alimlerden başkasına açıklanmaması gerektiğini belirtmektedir.(bk. Rûhu’l-Meanî, XXI, 16)Ayrıca herkese anlayabileceği dilden konuşmak esastır. Nitekim hadiste: “İnsanlara anlayabilecekleri biçimde konuşun. İyi anlatılamadığı için Allah ve Rasulu’nün sözlerinin yalanlanmasını ister misiniz?” (Buhari, İlim, 49)

İLHAM – RÜYA İLE İLGİLİ MESELELER

 – Bazı tarikatlarda rüya ile ders geçilmektedir. Bunu nasıl izah edeceksiniz?

– Sorunun cevabına geçmeden önce rüya hakkında kısaca bilgi verelim: Rüya, uyku halinde zihinde beliren düşünce ve olaylar demektir. Rüyanın yoruma bağlı olarak delil olabileceği konusu Kur’an’da da geçmektedir. İbrahim’in oğlu İsmail’i rüyasında kurban ederken müşahede etmesi(bk. es-Saffat, 37/107), Yusuf’un rüyasında onbir yıldızın kendisine secde ettiğini görmesi(bk. Yusuf, 12/4) , Mısır melikinin gördüğü rüya (bk. Yusuf, 12/43) ile Hz. Peygamber’in Mekke fethine dair rüyası (el-Feth, 48/27) ve bu rüyaların doğru çıklığı Kur’an’da anlatılmaktadır. Hz. Peygamber’in: “Müminin rüyası nübüvvetin kırkaltı cüz’ünden biridir.” (Buharî,Tabir,26) buyurması, peygamberliğinin ilk altı ayındaki rüyalar gibi müminlerin gördükleri sadık rüyaların hak olduğuna işarettir. Nübüvvet kapısının kapandığı, ama sadık rüya kapısının açık olduğu şeklindeki hadisler (bk. Müslim, Rüya, 7), rüyanın bir bilgi edinme yolu olabileceğine işaret etmektedir.

Sûfiler, özellikle nefsanî tarikat mensubu olan Halvetî ve Kadiriler ders geçme ve manevî yükselişte rüyayı bir ölçü ve değerlendirme aracı olarak görürler. Sadık rüyaların varlığı ayet ve hadislerle sabit olduğuna ve bugün psikanaliz metodu olarak rüyalardan yararlanıldığına bakılırsa bunun çok şaşılacak bir yanı olmadığını sanıyorum. Bu iş bir yoğunlaşma, arınma ve insıbâğ meselesidir. Şuûraltına hükmedebilme meselesidir. Rüyanın görülmesi kadar yorumu da önem arzeder. Bu iş bir ilim haline gelmiş ve görülen rüyadaki sembollere göre rüyalar tabir edilmiştir.

– İlham nedir? Şeriata uygun olan ilhamın muhatab ve üçüncü şahısları bağlamadaki hükmü nedir? İlham, şer’î mükellefiyetin hükmünü yükseltebilir mi?

– İlham: Bildirmek ve haber vermek demektir. Kur’an’da: “Andolsun nefse ve ona bir takım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene!..” (eş-Şems,91/7-8) ayetinde geçen bu kavram, tasavvufta feyz yoluyla kalbe gelen özel anlam ve bilgi demektir. İlhamın kaynağı ya melektir, ya da doğrudan Allah’dır. İbn Arabî, velilerin ilhamı peygamberlerin vahiy aldığı kaynaktan aldıklarını belirtir. (bk. Füsûsu’l-hikem, s.63) Allah dilediği kullarına ilham yoluyla diğer insanların göremediği bazı şeyler gösterebilir. Ancak sûfilerin genelde kabul ettikleri görüşe göre bunlar başkaları için huccet olmaz. İlham, müctehidin içtihadı gibi taklid edilemez. O belki sadece işâri yorumlarda bir bilgi kaynağı alarak değerlendirilebilir. İlham, muhatabının şer’î mükellefiyetini olmasa bile, şahsî sorumluluğunu artırır. Başkaları için nevafil olan şey, ilham ile taayyün etmiş kişilerde vücûb derecesine çıkabilir. Ancak bunlar istisnaî olaylar ve istisnai kişilerdir.

İNSAN ve İNSAN-I KÂMİL İLE İLGİLİ MESELELER

– İnsan niçin yaratıldı? Allah’ı bilmek için mi? Kulluk için mi? Yoksa muhabbet için mi? Ma’neviyatta öncelik muhabbete mi, ma’rifete mi, yoksa ibadete mi verilmeli?

– İnsanın yaratılışını gayesini gösteren üç ayetten ikisinde insanın boş yere yaratılmadığı (el-Müminûn.23/115) ve başıboş salıverilmeyeceği (el-Kıyame, 75/36) belirtilmektedir. Üçüncü ayette ise Allah Teala “Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zariyat,51/56) buyurmaktadır. Ayette yaratılış gayesi olarak “kulluk” öne çıkmaktadır. Bu ayetin tefsirinde İbn Abbas’dan naklen “Beni tanısınlar” yorumu ile ma’rifet de yaratılış gayesini açıklayan bir kavram olarak devreye girmektedir. Ma’rifet de muhabbet için önemlidir. Bu yüzden diyoruz ki: Amaç kulluktur. Kulluk sevgi (muhabbet) ile olursa bir anlam kazanır. Kullukta sevginin yolu da marifetten (tanımadan) geçer. Öyleyse kul önce Allah’ı tanıyacak, sonra ibadet ve taatla O’nu sevecek ve o sevgi içinde kulluğa devam edecek.

– İnsanın büsbütün dünyadan el etek çekmesi, kendini sadece ibadete vermiş olması gerekseydi Allah insanı melek olarak yaratmaz mıydı?

– İnsanın büsbütün beşerî sıfatlardan sıyrılması anlamında dünyadan el etek çekmesi beklenemez. Aslında insandan istenen ve beklenen, gönlündeki dünya sevgisini çıkarmak ve dünya-perest olmaktan kurtulmaktır. İnsanın dünya nimetleri içinde yüzmesi sevgisi gönle yerleşmedikçe zühde engel teşkil etmez. İnsandan melek olması elbette beklenemez. Ama insan nefsinin isteklerini frenlemesini öğrenmeyince tûl-i emele çabuk mağlûb olur. İnsandaki ebediyyet duygusu çoğu zaman hedef şaşırarak ebediyyeti dünyada ve dünyalık şeylerde sanmaktadır. Tasavvufta dünyaya karşı zühdde aşırı uyarı, bu sebepledir, insanları melek yapmak için değil.

İNSANIN MANEVİ YAPISI (Ruh, Kalb, Akıl ve Nefs) İLE İLGİLİ MESELELER

– Tasavvufta ruhdan çok bahsedilir. “Sana ruhdan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az şey verilmiştir” (el-İsra, 17/85) ayetine rağmen bu bilgiler nereden çıkmıştır?

– Tasavvufta ruhtan çok bahsedilmesinin sebebi, tasavvufun insanın ruhî boyutu ve manevî tarafı ile ilgilenmesidir. İnsan ruhu, Kur’an’ın beyanına göre ilahî menşe’lidir. “Ben Adem’in yaratılışını tamamladığımda ona rûhumdan üfürdüm.” (el-Hicr, 15/29 ; Sâd, 38/72)buyrulmuştur. Bedeni toprak ve sudan olan insanın ruhu, ilahî kaynaklı olduğundan insanlar tarafından merak edilmiş, soru ve araştırma konusu yapılmıştır. Asr-ı saadetteki yahudîlerin Hz. Peygamber’e “ruhun ne olduğunu” sormaları üzerine inen ayette: “Sana ruhdan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az şey verilmiştir” (el-İsra. 17/85) buyurulmuştur. Bu ayette ruhun “Rabbın emrinden” oluşunun beyan edilmesi, aslında ruhun özelliği hakkında bir ip ucudur. O da insanın halîfe oluşuyla izah edilebilir. Halîfe, kendisini istihlaf edenin özelliklerine sahip olur. Çünkü O’nun adına bir takım görevler üstlenecektir. İşte insan, “imaret” (yönetim ve idare) özelliği taşıyan ruhuyla yeryüzünde Allah adına bir takım sorumluluklar üstlenmiş bulunmaktadır. Ruh hakkında “çok az bilgi verilmesinin” beyan edilmesi, ruh konusunun önemi ve büyüklüğüne göre bilginin çok az oluşunu belirtmek içindir. Tasavvufta ruh ile ilgili verilen bilgiler ise genellikle ruhun tezahürleri ve özellikleri ile ilgilidir. Doğrudan ruhun kendisiyle ilgili değildir.

– Nefsin mertebeleri ve özellikleri nelerdir?

– Nefsin manevî yükselişteki mertebeleri değişik şekillerde tasnif edilmiştir. Bazıları üçlü, bazıları beşli, bazıları yedili tasnifler yapmıştır. Emmare, levvame, mülheme, mutmeinne, râziye, marziyye ve kamile gibi.

Nefs-i emmâre: Münker ve günah olan şeyleri işlemeyi teşvik ve emreden nefstir. Kur’an’daki: “Çünkü nefs, kötülüğü şiddetle emreder.” (Yusuf, 12/53) ayet-i kerimesi nefsin bu makamına işaret eder.

Nefs-i emmare mertebesinde bulunan salik iyilik işlemez, kötülüklerden kaçmaz; ancak kötülüğün zuhurundan pişmanlık duyar. Fakat bu nedamet, onun davranışlarını etkilemez. Bu sıfatla muttasıf olan nefs, hevasına fazlaca düşkündür. Bu mertebedeki salikin zikri “Lâ ilahe illallah”, seyri “seyr ilallah”dır.

 Nefs-i levvâme: Yaptığı kötülüklerin akabinde zaman zaman pişmanlık duyan, sahibini münkere mülazemetten dolayı ayıplayan ve tevbeye temayül gösteren nefstir. Adını Kur’an’daki: “Levvâme (pişmankar) nefse andolsun.” (el-Kıyame, 75/2) ayetinden alır. Zikri, Allah lafza-i celali, seyri “seyr lillah”dır. Bu makamda muhabbetullah hasıl olur.

 Nefs-i mülheme: İlham ve keşfe mazhar olmaya başlayan, neyin hayır, neyin şerr olduğunu idrak edebilme melekesine sahip, şehvet isteklerine karşı kısmen direnme gücü bulunan nefstir. Adını“Andolsun nefse isyanını ve itaatını ilham edene.” (eş-Şems,91/8)ayetinden alır. Bu mertebede zikir “Hû”, seyr “seyr alellah”dır.

Nefs-i mutmeinne: Kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup güzel ahlak ile hemhâl olan nefstir. Bu nefs, Cenab-ı Hakk’ın tevfîk ve inayetiyle sekînet ve yakîne mazhar olarak ıztıraplardan kurtulur. Bu makamda beşeriyet fena bulup “Nûr-i Muhammedi” zuhur ettiğinden nefs, hitab-ı ilahîye mazhar olur: “Ey itmi’nâna ermiş itâatkâr nefs!”(el-Fecr, 89/27) Bu makamın zikri “Hakk” ismidir. Seyri “seyr maallah”dır.

Nefs-i râziye: Kendisi hakkında tecellî eden kaza hükümlerine tereddüdsüz teslim olup rıza gösteren nefsin makamıdır. Bu makam, salikin esrar-ı ilahiyyeye muttali olduğu makamdır. Zikir “Hay” ismidir. Seyr “seyr fillah”dır. Kur’an’daki: “Dön Rabbına, sen O’ ndan râzî olarak” (es-Şems. 89/28) ayeti bu makama işarettir.

Nefs-i merziyye: Allah ile kul arasında rızanın müşterek bir vasıf olduğu, kulun Allah’dan, Allah’ın kuldan râzî olduğu makamdır. Yukarda geçen ayetin devamı olan: “Rabbın da senden râzî olarak” ifadesi bunu göstermektedir. Bu makamda zikir “Kayyûm” ismi, seyr “seyr anillâh”dır.

Nefs-i kâmile: Bu makamda salik, bütün marifet makamlarını kazanarak irşad mevkiine yükselir. Bu makam vehbîdir. Zikri “yâ Kahhâr!” ismi, seyri “seyr billâh”dır.

– İnsan kendi başına nefsin mertebelerini aşabilir mi?

– Sûfiler tarafından değişik şekillerde yapılan nefs makamlarına aid tasnifler genellikle itibarîdir. Bu bakımdan bunları insanın kendi başına aşması mümkün değildir. Mutlaka başında bir mürşid bulunmalıdır. Ayrıca yapılan bu tasnif çok kesin hatlarıyla birbirinden ayrılmış, matematiksel bir tasnif değildir. Zaman zaman tedahüller olabilir. Ayrıca “mülheme” makamı nefsin ilhama mazhar olduğu makamdır. Bu makam ancak ehliyetli ve liyakatli mürşidler marifetiyle aşılabilir. İlham almaya başlayan nefsin sahibi ucüb ve benliğe kapılabilir. Kendini “erdim” sanabilir. Böyle durumlar da “mezlaka-i akdâm” denilen ayak kaymalarına sebebiyet verebilir.

– Nefs-i emmâre nedir? Nefs-i emmâreden kurtulmak için ne yapmalıyız?

– Nefs-i emmare daima kötülük sayılan şeylere ilgi duyan ve sahibini o tür şeylere sevkeden nefstir. Yaptığı kötülüklerden de pek pişmanlık duymaz. Emmare konumunda bulunan bir nefsi şerîata riayet ve mu’tedil bir riyazatla terbiye etmeye çalışmak lazımdır. Bu bir irade eğitimidir. Nefsin hoşlandıklarını geri bırakarak onun her istediğini yapmak yerine, ona aklın ve şeriatın emirlerini yaptırmaya çalışmak gerekir. Nefs, genellikle çocuğa benzetilir. Çocuğunu sütten kesmek isteyen anne nasıl çocuğuna direnir ve bu direnmede iradesini ortaya koyar ve böylece muvaffak olursa, nefs-i emmare ile başa çıkmak için de sağlam bir irade ortaya koymak ve şeriat ölçüleri içinde mücahede etmek lazımdır.

– Kalb hakkında bilgi verir misiniz?

– Kalb birşeyin merkezi ve özü demektir. Birşeyi tersyüz etmek, değiştirmek veya değişkenlik anlamınada gelir. Kur’an’da genelde idrak ve anlama merkezi, düşünme ve kavrama gücü anlamına yaklaşık 140 yerde geçmektedir. Kalb îman yeridir. Fıkıh ve kelam alimleri kavramak ve idrak anlamına “akıl” kelimesini tercih ederlerken, sûfiler “kalb” kelimesini tercih etmişlerdir.

Sûfilerin başlangıçta anlama ve idrak manasında kullandığı bu kavram, sonraları daha bir derinlik kazanarak “gönül” anlamında kullanılır olmuştur. Sûfilere göre kalb aynı zamanda keşf ve ilham merkezidir. Çünkü kalb Hakk’ın tecellîgahıdır. Kalb, sevgi ve ilgi merkezi olduğundan sevgide birlik esastır. Kalb iki anlama gelir. Birincisi insanın sol memesinin altında çam kozalağını andıran et parçası, ikincisi ise insan bedenine tevdî edilen ruhanî ve rabbanî bir latifedir. Bunun cismanî kalb ile de bir ilişkisi vardır. Nitekim: “Gerçek şudur ki, kör olan gözler değil, gögüslerdeki kalblerdir.” (el-Hacc, 22/46) ayeti buna delildir.

KABİR ve TEFEKKÜR-İ MEVT İLE İLGİLİ MESELELER

   – Tasavvufta kabir ziyaretlerine bilhassa yaşadığı asırda şöhret bulmuş ilim adamları ile sûfilerin kabirlerinin ziyaretlerine çok önem verilmektedir. Hadislerde ise: “Sizden öncekiler kabirleri mescid ediniyordu. Sakın ha siz kabirleri mescid edinmeyin! Sizi bundan sakındırıyorum!” (Muvatta’, Kasru’s-salat fı’s-sefer, 85)“Allah yahûdî ve hristiyanlara lanet etsin, onlar peygamberlerinin mezarlarını mescid edindiler.”(Buhari, Salat, 48, Cenaiz 162, Enbiya 50; Ebu Davûd, Cenaiz 72; Nesaî, Mesacid, 13) buyrulur. Bu konuda neler söylersiniz?

– Tasavvuf ricalinin, ulema ve meşayihın kabirlerini ziyaretlerine büyük önem verdiği doğrudur. Allah Rasûlü’nün, kabirlerin mabed edinilmemesi konusundaki emirleri ortadadır. Bunların arasını nasıl telif ederiz? Şimdi bir kerre sizin de zikrettiğiniz hadislerde Allah Rasûlü’nün hedefi açıktır: Kabirleri mabed, ölüleri de mabud edinmemek. Allah Rasûlü aynı endişe ile kabir ziyaretini de yasaklamış, daha sonra bu endişenin zail olmasını müteakip tekrar izin vermişti. Bu duruma göre, kabirlerin mabed edinilmesi gibi bir tehlike söz konusu ise o zaman ziyaretin bile yasaklanması gerekir. Ama böyle bir tehlikenin sözkonusu olmadığı zaman ve mekanlarda sırf ölümden ibret almak, ölüm ötesine hazırlanmak ve şefaati umulan, hakkında hüsn-i zan beslenilen bir büyük zatın kabrinin Allah rızası için ziyaret etmek şer’î bakımdan mahzurlu olmasa gerektir. Nitekim herşeye rağmen türbe içinde ve mezar üstünda namaz kılmak caiz görülmemiştir. Daha önce bir başka vesîle ile zikrettiğimiz gibi, bugün dînî konulara ilginin bilginin önüne geçmesinden kaynaklanan cehalet, bir takım yanlışlıklara sebebiyet vermektedir. Yoksa kabir ve türbeleri başında üç İhlas, bir Fatiha okuyarak ziyaret etmenin ne zararı olabilir? Kaldı ki bu tür ziyaretlerde insanın hayal dünyası kişiyi alıp zaman tünelinden ziyaret edilen şahsın dönemine götürmekte ve böylece bir süre de olsa insan dünya kaygılarını unutup güzel insanların huzurlu dünyasını hayalinde canlandırmaktadır. Konunun bu boyutlarını da düşünmek gerekir. Tek veçheden bakıldığında isabetli karar vermek zordur.

– Rabıta-i mevt veya tefekkür-i mevt denilen “ölümü düşünme” konusunun tasavvuftaki yeri nedir? Açıklar mısınız?

– Tasavvufta “tefekkür-i mevt” olarak, bazan da rabıta-i mevt olarak anılan “ölümü hatırlayıp düşünme” olayının çok önemi vardır. Hz. Peygamber: “Dünyevî zevkleri kıran ve tûl-i emeli unutturan ölümü çokça hatırlayınız.” (Tirmizî, Zühd, 4; Nesaî, Cenaiz, 3; İbn Mace, Zühd, 31) buyurur. Bir defasında da “kendisine zekî müminin kim olduğu” sorulmuştu da şu karşılığı vermişti: “Ölümü çokça hatırlayan ve ölümden sonrasına iyi hazırlanandır.” (İbnMace, Zühd, 31) Benzeri hadislerin ışığında mutasavvıflar “Ölmeden evvel ölmek” (bk. Keşfu’l-hafa, II, 291, hadis: 2669) şeklinde bir anlayış geliştirerek her nefesi son nefes bilip ölüme her an hazır olmanın yollarını aramışlardır. Tefekkür-i mevt bir bakıma her nefesi son nefes bilmektir. Tefekkür-i mevt“Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz.” (Tirmizî, Kıyame, 25) hadisinin ışığında insanın amellerini tartması, ölümü hatırlayarak nasıl hesap vereceğini düşünmesidir. Kalplerdeki dünya sevgisini, kafalardaki masiva ilgisini azaltmasıdır. Bedenin rûha verdiği bulanıklığı atmasıdır. İnsanı her an dünyaya esir etmeye çalışan şeytanın: “Ne yiyeceksin? Ne giyeceksin? Nerede barınacaksın?” şeklindeki şaşırtıcı sorularına: “Ölüm yiyeceğim, kefen giyeceğim, kabri mesken tutup orada barınacağım.” şeklinde radikal cevaplar vermesidir. İnsana en yakın olan şey, ölümdür. Çünkü herkes ölecek yaştadır.

islamdahayat.com’sitesinden alınmıştır.

[divide style=”2″]