ITRÎ’DE NÂBÎ SEVGİSİ VE BİR NAZÎRE
Klâsik Türk müziğinin en büyük bestekârlarından biri olan Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi (öl.1712), aynı zamanda değerli bir şair ve hattat olarak da edebiyat ve sanat dünyamızda yerini almıştır.
XVII. yüzyılın ünlü tezkire yazarı Sâlim Efendi’nin deyişiyle “Şiir gülistanının güzel ötüşlü bir bülbülü olan ve şairler arasında epeyce şöhreti bulunan” Itrî’nin müretteb divanı vardır. Fakat maalesef bu divanın bir nüshası henüz ele geçmemiştir.[1]
Türk müziği araştırmacısı merhum Dr. M.Nazmi Özalp (öl.2006), kadirşinaslık göstererek Itrî’nin çeşitli tezkirelerde, yazma mecmualarda ve diğer kaynaklarda bulunan şiirlerini toplamış ve bir makaleyle neşretmişti.[2] O makalede bulunan ve çoğu gazellerden oluşan 18 parça şiire baktığımızda, bu manzûmelerde ismi zikredilen yegâne şairin, Nâbî (öl.1712) olduğunu görüyoruz.
Buradaki manzumelere göre Itrî, Nâbî’nin,
Niyyetin eylediğin va‘deyi incâze midir
Hûn-ı dili mey, gonceyi câm eyledi bülbül
Hirâs-ı âh-ı serdim zülfün ayırmaz izârından
mısralarıyla başlayan gazellerini tahmis etmiş;
Âşıka nâzdan ol âfet-i devran dönsün
mısraıyla başlayan gazeline de nazîre yazmıştır.[3]
Bu gazelin son beytinde şair,
Nâbiyâ tâze nazîre desin erbâb-ı sühan
Rûy-i hat-âvere mecmûa-i yâran dönsün
diyerek dostlarından bu, redifi zor olan 6 beyitlik gazele “tâze” yani vakit geçirmeden yahut orijinal nazîre yazmalarını istemiş; onun davetine icap edenlerden biri de Itrî olmuştur.
Itrî’nin yedi beyitlik naziresi, merhum Özalp’ın yayınladığı şiirler arasında mevcuttur. Ancak biz, başka bir kaynakta bulduğumuz metni sunmak istiyoruz; çünkü yayınlanan manzûmeyle bazı farklılıklar taşımaktadır. Kaynağımız Milli Kütüphane Adnan Ötüken Bölümü’nde 3769 nolu yazma şiir mecmuasıdır. Mecmua 38a’da Nâbî’nin söz konusu gazeli ile Itrî’nin ve ünlü Mesnevî mütercimi Nahîfî’nin (öl.1738) nazîreleri yer almaktadır. Gazel şudur:
Nazîre-i Itrî Çelebi:
Bezm-i ağyârdan ol şem‘-i fürûzan dönsün [4]
Derse pervâne-sıfat üstüne yâran dönsün
Sayd-ı mürg-i dil için her biri bir şeh-bâza
Meclis-i meyde yine dîde-i hûban dönsün
Hüsn-i dil-dâr ile bahs etmek için azm etmiş
Kızmasın derse yüzü mihr-i dırahşan dönsün
Bezm-i meyde heves-i bûs-i leb-i cânandan
Alırız elden ele sâgar-ı gerdan dönsün
Gece kûyuna varıp görmek için devr eyler
Tutulur, söylenüz anda meh-i tâban dönsün
Kef-i dil-dâra erem deyü gezer elden ele
Söylen ol dâiyeden sübha-i mercan dönsün
Nazm-ı Nâbî’ye yine pey-rev ol Itrî, yazılıp
“Rûy-i hat-âvere mecmûa-i yâran dönsün”
Şiirin sadeleştirmesi şöyledir:
O yanmakta olan mum (sevgili), ağyâr (yabancılar, rakipler) meclisinden dönsün; isterse meclistekiler, onun etrafında dönen kelebekler (gibi) olsun…
Yine gönül kuşunu avlamak için, içki meclisinde güzellerin gözleri, her biri bir şahbaza (iri beyaz doğana) dönsün.
Parlak güneş, yüzü kızarmasın istiyorsa, sevgilinin güzelliğiyle yarışmaya girişmesin, vazgeçsin.
İçki meclisinde sevgilinin dudağının değdiği yerden içmek isteriz. (Onun için) şarap kadehi elden ele dolaşıp dönsün.
Gece (yârin) mahallesine varıp onu görmek için dönüp dolaşan parlak aya söyleyin, bundan vazgeçsin; yoksa tutulup kalır (ve kararır).
Mercan tesbih, sevgilinin eline geçeyim diye elden ele dolaşıp durur; söyleyin o arzudan dönsün.
Ey Itrî! Yine Nâbî’nin şiirini takip et (ona nazîre yaz ki bunlar) dostların mecmualarına yazılıp sayfaları, sakalı yeni çıkan (güzel) yüze dönsün.
Görüldüğü üzere Itrî gazelinin son beytinde, Nâbî’nin gazelindeki son mısraı tazmin etmiş, kendisine iltifatta bulunmuş ve tevâzu göstermiştir. Beyitteki “yine” kelimesinden, şairin daha önce de Nâbî’ye nazîre, tahmis vs. yazdığı anlaşılmaktadır.
Araştırmacılar, Itrî’nin şiirlerindeki Nâbî tesiri üzerine dikkat çekmişlerdir. Meselâ Nazmi Özalp Bey, Itrî’nin şairliğiyle ilgili olarak, Ruşen Ferid Kam’ı kaynak gösterip şu bilgileri veriyor: “Bu tertipli Divan bugün ortada yoktur. Fakat yazma mecmualarda na’t, gazel, şarkı, tarih manzumeleri, Nâbî’nin bazı gazellerini tahmis, bazılarına nazire’leri vardır. Bütün bunlardan Itrî’nin de Divan Edebiyatının icab ettirdiği bilgileri bilen, bu edebiyatın estetik ve esprisini anlamış, kavramış bir şair olduğunu öğrenmekteyiz. O da başkaları gibi, edebî kabiliyetini geçmiş zamanlardan kendi zamanına kadar gelerek nazım alanında kök salmış nevilere göre geliştirdiği, his ve hayallerle ördüğü mısralardaki, beyitlerdeki renkleri, desenleri, o devrin modasına uydurmayı başarmıştır. Çünkü rengi, deseni başka türlü olan sözlere o zamanlarda kimse değer ve önem vermezdi. Itrî’nin bir şair olarak yetişmesinde, olgunlaşmasında çağdaşı Urfa’lı Yusuf Nâbî’nin nüfuz ve tesirinin olduğu, onun manzumeleri üzerine, tahmis etmek, nazire’ler söylemek yolu ile başkalarınınkinden fazla eğilmesinden anlaşılır”[5]
Nuri Özcan Bey, “Şiirlerinde ‘Itrî’ mahlasını kullanan Buhûrîzâde Mustafa Efendi’nin manzumelerine, güfte mecmualarında ve şuara tezkirelerinde rastlanılmaktadır. (…) Onun şiirlerinde, çağdaşı olan ünlü şair Urfalı Yusuf Nâbî’nin büyük tesiri olduğu söylenir. (…) Eserlerinde alışılmışın dışında bir melodi örgüsü gözlenen Itrî Efendi daha çok Şehrî, Nâbî, Fuzuli, Nev’i ve arkadaşı Yahya Nazim gibi ünlü şairlerin manzumelerini, zaman zaman da kendi güftelerini bestelemiştir.” [6]
Bizim çeşitli musiki mecmualarından edindiğimiz kanaate göre Itrî, güfte açısından 17. yüzyıl şairlerinden çokça istifade etmiş ve husûsen Nâbî’ye daha fazla teveccüh göstermiştir. Zaten bu asırda şairlerin musiki ile ilgilenip güfteler yazdıkları biliniyor. Yenişehirli Beliğ’in de (öl.1174/1760),
Dünyâyı tuttu güfte-i Nâbî terânesi
Bilmem ne hazzeder bu Ruhâvî’den ehl-i Rûm
dediği gibi, Nâbî’nin şöhreti, o zamanlar hayli yayılmıştı.
Bir yazısında 17. yüzyılın kültürel panaromasını çizen sayın Nuran Ürkmez de Nâbî etkisini şöyle dile getirir: “Itrî’nin yaşadığı devir Osmanlı kültür ve sanatının parlak bir dönemidir. Itrî IV. Mehmed (1648-1687) başta olmak üzere, II. Süleyman (1687-1691), II. Ahmed (1691-1695), II. Mustafa (1695-1703) ve III. Ahmed (1703-1730)’in saltanat devirlerini görmüş, yaşamıştır. Köprülüler ve Kırım Han’ı Selim Giray Han, dönemin diğer önemli devlet adamlarındandır ki Selim Giray Han’ın musiki muhibbi olduğu ve musikişinaslarla yakın ilişkiler kurduğu bilinmektedir. Kâtip Çelebi (vefatında Itrî yaklaşık 17 yaşındadır), Evliya Çelebi devrin yine önemli şahsiyetleridir. Yine aynı dönemde klasik şiirimiz gösterişli bir devrini yaşamaktadır. Naili ile divan şiiri zirveye çıkmıştır. Naili, Itrî’nin musikisinden istifade ettiği çok muhtemel olan Hafız Post’un hocasıdır. Neşati, Nâbî yine Itrî’nin çağdaşı zirve isimlerdir. Itrî, Yeni Cami ve Mısır Çarşısı’nın mimarı Mustafa Ağa ile de aynı devirde yaşamıştır. (…) Nat, gazel, tahmis, tarih ve kıtalar yazan Itrî’nin şiirinde, Nâbî’nin etkisi olduğu düşünülmektedir ki Nâbî’nin manzumelerine nazireler yazması ve Nâbî ile çağdaş olması bu düşünceyi muhtemel kılar.” [7]
Bu arada Nâbî Divanı’nda Itrî adına yazılmış bir muamma beyti bulunduğunu; Mevlâna, İbn-i Arabî, Abdülkadir-i Geylânî gibi büyük mutasavvıflara derin hürmet beslediğini; hatta şairin bir mevlevi dervişi edasıyla Mevlâna ve Mevleviler için övgü dolu şiirler yazdığını da hatırlatalım.[8]
Itrî, Nâbî ile sadece bir şair olarak ilgilenmiş değildir; aynı zamanda onun çeşitli şiirlerini de bestelemiştir. Örnek olarak bazı yazma mecmualarda tesadüf ettiğimiz güftelerin ilk mısralarını verebiliriz:
Gel ey nesîm-i sabâ kûy-i yârdan ne haber [9]
Çeşmin gibi mest olmak için câma mı düştün [10]
Hûn-ı dili mey, gonceyi câm eyledi bülbül [11]
Nühüfte sûzişim anlandı pîç ü tâbımdan [12]
Bahâr geldi yine deste câm alınmaz mı [13]
Prof. Dr. Meserret Diriöz de “Itrî Nâbî’nin (Gel ey nesîm-i sabâ’ya ilâveten) beş gazelini daha bestelemiştir. Aslında Nâbî’nin Itrî tarafından bestelenen şiirleri, belki de bu elde edilenlerden pek fazladır. Bu da gösteriyor ki Itrî ile Nâbî arasında en azından bir dostluk, bir yakınlık mevcuttu.” [14] diyerek 18. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen bir güfte mecmuasından şu gazelleri naklediyor: (s.283-284)
Peyâm-ı lutf kim câna leb-i dil-dârdan geldi [15]
Gül gülşeni terk eyledi sohbet sana kaldı [16]
Hayâl-i la‘l-i nâbın câm-ı çeşm-i terde kalmışdır [17]
Zevk-i gam dilde midir dâğda mı tende midir [18]
Senin-çün hâb-ı râhat çeşm-i giryânımla rûşendir [19]
Itrî ile Nâbî’nin ilişkileri hususunda, onların hangi zaman dilimlerinde İstanbul’da yaşadıklarını biraz daha izah etmek gerekir.
Kazandığı büyük hürmete ve şöhrete rağmen Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi’nin hayat hikâyesine dair maalesef çok az şey biliniyor. Doğum tarihi, Suphi Ezgi’nin tahminine göre 1630, Rauf Yekta Bey’e göre 1640’a doğrudur. İyi bir öğrenim gördüğü anlaşılan Itrî’nin gençliğinde, en meşhur musiki üstadlarının da buluştuğu bir mekân olan Yenikapı Mevlevihanesi’ne devam edip o zamanki postnişin Câmi Ahmed Dede’den (öl.1082/1671) feyiz aldığı tahmin ediliyor.[20]
Sultan IV. Mehmed’in (1648-1687) iltifatına mazhar olup fasıl toplantılarına hanende olarak katıldığı, orada kendi bestelerini de icra ettiği ve bu padişah zamanında kendi isteğiyle esirciler kethüdalığına atandığı; yine Kırım Hanı I. Selim Giray’ın (1634-1704) da Çatalca civarında bulunan çiftliğindeki musiki toplantılarının müdavimleri arasında olduğu, kaynaklarda zikredilmektedir. Siyâhî Ahmed Efendi’den tâlik hattı meşketmiş, dönemin ileri gelen mûsikî üstadları Hafız Post, Koca Osman, Derviş Ömer, Küçük İmam Mehmet Ağa ile arkadaşlık kurmuştur. 1124/1712’de vefat eden bu büyük bestekârın Yenikapı Mevlevihanesi civarına defnedildiği rivayet edilmektedir.
1642 yılında Urfa’da doğmuş olan Nâbî ise, yokluk içerisinde geçen bir çocukluk ve ilk gençlik devresinin ardından 1076/1666 yılında, Sultan IV. Mehmed’in saltanatı döneminde (1648-1687), 24 yaşında iken İstanbul’a göç etmiş[21]; burada eğitimine devam ederken başarılı şiirleriyle tanınmaya başlamıştır. Rivayete göre sesi güzel olan Nâbî, musiki ile de ilgileniyordu. Esprili bir kişiliği vardı.
O tarihte sanatkârların ve sanatın hâmisi olup güzel şiirleri bulunan, ilim ve irfan sahibi bir insan olan Musahib Mustafa Paşa’nın himayesine girmiş ve dîvân kâtibi olarak tayin edilmiştir. (Mustafa Paşa o zaman Sultan IV. Mehmed’in musahibi ve ikinci veziri mertebesine erişmişti.)
Musahip Mustafa Paşa’nın 1097/1686’da ölümünden sonra Nâbî, Paşa’nın masraf kâtibi olup kendisinin yakın dostu ve öğrencisi olan Eyüplü Mehmed Râmî Efendi (sonradan vezir olmuştur, öl.1119/1707) ile hacca gitmiş; dönüşünde Halep’te mukim olmuş ve burada 25 yıl çeşitli memurluklarda bulunmuş, iki defa Şam defterdarlığına atanmıştır. Buradayken yazdığı şiirleri İstanbul’a ulaşırmış.
Nihayet Halep valisi olan ve Nâbî’nin sohbetinden memnun kalan Baltacı Mehmed Paşa, 1122/1710-1711’de ikinci sadrazamlığı sırasında onu İstanbul’a getirip yanına almış ve kendisini hâcegânî rütbesiyle Anadolu muhasebecisi olarak atamıştır. Daha sonra Süvari mukabelecisi olan Nâbî, 3 Rebîü’l-evvel 1124 (10.4.1712) tarihinde vefat etmiş ve Üsküdar’da Karacaahmet (Miskinler) Mezarlığı’na defnedilmiştir.[22]
Demek ki Itrî ile Nâbî, 1666-1686 arasında yirmi yıl ve yaşlılık dönemlerinde 1710-1712 arasında iki yıl kadar İstanbul’da, Saray çevresinde bulunmuşlardır. Prof. Diriöz’ün de uzunca bir mütâlaa yürüterek belirttiği gibi[23], edebiyat ve sanatta aynı sahalara ilgi duyan ve eserler veren bu iki güzide edip ve sanatkârın görüştüklerinden ve muhâberelerinin devam ettiğinden herhalde şüphe etmemek gerekir. Hele Itrî’nin Nâbî’ye olan ilgisi ve sevgisini gördükten sonra…
Sonuç olarak bilhassa Itrî’nin şiirleri üzerine yapılacak bu tür araştırmalarla hayatı, çevresi, ilmî ve edebi kişiliği ve dolayısıyla sanat yönü daha fazla aydınlatılabilir diye düşünüyorum. Biri hikmetin dili, diğeri hikmetin sesi olarak asırlarca üzerimizdeki feyizli ve ruhaniyetli etkilerini sürdüren bu iki seçkin ve güzel insanı, Hakk’a vuslatlarının 300. yıldönümünde rahmet ve minnet duygularıyla anıyoruz.
Dr. Yakup Şafak
[1] Bkz.Sâlim, Tezkire-i Sâlim, nşr. Ahmed Cevdet, İstanbul, 1315, s. 479. (Bazı kaynakların temininde yardımını gördüğüm kıymetli meslektaşım Doç. Dr. Sait Okumuş Bey’e teşekkür ederim.)
[2] Mehmet Nazmi Özalp, “Itrî’nin Şiirleri”, Mavi Nota, S.8, s.11-13 (1993)
[3] Zikredilen manzumeler için bkz. Dîvân-ı Nâbî, İstanbul, 1292, s.30, 132, 148, 160-161. Krş. Ali Fuat Bilkan, Nâbî Dîvânı, İstanbul, 1997, I, 618, gz.no 211; II, 833, gz.no 493; 926, gz.no 618; 919, gz.no 609.
[4] Merhum Özalp’ın neşrettiği metinde ilk beyit tamamen farklı olarak şu şekildedir: “Urmasın cismini tîğe hat-ı cânan dönsün / Yüze çıkması olur sonra peşîman dönsün”. Bizim sunduğumuz metne göre 3. beyit ile 4. beyit yer değiştirmiştir. 6. mısra “Den tahammül edemez…”; 12. mısra, “Söylenen ol…”; 14. mısra, “Rûy-ı hat-âver-i…” şeklindedir. Yazar, bu gazelin 5, 7, 8, 9 ve 12. mısralarının, bazı kaynaklara göre farklılıklar taşıdığını da belirtmiştir. Bütün bunlardan Itrî’nin, kendi şiiri üzerinde bazı değişiklikler yaptığı anlaşılmaktadır.
[5] M.Nazmi Özalp, a.g.m., s.11. (Yazar şunu da ilâve ediyor: “Yakın zamanlarda Rauf Yekta Bey, Suphi Ezgi, Sadedin Nüzhet Ergun, Ruşen Ferit Kam, Itrî’nin çeşitli yönleri üzerinde durmuşlardır. Ancak şairliği üzerinde nispeten geniş bir araştırmayı Ruşen Kam yapmıştır. Rüştü Şardağ da son yıllarda bu konuda bir eser yayımlamıştır”).
[6] Nuri Özcan, “Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi”, Diyanet, S.258, s. 2,3 (Haziran-2012); aynı müel.” Itrî Efendi Buhûrîzâde”, DİA, XIX, 220 vd. (İstanbul 1999).
[7] Nuran Ürkmez, “Itrî Buhûrîzâde Mustafa Efendi”, Diyanet, S.258, s. 19, 21 (Haziran-2012)
[8] Bkz. Dîvân-ı Nâbî, s17 (Muammalar kısmı); Nâbî Dîvânı (Bilkan neşri), I, 1320; Ali Fuat Bilkan, Nâbî Hikmet, Şair, Tarih, Ankara, 1998, s.55; Vâsıf, Mecmûa-i medâyih-i Mevlâna, nşr. Ahmet Mermer ve ark. (Osmanlı Şiirinde Mevlana Övgüleri ve Mevlevilik Unsurları), Ankara, 2009, no 34, 152, 264, 324.
[9] Zencîr usûlünde; Milli Kütüphane, yazma no FB 150, vr.38a; Dîvân-ı Nâbî, s.48. (Isfahan makamındaki bu beste, günümüze ulaşmıştır). Krş. Yılmaz Öztuna, Türk Musikisi Ansiklopedisi, İst., 1976, II, 173.
[10] Remel usûlünde; Millet Ktp.yazma no 705 (Şu çalışmadan istifade edilmiştir: Emine Hilâl Çırak, 18. Yüzyılda Yazıldığı Tahmin Edilen Bir Yazmadaki Güfteler, Marmara Ün. SBE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İst., 2007, s.50); Dîvân-ı Nâbî, s.117.
[11] Semâî; Milli Kütüphane, yazma no A 1362, vr.60a; Dîvân-ı Nâbî s.132.
[12] Zencîr usûlünde; Milli Kütüphane, yazma no A 2148, vr.19a; Dîvân-ı Nâbî, s.155.
[13] Hüseynî makamında; Milli Kütüphane, yazma no Cönk 39, vr.2a-4a; Dîvân-ı Nâbî, s.223.
[14] Meserret Diriöz, Nâbî Divanı (Eserlerine Göre Nâbî), İstanbul, 1994, s.282 vd.
[15] “Hüseynî Çenber Beste, Dîvân-ı Nâbî, s.237.”
[16] “Râhatü’l-ervâh, Sakîl Beste; Dîvân-ı Nâbî, s.226.”
[17] “Râhatü’l-ervâh, Çenber Beste; Dîvân-ı Nâbî, s.31.”
[18] “Evc, Semâi Beste; Dîvân-ı Nâbî, s.35.”
[19] “Makamı belli değil; Dîvân-ı Nâbî, s.29.” Ayrıca yazarın aynı yerde (s.283 vd.) “bestekârı belli değil” kaydıyla naklettiği manzumelerden Niyyetin eylediğin va‘deyi incâze midir (Sakîl Beste), Hûn-ı dili mey, gonceyi câm eyledi bülbül (Semâi Beste), Itrî’nin tahmis ettiği gazellerdir. Bunlar gibi, Nühüfte sûzişim anlandı pîç ü tâbımdan (Zencir Beste) ve Bahâr geldi yine deste câm alınmaz mı (Sakîl Beste) mısralarıyla başlayan gazeller de, zikrettiğimiz şekilde, Itrî’nin bestelediği gazeller olsa gerektir.
[20] Bkz. Suphi Ezgi, Amelî Nazarî Türk Musikisi, İst., 1933, I, 113; Mevlevî Âyinleri, İstanbul 1934, fas. VII, s. VII (307) (İst. Kons. neşri).
[21] bkz. Abdülkadir Karahan, “Nâbî”, DİA, XXXII, 258 (İst., 2006).
[22] Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî, İst., 1308, IV, 530.
[23] Meserret Diriöz, a.g.e., s.272 vd.