KONYALI MEVLÂNÂ
Bu yazıda Mevlânâ’nın adı, lâkapları ve bir yer veya kişiyle ilişkisini gösteren sıfatları üzerinde tespit ve değerlendirme yapılarak “Konyalı” nispet sıfatı özellikle ele alınacaktır. Ancak, Mevlânâ’nın hangi bölgeden olduğu veya nereye ait görüldüğü konusunu tartışmanın ötesinde, onun günümüzde Konya, Türkiye ve kültürümüz için taşıdığı önemi vurgulayacak bir isimlendirmeye dikkat çekilecektir. Aksi takdirde bütün insanlara hitap edebilmeyi amaç edinen büyük bir şahsiyetin düşünce ve isteklerine yabancı kalacak bir tavır içerisine düşmekten endişe duymak gerekir.
Doğum yılı 1207’den itibaren Celâleddîn, Hünkâr, Hüdâvendigâr, Mevlânâ, Mevlevî, Şeyh, Mollâ lâkaplarıyla anılan Hz. Mevlânâ için nadiren kullanılan ve yaygınlık kazanmayan Sultânü’l-evliyâ,(1) Sırrullâhi’l-a’zam(2)gibi lâkapları bir araya getirmek, kanaatimizce güç ve bu yazının amacı dışındadır. Ayrıca gazellerinden birçoğunun son beyitlerinde görülen ‘hâmûşî kelimesinin, Mevlânâ’nın mahlası olduğu düşüncesinin(3) ikna edici ve paylaşılan bir tespit olmadığına sözün başında değinmek lüzumludur. Onun adına, ayrıca belli bir bölgeye bağlı oluşunu gösteren Belhî, Rûmî, Konevî ve soyca Hz. Ebû Bekir’e ulaştığını göstermek için de Bekrî mensubiyet sıfatları eklenmiştir.
Mevlânâ’nın adı Muhammed’dir. Bütün kayıtlara göre babası da aynı adı taşımıştır. Başta kendisi Mesnevî’nin mukaddimesinde kaydettiği üzere adı, kaynaklarda ihtilâfsız olarak bu şekilde belirtilmektedir. Meselâ Ankaralı İsmail Efendi (ö. 1631); “Hazret-i Mevlânâ’nın ism-i şerîfleri Muhammed ve lâkabları Celâleddîn’dir. Babalarının isimleri dahi Muhammed ve lâkabları Bahâeddîn’dir” demektedir.(4)
İslâm dünyasında lâkap kullanmak bir gelenekti. Babası Bahâeddîn lâkabına sahip olduğu gibi Mevlânâ da Celâleddîn (Dinin Celâli) lâkabını taşımıştır. Adından daha çok bu lâkabıyla anılmıştır, hatta ona atfen beraberinde lâkaplarından biri bulunmaksızın Muhammed adına tesadüf etmek de mümkün değildir. Menâkibu’l-ârifîn’de babasının ve kendisinin dilinden aktarılan bazı cümlelerde sadece Celâleddîn lâkabı, yer almaktadır. Bundan babasının ve kendisinin bu lâkabı, Muhammed‘in yerine ad gibi kullandıklarına hükmedilebilir. Bu lâkab, bazı eserlerde “Celâlu’l-Hak ve’d-dîn” veya “Celâlu’l-Hak ve’l-mille ve’d-dîn” gibi daha açılmış şekillerde de kaydedilmiştir.(5) Lâkapların bu şekilde kullanılmaları, geleneksel bir tutumdur. Kaynaklarda Celâleddîn lâkabının, Mevlânâ’nın adından çok daha yaygın olduğu görülürken; meselâ bu yazıda kaynak gösterilecek Târîh-i guzîde, Şakâiku’n-nu’mânîye ve tercümesi Hadâiku’ş-şekâik, Tercüme-i Mecâlisü’n-nefâis ve diğer birçok kaynakta Muhammed adına işaret dahi edilmemiştir.
Mevlânâ lâkabı, konumuzu ilgilendiren yönüyle efendi, sahip, mâlik anlamında Arapça sıfat olan “Mevlâ” kelimesiyle, biz anlamındaki Arapça bitişik şahıs zamiri “nâ”dan oluşmakta ve “efendimiz” anlamındadır. Arapçada genelde “el-Mevlâ”, diğer Doğu dillerinde “Mevlânâ” lâkapları, İslâm dünyasında hürmet belirtmek için önemli kişilerin isimlerinin önünde kullanılmıştır. Aynı kullanım Osmanlı döneminde alim ve faziletli kişiler için de söz konusu olmuştur. Örnek olarak Osmanlı bilginlerinden Taşköprüzâde’nin Arapça kaleme aldığı ve ilk Osmanlı alimlerini tanıttığı eş-Şekâiku’n nu’mân”ye (yazılışı 956/1558) isimli eserinde yer verdiği kişilerin ekserisinin önünde “el-Mevlâ” lâkabı bulunurken bu eserin Mecdî Mehmed Efendi tarafından genişletilerek tercüme edilen hâlinde (Hadâiku’ş-şekâik, ilavelerle tercüme tarihi 1587) bu lâkap, Mevlânâ şeklinde yer almış ve eserin aslında “el-Mevlâ” lâkabı bulunmayan birçok zat için de kullanılmıştır.(6) Mevlânâ’dan sonra bu lâkap, yalnız olarak anıldığında, kazandığı ün nedeniyle mutlak olarak Mevlânâ Celâleddîn anlaşılır olmuştur. Bu husus bütün İslâm dünyası için aynıdır.(7)
Menâkibu’l-ârif-în’de Kadı Necmeddîn-i Taştî’nin dilinden aktarılan şu bilgiler, bunun en eski kaydı olsa gerektir: “Bütün dünyada üç şey geneldi. Hazret-i Mevlânâ’ya mensup olunca özelleşti ve önde gelen kişiler, bunu güzel karşıladılar. Birincisi, Mesnevî kitabıdır. Her iki mısraa, mesnevî denilirdi. Şimdi Mesnevî adı söylenince akıl, düşünmeksizin Mevlânâ’nın Mesnevî’si olduğuna karar veriyor. İkincisi, bütün alimlere mevlânâ denilir. Şimdi mevlânâ adı söylenince Hazret-i Mevlânâ anlaşılıyor. Üçüncüsü, her kabre türbe denilirdi. Artık türbe denilince, türbe söylenince türbe olan Mevlânâ’nın istirahatgâhı anlaşılıyor”.(8)
Mevlânâ lâkabının, babası Bahâeddîn Muhammed için de yalnız olarak kullanıldığına zamanımıza ait Lugat-nâme isimli ansiklopedik eserde işaret edilse(9) de bu nâdirdir. Belki de bu durum sadece, oğlu Mevlânâ’nın sohbetlerini ihtiva eden Fîhi Mâ Fîh’te söz konusudur.(10)“Mevlânâ-yı Buzurg (Büyük Efendimiz)” lâkabı ise özellikle bu eserde, Sipehsâlâr’ın Risâle’sinde ve Menâkibu’l-ârif-în’de bulunmak üzere babasının özel lâkabı olmuştur.(11) Ayrıca bazı kaynaklarda Mevlânâ lâkabına, geleneğe uygun olarak babası, oğlu Sultan Veled ve Şems-i Tebrîzî’nin isimlerinin önünde doğal olarak yer verildiğini kaydetmekte yarar vardır.
Mevlevî lâkabı, Allah, sahip, efendi gibi anlamlar taşıyan “mevlâ” kelimesine nisbet yâ’sı eklenerek oluşturulmuş bir kelime olup “mevlâya mensup” anlamındadır. Allah’a bağlı, ilâhî, dinî anlamıyla bu kelime İslâm dünyasında önemli bilgin ve şeyhler için lâkap olarak kullanılmış(12) ve günümüzde bilhassa Hindistan’da bu anlamıyla kullanılmaktadır.(13) İlk kaynaklarda Mevlânâ için müstakil olarak yer almayan mevlevî lâkabı, Sipehsâlâr’ın Risâle’sinde (yazılışı 729/1329’a kadar tamamlanmış olmalı) Hazret-i Mevlevî ve Nefehâtü’l-uns’de (yazılışı 881-883/1476-1478) “Hidmet-i Mevlevî” şeklinde bulunmaktadır.(14) Hüseyn-i Vâ’iz-i Kâşifî ise Lubb-i lubâb-ı Mesnevî (yazılışı Ramazan 875/1471) isimli eserinde Arapça ibare içerisinde veya yalnız olarak “el-Mevlevî” lâkabını ve de Hazret-i Mevlevî deyişini sıkça kullanmıştır.(15) Bu lâkaba, ilk olarak Baba Ruknuddin Mes’ûd-i Şîrâzî’nin (ö. 1368) Nusûsu’l-husûs fî şerhi Fusûs‘unda ve Kâsım-ı Envâr’ın (ö. 1432) şiirinde müstakil olarak tesadüf edilmektedir.(16) Mevlevî lâkabı, son asırlarda özellikle Farsça eserlerde Mevlânâ kastedilerek yaygın olarak kullanılmaktadır.(17)
Mevlevî sıfatı özellikle Türkler arasında başka bir anlamda yaygınlık kazanmıştır, Türkçede bu kelime, Mevlânâ için adlaşmış haliyle kullanılmaz ve Muallim Nâcî’nin izahıyla “Hazret-i Mevlânâ’ya mensub Tarîk-i Mevlevî, Âyîn-i Mevlevî; Mevlânâ’nın tarîki müntesiblerinden” anlamındadır. Bu sıfat, Mevlânâ’ya ve Mevlevî tarikatına bağlı olanlar için, özellikle Anadolu’da geçmişte ve günümüzde yaygınlık kazanmıştır.(18) Bundan dolayı sonuncu özel kullanıma, meselâ F. Steingass ve M. Mu’în’in Farsça için hazırladıkları kapsamlı sözlüklerde işaret etme gereği duyulmamış olmalıdır.
Mullâ (mollâ) kelimesi de lâkap olarak Mevlânâ için az da olsa kullanılmıştır. Bu kelime, muhtemelen Arapça mevlâ kelimesinin İranlılar tarafından bu şekilde telâffuz edilmesiyle oluşmuştur.(19) Türkçede de bazen “munlâ (monlâ)” şeklinde telaffuz edilen kelime de aynı özellikte olmalıdır.(20) Bu nedenle Muallim Nâcî “munlâ yazmakta mana yoktur” tespitini yapmaktadır.(21) Pek makul görülmese de “mullâ”nın ilimle çok dolu anlamında Arapça dolmak anlamındaki mastardan sıfat (mullâ’) olduğu düşüncesini taşıyanlar da vardır.(22) Bu lâkabın bazı eserlerde Mevlânâ için kullanılış şekillerine birkaç örnek: Hadâiku’ş-şakâik’de Monlâ Hünkâr ve Molla Hünkâr;(23) Evliya Çelebi’nin Seyâhatnâme’sinde Hazret-i Monla Hünkâr ve eş-Şeyh Monla Hüdâvendigâr Celâleddîn-i Rûmî;(24)Tezkire-i Latîfî’de Hazret-i Molla Hüdâvendigâr;(25) Keşfu’z-zunûn’da Monlâ Celâleddîn Muhammed.(26)
Kelime olarak yakınlık, huzur anlamını içeren “hazret” kelimesi, bilhassa Hazret-i Mevlânâ şeklinde hürmet içeren bir hitap ifadesi olarak kullanılmıştır. Başta Sultan Veled’in eserlerinde olmak üzere bu konudaki ilk eserlerden itibaren bu saygı ifadesi, tercih edilmiştir. “Hidmet” kelimesinin de “hazret” gibi kullanıldığı özellikle Câmî’nin Nefehâtü’luns’ünde görülmektedir; Hidmet-i Mevlevî.(27) Nevâî’nin aynı özellikteki şu kullanımı dikkat çekicidir: “Mevlânâ hidmetları”.(28) Türkçede bu kullanıma, bu örneğin dışında tesadüf etmek mümkün olmayabilir.
Hüdâvend kelimesiyle eş anlamlı olan Hüdâvendigâr da Menâkibu’l-ârifîn’den ve Sipehsâlâr’ın Risâle’sinden anlaşıldığına göre Mevlânâ için çocukluk yıllarından itibaren kullanılagelmiştir. Menâkibu’l-ârifîn’de babasının bu lâkabı Mevlânâ için kullandığı belirtilmektedir.(29)Anılan iki eserde bu unvan çoğunlukla Hazret-i Hüdâvendigâr olarak kullanılmıştır. Ahmed-i Rûmî’nin 720/1320’de telif ettiği Dekâyiku’l-hakâyık’ında Hüdâvendigâr Mevlânâ ve Hüdâvendigâr Mevlânâ Celâleddîn şeklinde anılmaktadır.(30) Hüdâvendigâr kelimesi efendi, sahip, sultan ve Allah anlamlarını taşımaktadır. Kelimenin efendi, sultan ve benzeri anlamından hareketle Türkçede başta Sultan Murad Hüdâvendigâr olmak üzere çeşitli şahıslar için kullanıldığı vakidir.
Sultan, padişah anlamında olan hünkâr lâkabının Mevlânâ için Mollâ lâkabıyla birlikte kullanıldığına yukarıda görüldüğü üzere Türkçede tesadüf edilmektedir.(31) Muallim Nâcî sözlüğünde “Hazret-i Mevlânâ’ya Mollâ Hünkâr denilir” açıklamasını yapmaktadır.(32) Bu söyleyiş Türkçeye özel olmalıdır.
Şeyh lâkabı Mevlânâ için oğlu Sultan Veled’in eserlerinde,(33)VIII/ XIV. asır kaynaklarında ve sonrasında kullanılırken günümüz kaynaklarında pek anılmaz.(34) İhtiyar, önemli kişi, bilgin ve önder gibi anlamlar taşıyan bu kelime, mezhep ve tarikat önderleri için de kullanılmıştır.
Mevlânâ’nın Hz. Ebû Bekir’in soyundan geldiğini göstermek amacıyla adına eklenen “el-Bekrî (Bekir’e mensup)” mensubiyet sıfatı, başta Sipehsâlâr’ın Risâle’si ve Menâkibu’l-ârifîn olmak üzere kaynaklarda ısrarla kaydedilmektedir. Ancak bu mensubiyetten Mevlânâ’nın ve babasının eserlerinde bahsedilmemesi, en güvenilir Mesnevî ve Dîvân-ı kebîr yazmalarında ve nihayet türbelerinin kitâbelerinde de bu duruma işaret eden bir kayıt bulunmaması dikkat çekicidir. Sultan Veled‘in, Velednâme’sinin, Celâleddîn Humâî tarafından yayınlanan Farsça metninde bu mensubiyeti ifade eden beytin, eski ve itibar edilmesi gereken yazmalarda bulunmadığını ise A. Gölpınarlı ortaya koymuştur.(35)
Mevlânâ’nın irtibatlı olduğu yerlerin adlarını gösteren sıfatlarına Arapça kullanış şekliyle “el-Belhî”, Farsça ve Türkçedeki kullanımıyla “Belhî (Belhli)” ile başlamak uygundur. Bir kişinin bir yerle olan ilişkisini göstermek için Doğu dillerinde yer adlarının sonuna eklenen mensubiyet gösteren “yâ” tarih boyunca kişinin nereli olduğunu, nerede doğduğunu, nerede uzun süre tahsil gördüğünü veya ikamet ettiğini göstermekteydi. Bu nedenle birçok kişi için, meselâ Mevlânâ için Belhî, Rûmî ve Konevî gibi farklı yerlere işaret eden sıfatlar bir arada kullanılmıştır. Arapça söyleyişte “el” belirlilik takısı bu tür kelimelerin başında bulunurken Türkçe, Farsça ve Urducada usûlen ve genellikle yer almaz.
Mevlânâ’nın ailesi, onun doğum ve çocukluk yıllarında bugünkü Afganistan ülkesinin kuzeyinde kalan Belh şehrinde ikamet etmekteydi. Bu nedenle bizzat kendisi Mesnevî’nin mukaddimesinde “Muhammed bin Muhammed bin el-Hüseyn el-Belhî” şeklinde kaydettiği gibi, bu “Belhli” sıfatı bilhassa ilk kaynaklarda babası ve kendisinin adlarının yanında yer almış ve günümüzde de yer almaktadır.
Mevlânâ ikinci olarak, çocukluk döneminin dışındaki yıllarının hemen tamamını, önceki asırlardaki isimlendirmeyle “Diyâr-ı Rûm”da geçirdiği ve Konya’yı vatan edindiği için de “Rûmî (Rum ülkesinden; Anadolulu)” sıfatıyla anılmıştır. Bu konudaki kayıtlardan biri şu şekildedir: “… Sultânu’l-’ulemâ Hazret-i Mevlâna sagîr iken Konya’da tevettun eyledi ol sebebden Celâleddîn-i Rûmî ile mülakkab olmuş idi.”(36)
Belhî ve Rûmî sıfatları bazen birlikte bazen ayrı olmak üzere yaygın olarak kullanılagelmiştir. Ancak Rûmî sıfatının Mevlânâ’nın ve Sultan Veled’in eserlerinde bulunmadığı, Sipehsâlâr’ın Risâle’si ile Menâkibu’l-ârifîn’de de belirtilmediği bilinmelidir.(37) Belki de ilk defa Baba Ruknuddin Mes’ûd-i Şîrâzî’nin (ö. 1368) Nusûsu’l-husûs fî şerhi Fusûs’unda görülen(38) bu nisbenin IX/ XV. yüzyıldan itibaren bu yazıda anılan Huseyn-i Vâ’iz-i Kâşifî’nin Lubb-i lubâb-i Mesnevî’sinde, Câmî’nin Nefehâtu’l-uns’ü ve bu eserin Nevâî ve Lâmiî Çelebî tarafından Türkçeye yapılan çevirileriyle yaygınlaştığını düşünmek, uygun olmalıdır. Çünkü VIII/ XIV. asra ait el-Cevâhiru’l-muzîe’de ve Târîh-i guzîde’de bu sıfat bulunmamaktadır.
Mevlânâ-yı Rûm, Mevlânâ-yı Rûmî, Mollâ-yı Rûm, Mollâ-yı Rûmî, Mevlevî-i Rûm ve Mevlevî-i Rûmî lâkapları da aynı genel bölge adına dayalı olarak oluşturulmuş ve kullanılmıştır. Târîh-i guzîde’de (yazılış 730/1330) görülen “Mevlânâ-yı Rûm diye tanındı” ifadesi muhtemelen bu yöndeki ilk kayıttır.(39) Bu tamlama halindeki söyleyişlerde Rûmî sıfatıyla oluşturulmuş bir sıfat tamlaması veya Rûm yer adıyla şahıs adı arasında oluşturulmuş bir mensubiyet tamlaması söz konusudur. Sonuçta her iki tamlama da “Anadolulu (Rûm ülkesinden) Mevlânâ” anlamını sağlamaktadır.
Mevlânâ için üzerinde durulacak son mensubiyet bildiren sıfat, Konevî (Konyalı) sıfatıdır. Öncelikle ifade edelim ki Mevlânâ’nın adıyla birlikte önceki asırlarda anılmış olan bu sıfatın, her nedense son asırda dillerde dolaşmaması ve hatta araştırmaya dayalı eserlerde dahi yerini koruyamamış olması dikkat çekidir.
Muhyuddîn Ebû Muhammed el-Kureşî (yaşadığı yıllar 696-775/1297-1374), el-Cevâhiru’l-muzîe fî tabakâti’l-Hanefîye isimli eserinde Mevlânâ’nın Hz. Ebû Bekir’e ulaştırdığı soy silsilesini verdikten sonra, “el-ma’rûf bi-Mevlânâ Celâleddîn el-Konevî (Mevlânâ Celâleddîn el-Konevî diye meşhurdur)” kaydını koymuştur.(40) Bu eserden yararlanan Miftâhü’s-sa’âde’nin Türkçe tercümesi Mevzû’âtu’l-’ulûm’da bu kayıt şu şekli almıştır: “Mevlânâ Celâleddîn el-Konevî ile meşhurdur”.(41) Ancak daha önceki şu ifade Taşköprüzâde Isâmeddîn Efendi’ye (ö. 1561) veya eserin mütercimi oğlu Kemâleddîn Efendi’ye (ö. 1621) aittir: “Ve yine ulemâ-i kibâr ve meşâyih-i celîlü’l-mikdârdandır ki mezheb-i Hanifîye anınla müşerref ve pürenvâr olmuşdur, Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn el-Konevîdir”.(42)
Kâtib Çelebi (ö. 1653), Keşfu’z-zunûn’da Mevlânâ’yı şu şekilde anmaktadır: “Monlâ Celâleddîn Muhammed b. Muhammed el-Belhî sümme el-Konevî”. “Sümme (sonra)” kaydıyla doğum yeri Belh’ten sonra vatan edindiği yeri, Konyalı sıfatıyla öne çıkarmaktadır.(43)
Günümüzde kaleme alınmış Arapça biyografik eserlerden el-A’lâm’da “Celâleddîn er-Rûmî” madde başlığı altında onun el-Belhî, el-Konevî ve er-Rûmî nisbeleri sıralanmaktadır. Ayrıca el-Konevî nisbesi için dipnotta Konya’da ikamet edişine ve vefatına işaret edilerek özellikle el-Cevâhiru’l-muzîe’de sadece Konyalı nisbesiyle anıldığına dikkat çekilmektedir.(44) Diğer bir Arapça eserde, Târîhu’l-edebi’l-Arabî’de yine Celâleddîn er-Rûmî başlığı altında bu üç nispet sıfatı birlikte kaydedilmiştir.(45)
Mevlânâ için Konyalı sıfatını kullanan eski ve yeni başka eserlerde bulunabilir. Ancak genel durumu göstermek açısından günümüzde Mevlânâ hakkındaki kaleme alınmış ancak bu sıfata yer vermeyen yayınlara işaret uygun olacaktır. Türkçe İslâm Ansiklopedisi’nde, Helmut Ritter; Velednâme neşrinin önsözünde Celâleddîn-i Humâî, Mevlânâ Celâleddîn isimli eserinde Abdülbâki Gölpınarlı ve Mevlânâ Celâleddîn ismiyle Türkçeye tercüme edilen eserinde B. Furûzânfer, her nedense Mevlânâdan hemen sonraki asırdan itibaren bazı önemli kaynaklarda yer verilen “Konyalı” sıfatını anmamışlardır. Halbuki gerçekte araştırmaya dayalı olan bu eserler, Mevlânâ ile ilgili ayrıntılı bilgiler içermektedirler.
Klâsik eserlerde Mevlânâ’yı anmak için belirli bir ad veya lâkabı kullanma yönünde bir ısrarın bulunduğunu söylemek pek mümkün değildir. Onun bütün dillerde görülebilecek tam adı, “Mevlânâ Celâleddîn Muhammed”dir. Ancak günümüzde kitap veya makale adı içerisinde Mevlânâ tek bir kelimeyle anılmak istense, Batı dillerinde sadece “Rûmî” ve Farsça eserlerde ise “Mevlevî” isimleşmiş sıfatları yeterli görülmektedir.(46)
Konya ile Mevlânâ’nın birlikte anılması, diğer bir ifadeyle Mevlânâ’nın Konyalı bilinmesi XIV. asırda kayıtlara geçmiştir. Sonraki her asır, bu beraberliği maddî ve manevî anlamda pekiştirmiştir. Günümüzde Konya’da Mevlânâ ile ilgili yapılacak her anlamlı ve kalıcı faaliyet bu beraberliğin tekrarlanan ilanı olacaktır.
DİPNOTLAR:
* Bu makale, “Yeni İpek Yolu (Konya Ticaret Odası Dergisi), Özel sayı III, Aralık 2000, s. 30-36’da yayınlanmıştır.
1 Sipehsâlâr, Ferîdûn b. Ahmed, Risâle (Yazılışı 729/1329’a kadar tamamlanmış olmalı) “Zindegînâme-i Mevlânâ Celâleddîn-i Mevlevî” adıyla nşr. Sa‘îd-i Nefîsî, Tahran, 1325 hş., s. 22.
2 el-Eflâkî, Şemseddîn Ahmed, Menâkibu’l-ârifîn (754/1353’te tamamlanmış), nşr. Tahsin Yazıcı, I-II, Ankara, 1976-1980, I, 6, 73.
3 Furûzânfer, Bediuzzamân, Risâle der tahkîk-i ahvâl ve zindegânî-i Mevlânâ Celâleddin Muhammed meşhûr be-Mevlevî, Tahran, 1315 hş., s. 4.
4 İsmâil-i Ankaravî, Mesnevî-i şerîf şerhi, (ö. 1631), I-VI, İstanbul, 1289/ 1872, I, 12.
5 Sultan Veled, Velednâme, nşr. Celâleddîn-i Humâî, Tahran, 1315 hş., s. 2.; Sipehsâlâr, Risâle, s. 5.
6 İsâmeddîn Efendi (ö. 1561), Taşköprîzâde, eş-Şekâiku’n-nu‘mânîye fî ‘Ulemâi’d-Devleti’l-‘Osmânîye (Yazılışı 956/1558), nşr. Ahmed Subhi Furat, İstanbul, 1985.
7 Dihhudâ, Ali Ekber, Lugat-nâme, I-XIV, Tahran, 1993-1994, XIII, 19280; Mevlânâ Celâleddîn-i Belhî, Mesnevî, I-VI, Giriş ve izahlarla nşr. Muhammed-i İsti‘lâmî, Tahran, 1372 hş., I, 14 (Naşire ait giriş bölümü).
8 el-Eflâkî, Menâkibu’l-ârifîn, II, 597; krş, Eflâkî, Ahmed, Ariflerin Menkıbeleri, I-II, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul, 1986-1987, II, 50.
9 Dihhudâ, Ali Ekber, Lugat-nâme, XIII, 19280.
10 Bkz. Mevlânâ Celâleddîn Muhammed, Fîhi Mâ Fîh, nşr. Bedî‘uzzamân Furûzânfer, Tahran, 1369 hş., s. 19, 37 v.d.
11 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 92, 204 v.d.; el-Eflâkî, Menâkibu’l-ârifîn, s. I, 38, 45 v.d.; Dihhudâ, Lugat-nâme, XIII, 19280.
12 Steingass, F., Persian-English Dictionary, Beyrut, 1975, s. 1349; Mu‘în, Muhammed, Ferheng-i Fârsî, I-VI, Tahran, 1978, IV, 4449.
13 Dihhudâ, Lugat-nâme, XIII, 19285.
14 Sipehsâlâr, Risâle, s. 185; Câmî, Nûreddîn Abdurrahmân, Nefehâtü’l-uns (Yazılışı 881-883/1476-1478), nşr. Mahmûd-i Âbidî, Tahran, 1375 hş., s. 462, 463.
15 Kâşifî, Huseyn-i Vâ‘iz, Lubb-i lubâb-i Mesnevî (Yazılışı Ramazan 875/1471), nşr. Sa‘îd-i Nefîsî, Tahran, 1362hş., s. 33, 41, 43, el-Mevlevî, s. 44; Hazret-i Mevlevî, s. 47, 51 v.d.
16 Şahinoğlu, Nazif, Mevlânâ, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, I-VIII, s. 298-311, İstanbul, 1977-1998, VI, s. 298; Furûzânfer, Bediuzzaman, Mevlânâ Celâleddin, çeviren Feridun Nafiz Uzluk, İstanbul, 1986, s. 3.
17 Lugat-nâme’de “Mevlevî lâkabı son asırlarda (görünüşe göre hicrî IX (milâdî XI.) asırdan itibaren) onun için kullanılmıştır” denilmektedir. Bkz. Dihhudâ, Lugat-nâme, XIII, 19285.
18 Muallim Nâcî, Lugat-i Nâcî, İstanbul, 1987 (Ofset), s. 865.
19 Dihhudâ, Lugat-nâme, XIII, 18921.
20 Dihhudâ, Lugat-nâme, XIII, 18921.
21 Muallim Nâcî, Lugat-i Nâcî, s. 829.
22 Dihhudâ, Lugat-nâme, XIII, 18921-18922.
23 Mecdî Mehmed Efendi, Hadâiku’ş-şakâik (İlavelerle eş-Şakâiku’n-nu‘mânîye tercümesi, Çeviri tarihi 1587), İstanbul, 1989 (İstanbul, 1269 basımından ofset yoluyla), s. 367, 518.
24 Evliya Çelebi (ö. 1682) Seyahatnamesi, I-VIII, İstanbul, 1896-1928, III, 24.
25 Lâtîfî, Tezkire (Tamamlanışı 1546), İstanbul, 1314 h., s. 38.
26 Kâtip Çelebi (ö. 1653), Keşfu’z-zunûn, I-II, nşr. Şerefettin Yaltkaya- Kilisli Rıfat Bilge, 1941, II, 1578.
27 Câmî, Nefehâtü’l-uns, s. 462, 463, 466 v.d.
28 Nevâî, Ali Şîr, Nesâyimü’l-mahabbe min şemâyili’l-fütüvve (yazılışı 1201/1495-1496), nşr. Kemal Eraslan, İstanbul, 1979, s. 298.
29 el-Eflâkî, Menâkibu’l-ârifîn, I, 73.
30 Bkz. Ahmed-i Rûmî, Dekâyiku’l-hakâyık (Yazılışı 720/1320), nşr. Muhammed Rızâ Celâlî-i Nâinî-Muhammed-i Şîrvânî, Tahran, 1354 hş.
31 Mecdî Efendi, Hadâiku’ş-şakâik, s. 367 (Monlâ Hünkâr), 518 (Mollâ Hünkâr).
32 Muallim Nâcî, Lugat-i Nâcî, s. 394-395.
33 Sultan Veled, Veled-nâme, s. 2; Sultan Veled, Rebâbnâme, Hzr. Veyis Değirmençay (Yayınlanmamış doktora tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü), Erzurum, 1996, s. 151.
34 el-Kureşî, el-Cevâhiru’l-muzîe fî tabakâti’l-Hanefîye, Muhyuddîn Ebû Muhammed (Yaşadığı yıllar 696-775/ 1297-1374), I-V, nşr. Abdülfettâh Muhammed el-Halevî, 1993, “eş-Şeyh” şeklinde s. III, 344, 345; Hamdullâh-i Mustevfî, Târîh-i guzîde (Yazılışı 730/ 1330), nşr. Abdulhuseyn-i Nevâî, Tahran, 1364hş., “Şeyh Celâleddîn” şeklinde, s. 672; Latîfî, Tezkire, “Hazret-i Şeyh” s. 38; Nevâî, Ali Şîr, Mecâlisü’n-nefâis, Çağatay Türkçesinden Farsçaya çeviri Muhamed-i Kazvînî (çeviri tarihi 1523), Tahran 1363 hş., Mütercimin ilavelerinde, “Şeyh Celâleddîn”, s. 321.
35 Gölpınarlı, Abdülbâki, Mevlânâ Celâleddin, İstanbul, 1985, s. 35-38.
36 Kemâleddîn Efendi (ö. 1621), Mevzû‘âtu’l-‘ulûm, I-II, İstanbul, 1313 h., II, 746.
37 Menâkibu’l-ârifîn metninin neşrindeki fihristte Rûmî nisbesi görülüyorsa da bu fihrist, naşire ait olup Eflâkî’nin kendi fihristinde bulunmamaktadır. Bkz. a.g.e. I, 6.
38 Şahinoğlu, Mevlânâ, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, VI, 298.
39 Hamdullâh-i Mustevfî, Târîh-i guzîde, s. 672.
40 el-Kureşî, el-Cevâhiru’l-muzîe, III, 343.
41 Kemâleddîn Efendi, Mevzû’âtu’l-‘ulûm, I, 745.
42 Kemâleddîn Efendi, Mevzû’âtu’l-‘ulûm, I, 744.
43 Kâtib Çelebi, Keşfu’z-zunûn, II, 1578.
44 ez-Ziriklî, el-A‘lâm, ez- I-VII, Beyrut, 1997, VII, 30.
45 Ferruh, Ömer, Târîhu’l-edebi’l-Arabî, I-VI, Beyrut, 1989, III, 631.
46 Mesela “Discourses of Rumi”, ‘Mystical Poems of Rumi”, “Rumi, Poet and Mystic”, “The Sufi Doctrine of Rumi” ve Farsça “Mevlevî çi mî gûyed”, “Zindegî-nâme-i Mevlevî”, Guzîde-i gazelîyât-ı Mevlevî” gibi kitap isimlerinde.