Mesnevi Hikâyelerinden Dersler: 22
KÖR, SAĞIR VE ÇIPLAK
Saba şehri pek büyük bir şehirdi, öylesine büyüktü ki büyüklüğü bir tepsi kadar.
Saba şehri aynı zamanda çok ulu, çok kocaman, çok geniş, çok uzun ve çok azametli bir şehirdi, öylesine kocamandı ki tıpkı bir soğan kadar.
Bu tuhaf şehirde üç tuhaf insan yaşıyordu. Biri kör, biri sağır diğeri de çıplaktı. Kör olan uzakları görür, sağır olan çok iyi işitirdi
Bir gün üçü bir aradayken kör: “Bakın uzaklardan atlılar geliyor, onların hangi kabîleye mensup bulunduklarını ve kaç kişi olduklarını tek tek görüyorum.” dedi.
Sağır: “Evet evet ben de seslerini duydum ve ne dediklerini çok açık anlıyorum” dedi.
Çıplak.”Eğer buraya gelirlerse bizi soyarlar diye korkuyorum” dedi.
Kör: “Bakın yaklaşıyorlar, haydi onlar gelmeden, bizi yakalayıp bir zarar vermeden kaçalım” dedi.
Sağır: “Davranın dostlar, gürültü gittikçe yaklaşıyor, onlar gelmeden kaçalım” dedi.
Böylece şehri bırakıp kaçtılar, koşa koşa bir köye vardılar. O köyde çok semiz bir kuş buldular. Kuş o kadar besiliydi ki, vücudunda zerre kadar et yoktu. Kemikleri bile incelmiş ipliğe dönmüştü.
Üç arkadaş o kuşu yediler, karnı doymuş filler gibi şiştiler. O kadar doyup şiştiler ki, âdetâ âleme sığmaz oldular. Böylesine şişmiş olmalarına rağmen bir kapının çatlağından geçerek bir evden içeri girdiler. (Mesnevî, C. III, beyit: 2600 vd)
AÇIKLAMA:
Bu hikâyeye bir mizah örneği, sembolik anlatım veya “şathıye” tarzı ifâde nazarıyla bakılabilir.
Mesnevî şârihlerine göre buradaki Sebe (Saba) şehri, insan bedeninin sembolüdür. Şehir ahâlisinden maksat, insandaki rûhânî ve cismânî kuvvetlerdir. İnsanı şehre benzetmek bizim kültürümüzde yaygın bir metafordur. Hacı Bayram’ın meşhur şiiri “Çalabım bir şâr yaratmış iki cihan arasında” diye başlar. Buradaki “şâr” yâni şehirle kasdedilen insan gönlüdür. Gönül de insanı remzeder.
Muhyiddin İbn Arabi’nin Tedbîrât-ı İlâhiyye adlı eserinin ismi de bu manâyı çağrıştırır. Kitabın tam adının Türkçesi şöyledir: “İnsan memleketinin ıslahı hakkında ilâhî tedbirler.” Burada insanın manevî eğitimiyle ülke yönetimi arasında bir paralellik kurulur. (Bk. İbn-i Arabi- Ahmet Avni Konuk, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, hazırlayan: Mustafa Tahralı, İz yayıncılık, İstanbul, 2001)
Komik bir şekilde anlatılan üç kişinin neleri temsil ettiğini Hz. Mevlânâ olayın devâmında bizzat kendisi şöyle açıklamaktadır:
Sağır istektir, dilektir. Hayattan çok şeyler uman, çok şeyler isteyen, bir türlü gözü doymayan insan tipini göstermektedir. O başkalarının ölümünü duyar da, kendi öleceğini hiç aklına getirmez.
Uzağı gören kör de hırs duygusunu temsil etmektedir. O halkın ayıbını kıldan kıla görür, hattâ mahalle mahalle dolaşır, onları söyler.
Çıplak, eteğimi kesecekler diye korkar durur. Çıplağın eteği olur mu, olmaz. Çıplakla kasdedilen, dünyâya tapan müflistir. Soyulacağını düşünerek korkular içinde yaşar. Halbuki o dünyâya çıplak geldi, çıplak gidecektir. Öyle iken hırsız korkusu ile yüreği kan ağlar.
*
Hırs, açgözlülük, tamahkârlık, bitmez tükenmez arzu ve istekler, dünya ve makam sevgisi, insan için ayak bağıdır; onun mânevî gelişmesini engeller. Aşırı dünya ve madde ilgisi bütün ilahî dinlerde yerilmiştir. Kalbini bunlara bağlayan kişi, mânevî değerleri, Allah’ı, âhireti, öleceğini unutur. Böyle davranmaya yol açan sebeplerden biri de cehalettir, bilgisizliktir.
Peygamberimizin ümmetinin hırs ve uzun emele dalmasından ve nefislerinin hevâsına uymalarından korktuğu rivâyet olunmaktadır. Uzun emel âhireti unutturur, nefsin isteklerine uymak ise kişiyi doğru yoldan saptırır. Dünya sevgisini gönülden çıkarıp atmak cidden zordur. Bu zorluğu başarmak âhiret gününe inanmakla ve ölümü düşünmekle mümkündür.
Hadiste mal ve şöhret hırsının kişiye verdiği zararın, bir koyun sürüsünün içine giren iki aç kurdun verdiği zarardan daha fazla olacağı belirtilir. Aşırı hırs ve tamahkârlık duygusu herkesin yaradılışında vardır. Yine Peygamberimiz buyurur: “İnsanoğluna bir vâdi dolusu altın verilse ikincisini iste, ikincisi verilse üçüncüsünü ister; onun gözünü ancak toprak doyurur” (Buhari, rikak, 10)
Hırsın vereceği zararlardan Mevlâna ve benzerlerinin tavsiye ettiği eğitim yoluyla kurtulmak mümkündür. Bu eğitimce amaç hırsın, arzu ve isteklerin tamamen yok edilmesi değil, onların kontrol altına alınması ve iyi yönde kullanılmasıdır. Bir çok defa belirttiğimiz gibi “ölmeden evvel ölmek” veya nefsin öldürülmesinden maksat, fiziki ve maddi ölüm değildir. Burada kasdedilen nefsin aşırı isteklerinin kontrol altına alınmasıdır.
Sağnak yağmurlardan veya ilk baharda karların erimesinden sonra başı boş akıp giden coşkun sular, taşkınlara veya sel baskınlarına sebep olur. Ama o sular bir baraj arkasında biriktirilirse, lâzım olan yerde ölçülü bir biçimde kullanılınca ne kadar faydalı olur.
Tasavvuf eğitiminde insanın doğuştan getirdiği yetenekleri ve potansiyeli yok etmek amaçlanmaz. Asıl maksat onların ıslahıdır ve iyi yönde kullanılmasını sağlamaktır.
Hz. Ömer Müslüman olmadan önce çok celâlli ve sert mizaçlı biriydi. O kadar ki Hz. Peygamber’i öldürmeyi bile göze almıştı. Müslüman olunca bu özellikleri yok olmadı, ama iyiye yöneldi, faydalı işlerde kullanılır oldu. Ve sonunda Ömer, adaletin, şefkat ve merhametin timsali haline geldi.
#Mehmet DEMİRCİ