Küfürle iman, yumurtanın akı ile sarısına benzer
Aralarında bir berzah vardır; birbirlerine karışmazlar
Şefik Can Divân-ı Kebir clt.2.882
Ey ermiş kişilerin canı! Ay, şevkinle oynuyor; Zühre yıldızı da aşkınla tef çalıyor! Kadınlar da, tefleri ile aşkımızı etrafa yayıyorlar!
Benim aşkımla Sen’in güzelliğin, her meclis de söylenmededir, her meclise meze olmuştur! “Evvelce şöyle idi, şimdi böyle oldu!” diye, bizim aşkımız, bütün şehirde herkesin dilindedir!
Gönüllerde, aşk okundan yüz binlerce yara var fakat, ortada ne ok görülüyor, ne de yay!
Aşığın kanı, gözyaşı oldu! 0 gözyaşından yeşillikler bitti ve bu yeşilliklere gül yüzün aksetti de, her taraf güllük gülistanlık oldu!
Kış gibi soğuk ayrılık, yolları kesmişti, kaplamıştı da, bağın bahçenin çiçekleri bir zindanda hapis olup kalmışlardı!
Baharın adaleti ile yollar emniyete kavuştu! Bu yüzden yeşillikler, ellerinde yalın kılıçlarla göründüler; goncalar da, mızrakları ellerinde olarak meydana çıktılar!
Ey insanlar; kalkın, dışarı çıkın! Atlarınıza binin ve kırlara açılın; bağlara bahçelere gidin! Onlar; ötelerden, çok uzak yollardan geldiler! Onları karşılamak, onlara; “Hoş geldiniz!” demek adettir!
0 yeşillikler, yüklerini, denklerini bağladılar; yokluk ülkesinden kalktılar, deniz tarafından geldiler! Denizden gelirken güneşin yüzünden havaya çıktılar, göklere buse verdiler!
Onlar; burç burç bütün gökleri dolaştılar, her yıldızdan yararlandılar, sermaye aldılar! Ve nihayet bize, şu toprak alemine bir çok armağanlarla geldiler!
Su ile ateş, onlara, gökyüzünden her an yardım etmededir! Onlar, birkaç gün şu yeryüzünde misafir olarak kalırlar; sonra yine giderler! Bu hep böyledir; böyle gelir, böyle gider, böyle sürer!
Onların sofraları, rüzgarın başındadır; kaseleri de seher rüzgarının elindedir! Onların yedikleri yemekler, o sofraya oturanlardan başkasından gizlidir! Çünkü, yemek kaplarının üstünde kapaklar vardır!
Sofralar gelince herkes; “Tabaklarda ne var?” diye soruyorlar! Soranlara hal dili ile diyorlar ki:
“Herkes bu sırlara mahrem olsaydı, tabaklar hiç örtülür müydü? Canın gıdası, can gibi gizlidir; bedenin gıdası ise, ekmek gibi meydandadır!
Ekmeğin zevkini, ancak aç kimse bilir; tok olan, o zevki, hiç bilmez! Ekmekçi dükkanındaki ekmeklerden dükkanın ne haberi vardır?
Ekmekçi aç olsaydı, ekmeği hiç satmazdı; seher rüzgarı gülün kıymetini bilseydi, onu saçıp dökmezdi!
Sevgilinin kadrini bilmeyenin, onu elden çıkaranın zevki, aşkı yoktur; o, aşık değildir! 0, gerçekten de değersiz, alçak bir kimsedir!
Gizlemek, meydana çıkarmaya tam sebeptir; susmak, dilsiz gibi davranmak da, anlatışın ta kendisidir!
Hayatta iken yaptıkların, her düşünce çocuğunun, senin ölümünden sonra mezarının etrafında; “Baba, baba!” diye dönüp dolaştıklarını görürsün!
Güzel düşüncelerinden huriler, güzel delikanlılar doğar; çirkin düşüncelerinden ise koca şeytanlar meydana gelir!
Mühendisin gizli düşüncesini, tasavvurunu seyret; ondan köşk olmuş, saray meydana gelmiş! Ezelî takdirin sırrına bak; ondan bunca dünyalar var olmuş!
Kendi sırrını, gizlediğin şeyi biliyorsun ama, o gizlideki gizleneni bilmiyorsun! Gizlenen, gönül”e benzer; gizlediğin şey de, dil gibidir!
Gizlediğin şey güzel bile olsa, emin olma! Emin olma ki, emin olmayanlar daima eman bulurlar!
Selvinin baş kaldırıp yükselmesi, gülün gülmesi, bülbülün ötmesi, güzel, sıcak yüzlü meyveler hep sonbaharın soğuk rüzgarının nefesidir!
Mutlu zamanlarımızda nice defalar betimiz benzimiz sararıp soldu! Gayb aleminden fırlayıp gelen nice oklar var!
Lalenin yanakları parıl parıl parlıyor! Padişahın kızgınlığından gönlü yanmış başağın içi faydalarla dolu fakat, derin düşüncelere dalmış, boynu bükülmüş!
Pembe gül, kırmızı gülün inadına bir dükkan açmış, renklerle süslenmiş ama, kokusu yok!
Asmaların ayakları kaydı da, yere yüz koydular! Fakat sonunda; “Secde ederler!” hitabıyla korkuları öldü, olgunlaştılar ve üzüm verir hale geldiler!
“Ey şaşırıp kalmış nergis! Aptal aptal bahçeye bakıp duruyorsun!” dedim. Dedi ki: “Ben herkesin kusurunu arıyorum; öyle bir haldeyim ki, dünyalara sığamıyorum!”
“Ey süsen! Yazıklar olsun sana; dilini niçin çıkardın?” diye sordum. “Ya bizim gibi konuşma, dilini tut, yahut da durumu anlat!”
Dedi ki: “Dilim söz söylemez ama, halimizi bildirir! İşin sonu iyi olmasaydı, hiç çimenler gelişir, yeşerir miydi?”
Söğüt ağacına dedim ki: “Neden bodur bir halde yaya kaldın, boyun uzamadı?” Dedi ki: “Ben küçük kalmayı, gönül alçaklığını akarsudan öğrendim de, ondan!”
Kırmızı elmanın ekşi oluşu, bir bakıma, sevgiliyi hatırlatmaktadır! Çünkü, güzellerin somurtması, onları daha güzel bir hale getirmektedir, onları süslemektedir! “
Ya şeftali ağacının dalları neden kısadır, alçaktır? Şeftali toplayanlara şeftalilerini kolayca vermek için değil mi? ,
“Ey kavak ağacı!” dedim. “Şu uzayıp gitme ile, aleme rezil oluyorsun! çünkü, ne çiçeğin var, ne de meyven!” “Sus!” dedi. “Aklını başına al, böyle söyleme!..
Eğer benim çiçeğim, meyvem olsaydı, senin gibi kendimi beğenirdim, benliğe kapılırdım! Halbuki şimdi, kendimi görmeme imkan yok! Başımı kaldırmışım, yukarıdan bakıyorum ama ben, kendini görenleri, benliğe kapılanları seyredip duruyorum!”
Nar, ayvaya; “Benzin neden sarı?” diye soruyor. 0 da; “Senin içinde sakladığın inci taneleri yüzünden sarardım soldum!” diye cevap veriyor.
Nar ona; “îçimde sakladığım incileri nasıl oldu da bildin?” diye sordu. Ayva da dedi ki: “Kabına sığamıyorsun; gülüyorsun, nar tanelerini gösteriyorsun! Onun için bildim!
Sen, daima gülüyorsun! ister gül, ister gülme; alem, cennettekilerin gönülleri gibi, senin yüzünden neşeli, senin yüzünden gülüyor!
Fakat, şimşek gibi gülüş, bulut gibi ağlayışın sebebidir! Bulut ağlamasaydı, şimşek çakmazdı, gülmezdi!”
Toprağın yüzünü kara, fakat içini aydın gördüm! Anladım ki, su geldi de onun içini yıkadı, onu tertemiz bir hale soktu!
Toprağın içi temizlenince, o da, temiz su ile dost oldu, onu bağrına bastı! Bu dostluk, bu sevgi yüzünden kara toprak, cennet bahçelerinde olduğu gibi, sayıya sığmaz dallar bitirdi, meyveler verdi!
Şu hıyarlar, şu kavunlar, hac kervanlarında yaya kalmış hacılar gibi, yavaş yavaş ayaklarını sürüyerek yorgun argın geliyorlar!
Kanlar içen çöle bakarsan görürsün ki, emana kavuşmak için “Ol!” emrine uyuyor da, her şey; “Lebbeyk!” deyip yokluktan varlık alemine koşa koşa geliyor!
Yukarıda; “Yaya kalmışlar!” dedim; bu da söz mü? Onlar; Ashab-ı Kehf gibi uykuda bile yol alıyorlar! Hani onlar yan üstüne yatmışlardı ama, ta ötelere, göklere kadar gitmişlerdi!
Bu topluluğa, su kabağı da gelip katıldı, ipe tırmandı! Bu tırmanışı o nerede gördü, nereden bildi, kimden öğrendi? 0 çıkıp giden, uzayıp yükselen ipi ona verenden bildi, ondan öğrendi! .
Şu yeşillikler, şu yaseminler, şu meyveler zaten bizim rızkımız; çöllerde, ovalarda bulunan o ot, o diken, o toprak onun rızkı!..
Herkesin rızkı başka çeşit; o nasip, o meyve, o rızık başka topluluğun! Bizim onlardan tiksinmemiz, onların üstüne düşmeyişimiz, onları bizden koruyor!
Yüz binlerce karıncanın, yılanın, yüz binlerce rızık yiyen canlıların her biri, payını aramadadır; her biri feryat edip durmadadır!
Her ilaç, bir derdin dermanı; her şeyin bir işte neticesi var! Hani şifalı otlar var ya, hekimlik bilgisine sahip olanlardan başka hiç kimse onları bilmez, tanımaz!
Ot vardır, bize zehirdir! Onlarca panzehir, bize göre dikendir fakat, deveye hurmadır! Cevizle bademin içi özdür, güzeldir; dışı kabuktur! Özler, tıpkı tavuk yumurtası gibi, kabukları içinde olgunlaşır!
Hurma, dıştan hoştur ama, içi çekirdeklidir! Onun aksi ol, ey merhametli dost! încir gibi için de güzel olsun, dışın da!
Ağacın su çekişi kökten başlar! Cenâb-ı Hakk’ın, canı merdivensiz olarak yücelere çekişi gibi, ta yukarılara, dalların ucuna kadar çeker götürür!
Şu esip duran rüzgar, çiçek tozlarını ve meyvelerin tohumlarını erkeklerin organlarından alır, dallara, topraklara götürür! Böylece, dallar ile topraklar gebe kalır! Rüzgarlar, sanki erkek Arap atlarıdır; dallar da dişileri, kısraklarıdır!
Bahar mevsiminde kuşlar, sıcak yerlere göçerler! Serseri misafirler gibi şurada burada yuva yaparlar, bir müddet orada kalırlar!
Kuşlar ötüşürken, binlerce sırlar söylerler; “Filan göçecek, filan onun yerini utacak!” derler!
Şu hüdhüdler, Hz. Süleyman’dan mektup getirmişlerdir! Fakat, nerede kuş dilini bilen bir kişi ki, o mektupları tercüme etsin!
Leylek, bütün kuşların arifidir; “Leklek!” der dururlar! Onun ne dediğini biliyor musun? “Ey yardımı istenen Allah; mülk de Sen’indir, emir de »Sen’indir! Hamd ve sena, ancak Sana mahsustur!..”
Ey can! Yaylaya çıkma zamanı geldi; kışlık beden evini bırak! Türkmenlerin adetini, hiç olmazsa kuşlardan öğren!..
Kuşlar gibi, kendine kendin gözcü ol! Allah’ı tesbih et; tesbihin, sana ordugah olur! Allah’ı tesbih et!
Aşk, öyle bir güneştir ki, ancak aşıkların gönüllerini yakar yandırır! Ona, İlkbahar, sonbahar yol bulamaz; ancak can sevgisi yol bulabilir!
Mademki aşk bizi zamandan da, zeminden de çıkarıp götürmededir, o halde, emin olalım; yok olmayacağız! Onun lütfu ile, ihsanı ile, onun cömertliği ile biz, ölümsüzüz!
Şu yer yüzünü de, şu zamanı da, içinde kuş yuvası bulunan bir yumurta gibi düşün.
Kuş, karanlık yerde mahpustur, kanadı kırıktır, hor ve hakir görülmektedir.
Küfürle iman, yumurtanın akı ile sarısına benzer, aralarını ayıran bir berzah vardır. Bu sebeple birbirine karışmazlar.
Anaç kuş, Allah”ın lûtuf ve keremi sonucu olarak, ona verdiği analık duygusu ile yumurtayı kanatları altına alınca yavru kuş, küfrü de, imanı da yok ederek yumurtadan vahdet kuşu, birlik kuşu olarak çıkar.