KUR’ÂN PERSPEKTİFİNDEN MESNEVÎ’DE MEVLÂNÂ’NIN KULLUK ANLAYIŞI
Dr. Eyüp YAKA
Sakarya Ün. İlahiyat Fak.Tefsir ABD.
Yüce Allâh ile insan arasındaki ilişkiyi düşündüğümüzde, Allâh’tan insana doğru; yaratma, rızık ve hayat verme, rasül ve kitap gönderme gibi ilişki alanlarını görmekteyiz. Bütün bunların karşısında; insandan Allâh’a doğru olan ilişki yönü ise, en geniş boyutuyla kulluktur.
İnsanın manevi dünyasını etkilemek suretiyle işe başlayan Yüce Allâh’a kulluk olayı, değişik anlama ve algılama frekanslarıyla donatılmış olan insanlarda farklı boyutlarda etki uyandırmıştır. Müslümanların Allâh’a kulluğu anlayış seviyelerine baktığımızda, bunların aynı seviyede olmadığını görürüz. Mesela, avamdan birisi kulluğu, sadece şekillerle gösterilen namaz, hac, oruç vb. vazifelerden ibaret olarak görürken; Allâh’a yakınlaşmada bir hayli mesafe almış tasavvuf ehli bir kişi ise bu vazifeleri daha çok, manevî muhtevasıyla değerlendirmiştir. İşte biz de bu çalışmamızda, kulluğun en geniş şekilde algılanıp değerlendirildiği tasavvuf alanında bir ekol olmuş ve bugünün dünyasına da tesir edebilmiş önemli şahsiyetlerden olan Mevlânâ Celâleddîn er-Rûmî’nin, Mesnevî’sinde kulluğun nasıl algılandığını, Kur’ân âyetlerindeki kulluk anlayışı açısından incelemeye çalışacağız.
Ancak, öncelikle kulluğun kısa bir kavram analizini ve Kur’ân’daki kullanımlarıyla anlamlarını, kulluk için yapılan tanımları, kullukla ilgili tali kavramları özetlemek istiyoruz. İkinci bölümde de, bu bilgiler ışığında Mesnevî beyitlerindeki kulluk anlayışını değerlendirmeye çalışacağız.
A) KULLUĞUN KAVRAM ANALİZİ
Sözlükte “a-b-d” kökünden gelen ve “yumuşak-sertlik veya zillet/şiddet” gibi iki zıt anlamı olan kelime, esasen “köle ve Allâh’ın kulu” anlamında insanı nitelemektedir. Çoğulu ise; “Abîd, Abûd veya Allâh’ın kulu anlamında olan Âbid formunun çoğulu 1’bâd” şeklinde gelmektedir. Fiilin masdarı ise “I’bâdeten, Ubûdeten, Ubûdiyyeten” şekillerindedir. Bunlardan “Ubûdet”e; “kölelik” anlamı verilmiştir1.
Aynı fiil kökünden masdar olan “İbâdet”; “taat, boyun eğerek itaat etme”; “Ubûdiyet” lafzı ise; “itaat, taat, boyun eğmek, hudû, alçalmak” gibi anlamlara sahiptir. Dolayısıyla ubûdiyetin özünde “zillet” anlamının olduğu görülmektedir2.
Önemli Kur’ân kavramı yorumcularından olan Râğıb el-Isfahânî (ö. 502/1108) de ubûdiyet ve ibadet lafızlarını birbirinden ayırarak şöyle tanımlamıştır: “Ubûdiyet; itaat ve boyun eğmeyi gösterip izhar etmektir. İbadet ise ubûdiyetten daha açık ve belirgindir. Çünkü ibadet, boyun eğmenin en son zirvesidir”3.
Burada “a-b-d” kökünden gelen kelimelerin Kur’ân’daki kullanımlarına da bakmamız gerekmektedir. Bu kelimenin geçtiği âyetleri incelediğimizde, bilinen sözlük anlamlarının dışında kullanılmadığını gördük.
Kur’ân, kulluğu sadece Allâh’a tahsis ettiği için “I’bâd” lafzından, bunu gerek kendi ismine muzâf olarak gerekse tek başına kullandığında; Allâh’a itaat eden, sadece O’na karşı ihlas sahibi olan kulları kasdetmiştir4.
Abd ve ‘Ibâd, Kur’ân’da ve hadiste bütün insanlar için kullanılıyorsa da, daha çok “mü’min” manasına gelmektedir. Özellikle izafet yoluyla Allâh’a nispet edilen bu kelimeler; O’na iman eden ve kendisinin de sevdiği kullar, anlamını taşımaktadır. Abd ve Ubûdiyet (kul ve kulluk) mefhumları içinde teslimiyet ve itaattan başka şefkat, merhamet ve himaye manaları da vardır5.
Allâh’a kulluğun anlatıldığı âyetlerdeki ibadet kavramı; genel olarak tevhîd, itaat, duâ, Allâh’ı bilmek, boyun eğmek ve ihlâs anlamlarını ifade etmektedir6. Mesela, Kehf 18/110 âyetindeki ibadet kelimesi “tevhid” anlamında kullanılmıştır7. Zâriyât 51/56 âyetinde bu kelimeye “Allâh’ı tanıyarak kulluk etme” anlamı veren Kurtubî (ö. 671/1272); Fâtiha,1/5; Bakara, 2/21; Tevbe, 9/31 âyetlerindeki bu kelimeyi de “itaat” anlamıyla tefsir etmiştir8.
Bundan başka müfessirler “kulluk” kelimesinin “tezellül” anlamına geldiğinde de hemfikirdirler9. Beydâvî (ö. 685/1286) ve Kurtubî bu kelimenin “hudû ve ihlâs” anlamına geldiğini de söylemişlerdir10. Ayrıca bu kelimeye “Allâh’ı bilmek11, O’na ta’zim12 ve amel etmek13anlamları da verilmiştir. Ancak buradaki “Allah’ı bilme” manası, Elmalılı’nın (ö. 1941) da: “Bu anlam, Beni Ma’bud tanısınlar, demektir. Bu ise, benim emirlerimi tutarak bana kulluk ve ibadet etsinler, demeye gelir14” diyerek dikkat çektiği gibi, yanlış anlaşılmaması gerekir. Yoksa Allâh’a kulluk için sadece O’nu tanımak yeterli değildir.
İbadet kelimesi Kur’ân’da “dua” anlamında kullanıldığı gibi, “duâ” kelimesi de “ibadet” anlamında kullanılmıştır. Mesela, Kehf, 18/14, Meryem, 19/48. âyetlerinde geçen “duâ” kelimesi ibadet; Mü’min, 40/60. âyetindeki “ibadet” kelimesi de, “duâ” anlamına gelmektedir15.
Kulluk anlamının ifade edildiği “a-b-d” maddesi ve bundan türeyen “ibadet, ubûdiyet” kavramlarının gerek sözlük gerekse Kur’ân’daki anlamlarından elde ettiğimiz sonuçta; bu kelimenin temel anlamları içinde ”zillet, düşüklük, aşağıda olma, teslimiyet, boyun eğme, itaat” anlamlarının da bulunduğunu gördük. Bu anlamları ifade eden bazı Kur’ân kavramlarından da bahsetmeyi, Mevlâna’nın Mesnevî’deki kulluk anlayışını tesbit edebilmemiz açısından gerekli ve önemli görmekteyiz. Bu kavramları iki kısma ayırabiliriz: 1) “Zillet, küçüklük, aşağıda olma” anlamını ihtiva eden kavramlar. 2) “Boyun eğmek, teslimiyet ve itaat” anlamlarını ifade eden kavramlar.
1) Birinci Grup Kavramlar; “Dahr, Huşû, Hudû, İhbât” şeklinde sıralayabiliriz
a) Dahr
Sözlük anlamı; “küçüldü, zelil oldu” demek olan bu kelime; “emredilen şeyi istese de istemese de küçülerek ve zillet içinde yapmak” manasına gelir.16 Bu kelime Kur’ân’da dört âyette ve hepsinde de çoğul olarak geçmektedir. Bu âyetlerdeki anlamlarını ise “hor-hakir, aşağılık, boynu bükük, boyun eğerek” şeklinde özetlemek mümkündür17. İbn Manzûr (ö. 711/1311), “Görmüyorlar mı ki Allâh’ın yarattığı şeylerin gölgeleri bile nasıl sağdan soldan sürünüp Allâh’a secde ederek dönmektedir?18 âyetinde geçen “Dahr” kelimesini şöyle izah ediyor: “Bu kelimeye Zeccâc (ö.311/923) “küçülmek” anlamını verdikten sonra şunları söylüyor: “Yıldız, ağaç, et, kemik ve cisim Allâh’ın yarattığı herşey Allâh’a boyun eğmiş ve secde etmiştir. Kâfir ise her ne kadar kalbi ve dili ile inkar etse de eti, kemiği, vücudu ve bütün hayvanlarla ağaçlar Allâh’a secde ederek boyun eğmişlerdir. İbn Abbâs’ın şöyle dediği rivâyet edilir: “Kâfir her ne kadar Allâh’tan başkasına secde etse de gölgesi Allâh’a secde eder.19”
b) Huşû
“Huşû” kelimesi sözlükte; “boyun eğmek, sükûnet, gözü yere doğru dikmek, sesini alçaltıp kısmak ve itmi’nân” anlamlarına gelmektedir. Kelimenin anlamı, aşağı yukarı aynı anlama gelen “Hudû”ya yakın olsa da dilciler, bu ikisinin farkını şöyle belirtmişlerdir: “Boyun eğmeyi kabullenmek anlamıyla Hudû, bedende; Huşû ise hem beden, hem ses20 ve hem de gözde21 olur. Huşû bazı lehçelerde “rukû” anlamına da gelir. O halde Huşû, boyun eğmektir ve en çok azalar üzerindeki boyun eğişi gösterir. Kalpteki boyun eğişi ise “Tadarru” kelimesi ifade eder22.
Sözlük anlamı olarak, kendisinden makamca daha büyük ve yüksek olana boyun eğmek23manası verilen Huşû; Hakk’a boyun eğip itaat etmek ve kalpteki devamlı korku24, üstün kudret ve azamet sahibi bir varlığa karşı kalpte başlayıp organlarda kendini gösteren derûnî bir saygı ile eğilmek25 demektir.
Bu kavramın Kur’ân’da kullanımlarına baktığımızda, sözlük anlamlarındaki “zayıf olmak, tezellül, yere yapışmak26” anlamları ile, ”zelillik ve tevâzuyla gözü ve başı yere doğru eğmek27” anlamlarında kullanıldığını görmekteyiz.
Sonuç olarak Huşû; Allâh’a boyun eğmek ve O’nun korkusunu hissedip şuuruna varmak, O’na kavuşacağına yakinen inanmak anlamında İslâmî bir terimdir. Çünkü Huşû, ancak sâdık mü’minlerin ayrılmaz bir özelliğidir ve Yüce Allâh da kullarına bu sıfatı vermiştir: “Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar. (Kur’ân okumak) onların saygısını artırır28”.
c) Hudû
Bu kavram, Huşû ile aynı anlamı taşırken sözlükte iki manası vardır. Birincisi; “bir şeyde tatmin ve sükûnet bulmak”, ikincisi ise; sesin bir çeşididir29. İsim olarak Hudû; itaat etmek ve boyun eğmek anlamına gelirken, “başını yere doğru eğmek ve yaklaştırmak, manalarını da ihitiva etmektedir30. Cürcânî (ö. 816/1413) ve Râğıb el- Isfahânî’ye göre huşû anlamıyla örtüşen Hudû31; Şuarâ, 26/4 ve Ahzâb, 33/32. âyetlerinde geçmektedir. Birinci âyette hudû; inkıyâd, boyun eğmek32; ikincisinde ise Peygamber (s.a.v) hanımlarına, başkalarıyla konuşurken “seslerini inceltip yumuşatarak edalı davranmak33” anlamında bir yasağı ifade etmektedir.
Netice olarak Hudû; Allâh’ın vahdâniyetini kavrayıp hissetmek, kulun; Rabbinin bütün kuvvetlerin üstünde yegâne güçlü ve otorite sahibi olduğunu ve mevcûdâttaki her şeyin O’nun kulu olduğunu, O’nun yarattığını, O’nun kudret elinde olduğunu kabullenerek Allâh’a boyun eğmesidir34.
d) İhbât
İf’âl vezninde gelen İhbât sözlükte; “yumuşaklık, tevâzu ve huşû” anlamına gelmektedir. Bu kelime hakkında el-Askerî (ö.400/1009) şunları söylemektedir: “Muhbit, imanla mutmain olup sükûnete eren; ihbât ise, sürekli hudû göstermek anlamına gelir35.”
Kur’ân’a baktığımızda mesela, “İnanıp da güzel işler yapan ve Rablerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet ehlidir. Onlar orada ebedî kalırlar36” âyetinde geçen İhbât’a müfessirler; “itmi’nân, huşû ve hudû” anlamlarını vermişler ve şunları söylemişlerdir:: “Bu âyette mü’minlerin vasıfları ve ibadetlerinin niteliği anlatılmaktadır. Yani mü’minlerin, bütün ibadetlerini yaparlarken Allâh’ı zikirde mutmain olmaları, O’ndan başkasından tamamen uzak kalmaları, İhbât’tır. Bu kelimeye İbn Abbâs (r.a.), İnâbe; Mücâhid (ö.104/722), İtâat; Katâde (ö.117/735), huşû; Mukâtil (ö.150/767) de İhlâs, anlamlarını vermişlerdir.37”
2) İkinci Grup Kavramlar
Kulluğun temel anlamlarında olan “boyun eğmek, itaat ve teslimiyeti” ifade eden ikinci grup kavramlar olarak da “İtaar, Kunût, Rukû ve İslâm”ı kısaca özetleyelim.
a) İtaat
Bu kelime sözlükte; karşı gelip zor göstermenin zıddıdır ve boyun eğmek, yumuşamak, anlamlarına gelmektedir. Zıddı ise “Kerh ve İsyan”dır. Nitekim hem İtaat ve hem de zıddı olan Kerh lafızları beraberce şu âyette geçmektedirler: “Sonra iradesi bir gaz halinde olan göğe yöneldi, ona ve yere şöyle buyurdu: “İsteyerek de olsa, istemeyerek de olsa emrime gelin!” onlar da: “Gönüllü olarak geldik” dediler38”.
Bir kişi başkasının emrine girip ona boyun eğdiği ve ona uyup bağlandığı zaman “Tâa” ifadesi kullanılır39.
İtaat kavramına farklı bir boyutta yaklaşan şu görüşler de vardır: “Rütbece kendinden daha büyük birinin isteğine uygun olarak gerçekleşen fiil, demek olan İtaat; hem Hâlık’a hem de mahluka yapılır. Hem isteyerek hem de istemeyerek meydana gelen itaat; boyun eğmek ve bir emre muvâfakat etmek anlamına gelirken, ibadetten daha geneldir.40”
Kur’ân âyetlerinde ise itaat, sözlükteki “birine boyun eğmek, emre uymak ve onu kabul etmek” anlamlarında kullanılmıştır41. Ancak âyetlerde olumlu ve olumsuz olmak üzere iki çeşit itaatten bahsedilmiştir. Yani Allâh ve rasûlüne itaat, bir de onların dışındakilere itaat zikredilmiştir.
Olumlu itaat dediğimiz Allâh’a ve Rasûlüne itaat, âyetlerde beraberce zikredilmiştir42. Olumsuz itaat ise; bütün kapsamıyla Allah ve Rasûlüne itaatın dışındaki ve O’nların yasakladığı her türlü itaattir. Nitekim ilgili âyetleri incelediğimizde insanların, Allâh’ın dışında farklı konumda gördükleri bazı kişi ve gruplara itaat ettikleri müşahede edilmektedir. Mesela, kâfirler ve münâfıklar43, kötü ahlaklılar ve günahkarlar44, Allâh’ın koyduğu sınırları aşıp insanları O’nun yolundan uzaklaştıran gruplar45, itaat edilmesi yasaklanan gruplardır.
b) Kunût
Bu kelime sözlükte; “konuşmamak, namazda dua etmek” anlamlarına gelir. Ama genel kabul görmüş anlamı ise “namazdaki dua” ve “namazda uzunca kıyam” demektir. Bu anlamlardan başka “Allâh’a karşı mütevazı olmak, hudû, namazda susmak” anlamları ile, dindeki hayırlı bir şey ve bütün taatlere de Kunût ismi verilmiştir46.
Kunût kelimesi Kur’ân’da oniki yerde geçmektedir47. Bunlardan sadece bir âyettekini örnek verelim: “Bir de: “Allâh evlat edindi” dediler. Hâşâ! O, böyle şeylerden münezzehtir. Bilakis göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nun mahlukudur. Hepsi O’nun emrine boyun eğmektedir48” Bu âyetteki kunût kelimesine Fahreddîn er-Râzî (ö. 606/1209) şu anlamları vermiştir: “Taat, namazda uzunca kıyam ve sükût, taate devam.49” Kunût kelimesinin geçtiği diğer âyetleri açıklayan müfessirler, bu kelimeye aşağı yukarı daha önce zikrettiğimiz anlamları vermişlerdir50.
Kendisinden daha yüce ve daha büyük birinin huzurunda, kendi zayıflığını ve acizliğini hissederek boyun eğmek olan Kunût; kulun, Rabbinin emirlerine inkıyad ve itaat etmesi, Yaratıcının azameti karşısında O’na kulluğunu hissetmesidir51.
c) Rukû
Allâh ile kul arasında en kuvvetli bağ ve bunun göstergesi olan namazın temel rükünlerinden olan Rukû sözlükte; “insanda ve insan dışındakilerde görülen boyun eğme ve iki büklüm olma” anlamına gelmektedir. Bundan başka “yüzüstü kapanmak, zenginlikten sonra fakir düşmek” gibi sözlük anlamları da vardır. Fakat bu kavram en çok dini anlamıyla meşhur olmuş ve namaz kılanın kıyamdan sonra sırtı düz şekle gelinceye kadar başıyla birlikte eğilmesine isim olmuştur. Bu kelime sadece İslamın gelişiyle namazdaki anlamını kazanmış değil, ayrıca Cahiliye devrinde de Araplar, putlara tapmayan Hanîf kişiye de “Râki” ismini verirlerdi52.
Kur’ân’da ise bu kelime onüç âyette geçmektedir53. Bu âyetleri açıklarken müfessirlerin rukû’ya verdikleri anlamlarda, anlam çerçevesinin biraz daha genişlediğini görmekteyiz. Mesela, “Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû’ edin!54”âyetinde geçen Rukû’ya; “ta’zim, ağırbaşlılık, sükûnet, hudû, tezellül, inkıyâd ve namaz kılmak” anlamları verilmiştir55. Ayrıca bu âyetlerin çoğunda Rukû kelimesi, namazın diğer rükünlerinden olan “secde” ile birlikte zikredilmiştir. Fahreddin er-Râzî bu âyetlerdeki rukû’ya; “tevâzu, kalpte hudû ve ta’zim” anlamlarını vererek namazı bütünüyle şöyle bir değerlendirmeye tabi tutmuştur: “Kıyam, Allâh’a gösterilen tevâzunun ilk basamağı; Rukû, ortası; secde ise zirvesidir. Rukû ve secdenin hassaten birlikte zikredilmesi; onların, ubûdiyet ve tevâzuya en güzel şekilde delaletlerindendir. Çünkü namazdan maksat, ta’zim ve hudû’nun zirvesidir.56”
Netice olarak namazın rükünlerinden olan Rukû ile kul, Yaratıcısı karşısında büyüklenme ve kibirden arınmış olarak eğilip57 O’na teslimiyet ve itaatini ifade etmiş olmaktadır.
d) İslam (Teslimiyet)
Dinimizin belki de en geniş anlam alanına sahip kavramlarından birisi de İslâm’dır. Kelime olarak sözlükte İslam: “beraat, kurtuluş, ayıp ve kusurlardan kurtulmak, birisine afiyet ve emniyet duası anlamında selamlamak” gibi temel anlamlara sahiptir58. Bu kökten gelen “es-Selâm” da Allâh Taâlâ’nın isimlerinden biridir59. En geniş ve meşhur anlamıyla İslam; Allâh tarafından gönderilen hak dinin özel adıdır ve zaten bu kelimeyi, gönderdiği hak dine isim olarak veren de bizzat yüce Allâh’tır60.
Bunlardan başka İslam kelimesi, boyun eğmek anlamına da gelir. Dinde ise İslam: boyun eğip itaati ve şeriati izhar etmek ve Rasûlullâh (s.a.v)’in getirdiklerine sımsıkı sarılmaktır. Aynı zamanda, verilen bir hükme razı olmak ve teslimiyet anlamı da vardır61. Yani İslam; Allah’ın takdir ve kazasına rıza göstermek, O’nun emirlerine boyun eğip itiraz etmemek ve O’na tereddütsüz teslim olmaktır. Ayrıca İslam, Allâh’ın azabından kurtaran bir itaattir62.
Râğıb el-Isfahânî İslam kavramını ikiye ayırmaktadır: “Istılahta İslam iki çeşittir. 1) İmanın altında (yani derece bakımından imandan aşağıda) olan İslam. Bu ““Bedevîler “İnandık” dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama “Boyun eğdik” deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi…63” âyetinde zikredilen İslâm’dır. 2) İmanın üzerinde olan İslâm. Bu, kalben itikâd, itiraf ve bunu fiille göstermek, takdir edip kaza ettiği herşeyde Allâh’a teslimiyet göstermektir. Aynen İbrâhim (a.s.)’in şu âyetteki ifadesi gibi “Rabbi ona: “Kendini canı gönülden Hakk’a teslim et!” deyince o derhal: “Alemlerin Rabbine teslim oldum” demişti (Bakara, 2/131)”64.
Bu noktada el-Bâkıllânî (ö.403/1003) de İslam’ı imandan daha geniş bir çerçevede değerlendirmektedir: “İslam, boyun eğmek, teslim olmak ve içinde kulun rabbine boyun eğip emrine teslimiyetinin bulunduğu her itaattir. İman ise İslam’ın hasletlerinden birisidir, dolayısıyla her iman İslam’dır; fakat, her İslam bir iman değildir.65”
Kur’ân’da ise “s-l-m” kökünden gelen kelimelerin geçtiği âyet sayısı140’tan fazladır66. Müfessirler bu kökten türeyen kelimelerin özünde “itaat, inkıyad, hudû, ihlâs, Allâh’ın emirlerine kulak verip teslim olmak” anlamlarının olduğunu söylemişlerdir67.
Günümüz Kur’ân kavramları yorumcularından Izutsu da İslam kavramı üzerinde dururken ona geniş bir anlam alanı çizdikten sonra, kelimenin “teslimiyet” manasına vurgu yapmakta ve Câhiliye Araplarının karakter tahlillerini, İslam kavramının açıklamasında kullanarak şunları söylemektedir: “İsminden de anlaşıldığı gibi İslâm, öncelikle ve ilk anda tevazu ile Allâh’a teslimiyetin mutlak gereği üzerinde durur. Müslüman’ın kelime manası teslim edendir; kendini teslim eden, aklını ve kalbini Allâh’ın iradesine bırakan demektir. (….) Bir insanın müslüman oluşu birçok şeyleri ifade eder, ama bizim özel görüşümüz açısından bu, herşeyden önce bencilliğinden, kendi gücüne güvenmekten vazgeçip alçak gönüllü, halim selim bir kul olarak efendisi Allâh’ın huzurunda durmayı ifade eder.(…) Esas olarak dinden uzak olan Cahiliyye dilinde, İslâm öncesi Arapların gözünde tevazu ve teslimiyet, küçültücü şeyler, zayıf ve zelil bir şahsiyetin tezahürleri; kabadayılık ve itaatsizlik de asalet işareti idi. İslâm’ın doğuşu ile denge tamamen tersine döndü. Şimdi, İslâm’ın, tümü ile tek ilah esprisine dayanan dilinde, Allâh huzurunda alçak gönüllülük ve O’na mutlak teslimiyet, en yüksek faziletler; kibirlenme ve itaatsizlik de imansızlığın işaretleri haline geldi68.”
Netice olarak İslam’ın, gerek Allâh’a ve emirlerine tam teslimiyet anlamı ve gerekse sözlük anlamındaki “inkıyâd ve itaat” her ne kadar mutlak ise de, kelimenin örfteki kullanımı sadece “doğruya ve hakka uyma” anlamı taşır. Yanlışa ve kötüye boyun eğme şeklindeki bir teslimiyet ise İslâm’a aykırıdır ve isyan olarak nitelendirilir69.
Şu ana kadar kulluğun kavram tahlilini ve bununla yakın ilgisi olan bazı Kur’ân kavramlarını da incelemeye çalıştık. Ayrıca burada, bütün bunların ışığında ve neticesinde kulluğun alimler tarafından yapılmış bazı tanımlarını sunarak, Kur’ân perspektifindeki kulluğu, kapsayıcı bir tanımda toplamak istiyoruz.
El-Ubûdiyye isimli eserinde İbn Teymiyye (ö. 728/1328) kulluğu; sevgi/muhabbet esası üzerine oturtarak “tezellül ve sevginin en kemal (zirve) noktasından ibarettir”70 şeklinde tanımlarken, İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350) ise kulluğu dört unsurla tarif etmektedir: “Ubûdiyet, içerisinde şu dört unsuru bulundurur: Dilin ve kalbin sözü, kalbin ve azaların amelleri nev’inden olan, Allâh ve rasûlünün sevip razı olduğu şeyler. Bunları şöyle açıklayabiliriz: 1) Kalbin Sözü: Allâh Taâlâ’nın kendi zâtına, esmâsına, sıfatlarına ve fiillerine dair, ayrıca melekleriyle rasüllerinin haber verdiklerine dair herşeye inanmaktır. 2) Dilin Sözü: Bu imanı söylemek, (insanları) ona davet etmek, bu imana zıt bid’atleri açıklayıp o imanın emirlerini yerine getirmektir. 3) Kalbin Ameli: Bundan şu anlaşılır; Allâh’ı sevmek, O’na tevekkül ve inâbe, O’ndan korkup ümitlenmek, dini sadece O’na hâs kılmak (İhlâs), emir ve nehiylerine sabır, O’na ve O’ndan olana rıza, O’nun için sevip buğzetmek, sadece O’na boyun eğip itâat etmek, O’nunla itmi’nân vs. Bunlar olmadan azaların amellerinin hiçbir kıymeti yoktur. 4) Azaların Ameli: Bunlar ise namaz, cihâd, cemâate katılım, muhtaca yardım ve insanlara ihsanda bulunmak gibi şeylerdir71”.
Kulluk için mutasavvıflar da birçok tanım yapmışlardır. Tasavvufun önemli şahsiyetlerinden olan Kuşeyrî (ö.465/1072), er-Risâle isimli eserinde Ehl-i Tasavvuf’un kulluğa dair birçok anlayış ve tariflerini nakletmektedir. Mesela, Zünnûn el-Mısrî kulluk hakkında şunu söylemiştir: “Ubûdiyet; nasıl ki Allâh Taâlâ her halükarda senin Rabbin ise, senin de her halükarda O’nun kulu olmandır.72”
Ehl-i Tasavvufun kulluğa ve ibadetlere dair yaptıkları tanımlarla bu konuda söylediklerini toplu ve genel bir değerlendirmeye tabi tutan şu görüş, konuyu özetlemesi açısından önemlidir. “İbadetlerin daha çok bâtınî özellikleri, ruhu ve özü üzerinde duran sûfîler, bunlardan başka ihlâs, huşû Allâh sevgisi ve korkusu gibi gönül hallerini; sabır, şükür, tevâzu, cömertlik, af ve merhamet gibi ahlak esaslarını; kısaca kalp temizliğine, ruhun olgunlaşmasına vesile olan ve sonuçta insanı Allâh’a yaklaştıran her türlü halleri ve davranışları ibadet sayarlar. Tasavvufta ibadet kavramının bu kapsamlı anlamı “ubûdiyet” kelimesiyle ifade edilmiştir. Kişi herşeyi bir yana bırakarak Allâh’ın huzurunda ve O’nunla birlikte olduğunun bilincine erince amaca uygun şekilde ibadet etmiş olur. Hz. Peygamber (s.a.v.) “ihsan” kavramıyla bu hususu belirtmiştir.73”
Bütün bu anlatılanların ışığında netice olarak kulluğa dair yapılan açıklamalardaki ortak noktaları şöyle özetleyebiliriz: Yüce ve Yaratıcı bir kudret karşısında insanın kendi acziyetini ve muhtaçlığını idrak etmesi; bu kudrete bir tezellül içerisinde itaat edip boyun eğmesi, emirlerini kabul edip saygı göstermesi ve tüm bu merhaleleriyle hayatını sadece O’na tahsis ve teslim etmesidir. İşte bu unsurları göz önünde bulundurarak kulluğu (ubûdiyeti) şu şekilde tanımlayabiliriz: Kulluk (Ubûdiyet); insanın Ulûhiyyet karşısındaki duruş, tavır ve konumunun bir ifadesidir.
Hasılı, Kur’ân penceresinden baktığımızda; kulluğun gerek kapsamı, gerek anlam alanı ve gerekse mahiyeti; namaz, oruç, hac, zekat vb. gibi insanın yaptığı fiilî amel ve ibadetlere münhasır kılınıp daraltılamaz. Aksine insanın bütün duygu, düşünce, niyet, davranış ve kısaca Rabbiyle, kendisiyle ve çevresiyle olan bütün ilişkilerini – ki bu ilişkilerin Allâh’ın emirlerine teslimiyet ve O’na yaklaşmayı hedeflemesi şarttır- içine almaktadır. Böylece kulluk, insanın Allâh karşısındaki tüm konumunu içine alan bir kapsama sahiptir. Yani, Allâh’ın boyası74 ile insanın bütün hayatını kaplamaktır, diyebiliriz. Ancak bunun gerçekleşmesi için şu üç temel unsur gereklidir: 1) Allâh’ı tanıyıp bilmek. 2) Nefsi tanıyıp onu her çeşit şirkten temizlemek. 3) Niyet ve amelde sadece Allâh’ın rızasını gözetmek, yani İhlâs.
B) MESNEVÎ’DE KULLUK ANLAYIŞI
Tasavvuf hayatında çok önemli bir yeri olan Mevlânâ Celâleddîn er-Rûmî (ö. )’nin bugün hemen hemen bütün dünyaya yayılmış olan fikirlerinin büyük bir kısmını içeren Mesnevî’sini gözden geçirmeye çalıştık. O’nun, bu eserinde kulluk anlayışını Kur’ân’ın öngördüğü kulluk açısından değerlendirmeyi düşündük. Bunu yaparken konuyu beş ana başlık altında işlemeye çalıştık.
I) Kulluğun Anlamları
Bu başlık altında kulluğun Mesnevî’deki anlam çeşitlerini maddeler halinde işlemeye ve böylece Mevlânâ’nın da kulluk anlayışını tesbit etmeye çalışacağız.
1)Teslimiyet
Kulluğun özünde Allâh’a kesin teslimiyet olduğu Mesnevî’nin bazı beyitlerinde vurgulanmıştır. Bu konuda Mevlânâ, peygamberlerin mucizeleriyle akıl arasındaki ilişkiyi örnek vererek şunları söylemektedir:
“Sana delil ve kıyas asasını veren Hakk’ın hidayet eteğine sarıl, tam teslimiyetle O’na itaat ve kullukta bulun. Baksana Hz. Âdem, istidlali kendisine asa yaptığı için isyana düştü, başına neler geldi
Hz. Mûsa’nın, Hz. Muhammed’in mucizelerine bak. Asa nasıl yılan oldu? Direk nasıl ayrılıktan inledi feryad etti?
Asanın yılan olduğunu, direkten inilti çıktığını aklın kabul etmezse, din aşkıyla günde beş defa direk gibi olan minarelerden yüzyıllardan beri sesler geldiğini düşün, bu da bir mucize değil midir?
Bu manevî hakikatlerin lezzeti akla aykırı olmasaydı, bunca mucizeye ihtiyaç olur muydu?
Akıl, akla uygun olan her şeyi sağa sola çekmeden, mucizeye ihtiyaç duymadan kabul eder.75”
Mevlânâ’ya göre teslimiyet, yukarıdaki sözlerinde de olduğu gibi fizikî ve görsel değil, daha ziyade manevi bir teslimiyeti ifade etmektedir. Çünkü bu tür bir teslimiyetin zevkini ve lezzetini akıl idrak edemez. Mevlânâ, manevi teslimiyeti anlatırken Hz. İsmail (a.s)’in kurban edilmesi hadisesini örnek verdikten sonra şu noktaya dikkat çekmektedir:
“Ey Müslüman! Allâh’ın ezelî dileği, senin başının kesilmesi değildir, senin O’na teslim olmandır. Bu sebeple, O’na candan teslim olmayı iste, dile. 76”
Bir kulun Allâh’a olan teslimiyetinin niteliğini, derecesini ve bunun nasıl olması gerektiğini de şu sözlerinden anlamaktayız:
“Fânî bir varlık kendisini bâkî bir varlığa teslim edince, o da bâkî olur77.
Rüzgar ve topraktan korkan ve bu ikisi yüzünden helak olan katre gibi; Çünkü rüzgar onu kurutur, toprak da emer.
Fakat o katre, aslı olan denize sıçrayabilse, güneşin hararetinden de kurtulur, rüzgar ve topraktan da.
O katrenin görünen varlığı denizde mahvolur ama, zatı ve hakikati daimi olarak kalır.
Ey katre, kendine gel de, pişman olmaksızın varlığını Hakk’a ver!
Ver de; bir katreye karşılık denize kavuş, o uçsuz bucaksız deniz ol!”78
Kulluktaki teslimiyetin derecesini gösteren şu sözleri de konuyu anlamamıza son derece yardımcı olmaktadır:
“Velilerden bir başka grup tanırım ki, onların ağızları duaya kapalıdır, onlar hiç dua etmezler.
O büyük insanlar, Allâh’ın hükümlerine razı olmuşlardır. Başa gelen ve gelecek kazayı defetmeyi aramak, yani dua etmek, onlara haram olmuştur.
Allâh’ın o hâs kulları, kazada, başa gelen bir felakette ayrı bir zevk bulurlar…”79.
Mevlânâ bu sözlerinde kulluğun; Allâh’a teslim olanın, O’ndan gelen her türlü belaya rıza göstermesi olduğunu da ifade etmektedir.
2) Rıza
Anlatılanlardan ortaya çıkmaktadır ki, teslimiyetin bir başka boyutu da Allâh’ın, kullara yönelik takdir ve kazasına rıza göstermek ve kabullenmektir. Allâh takdir eder, kul ise rıza gösterir. Dolayısıyla kulluğun bir de rıza anlamı olduğunu görmekteyiz. Bu konu Mesnevî’de şöyle ele alınmıştır:
“Allâh’ın takdiri, kulun rızası olur. Kul ilahi takdire razı olur, onun hükmüne uyar. Yani Cenâb-ı Hakk ne takdir ettiyse, kul ona razı olur.
Bu, zorlama değil; bir karşılık, bir sevap umarak da değil; kulun gönlü, tabiatı bunu hoş görür.
Kendisi için azıcık bir şey bile dilemez ve tatlı yaşayışının tadının peşine düşmez. Yani, maddi yönden mutlu olarak yaşamayı da istemez.
Her kimde ezeli emre uyma huyu varsa, ölüm ve hayat onun için birdir.”80
Allâh’ın takdirine rıza göstermenin karşılığını da şu şekilde izah eden Mevlânâ, itirazın kendisinden kaybolduğunu vurgulamaktadır:
“O eşsiz, o benzeri olmayan sultan, görüşümü bana verir. O vakit ben, gece karanlığını gideren bir çerağ gibi olurum
İşte bu yüzdendir ki velî, Hakk’ın takdir buyurduğu bir şey için itirazda bulunmaz. Çünkü Allâh ne alırsa, ona karşılık bir ihsanda bulunur
(….)
Kaybettiğimiz büyük ve değerli bir şey bile olsa, madem ki bize karşılık olarak ihsanlarda bulunuyor, şu halde itiraz etmek bizden gitti.”81
Allâh’a rıza göstermekten ve O’nun belalarından adeta zevk aldığını ifade eden Mevlânâ, bu rızanın boyutlarını büyük bir neşe içerisinde anlatmaktadır:
“Ey cefası devletten, dünya malından daha güzel, intikamı daha hoş olan Allâh’ım!
Ateşin bu kadar zevkli olunca, kim bilir nûrun nasıl olur?
Rabbim, matemin bu derece neşeli olursa, düğünün derneğin nasıl olur?
Cevrinde bu tatlılıklar varken, lütfunun künhüne kim dalabilir?
(….)
Gerçekten de ben, O’un lütfuna da, kahrına da âşıkım. Asıl şaşılacak şey: Benim, bu iki zıttın ikisine de âşık oluşumdur.”82
3) Acizlik ve Zillet
İnsan çoğu zaman kendi güç ve kabiliyetlerinin sınırlarını, kendisinden daha üstün birisi ile karşılaşınca anlayabilir. İnsan Rabbini tanıyıp O’nun kudret, ilim ve icraatlarının tezahürleriyle her an karşı karşıya olduğunu idrak edince kendi aczi ve hiçliği ortaya çıkar. Hatta bu yüce Kudret karşısında zelilliğini de idrak ve itiraf edip O’na itaatla teslim olur. İşte bu noktada Mevlânâ, insanın varlığından bile söz edilemez olduğunu düşünmekte ve şunları söylenmektedir:
“Biz, kazanıp kaybetmekte satranç gibiyiz. Ey san’atları hoş olan Allâh’ım, bizi oynatan sensin. Kazanıp kaybetmemiz sendendir.
Ey bizim canımıza can olan Rabbim, biz kim oluyoruz da, sana karşı, ‘Biziz’ diye ortaya çıkalım.
Aslında bizler de, bizim varlığımız da, birer ‘yoktan’ ibarettir. Allâh’ım! Faniyi varmış gibi gösteren ‘Gerçek Varlık’ senden ibarettir.
(…)
Allâh’ım, bizi hareket ettiren güç de, bizim varlığımız da, senin lütfun ihsanındır. Varlığımızın hepsi de sendendir, senin eserindir, senin icraatındır.
(…)
Allâh’ım! Ne biz vardık, ne de bizim dileğimiz vardı. Senin lütfun, bizim söylenmemiş sözlerimizi duyuyor, işitiyor, bizi varlığa çağırıyordu.”83
Kulluk bilincinin oluşması ve tam bir şekilde gerçekleşmesi için, insanın kendi acizliğinin farkına varması, dolayısıyla da Allâh’a kulluktan başka yapılacak bir şeyin olmadığı gerçeğini kabullenmesi gerekir. Bu, aynı zamanda bir tezellülün de ifadesidir. İnsanın yüce Kudret karşısındaki aciz ve tezellülünü anlatan Mevlânâ, bunun için şu örneği kullanmaktadır:
“Hakk’ın varlığı karşısında, kendimizi yok saymamız gerekir. O’nun varlığı karşısında bizim varlığımız nedir? Yaslara bürünmüş, etrafını göremeyen bir kör.
Eğer varlığımız kör olmasaydı, idrak sahibi olsaydı da O’nun gerçek varlık güneşinin hararetini tanıyabilseydi, O’nun gücünü, kuvvetini görebilseydi, o güce, kuvvete tahammül edemez, erir yok olurdu.”84
Anlatılanlardan da görüldüğü gibi Allâh’a kulluğa temel olan, kişinin kendi acziyetini idrak edip tezellülünü ifade etmesi, Mesnevî’nin bir başka yerinde ‘tevâzu’ olarak anlatılmıştır. Yani kulluğun tevazu anlamında izah edildiğini görmekteyiz. Mevlânâ kulluğun bu anlamını, efendi-köle ilişkisi örneğiyle şöyle anlatmaktadır:
“Mesela bir efendi, tanımadığı bir yere giderken, kölesine kendi elbisesini giydirir. Kendisi de kölenin elbisesini giyer ve giderken köleyi öne geçirir kendisi arkada yürür.
Kimse bilip tanımasın diye, kölesinin arkasında köle gibi yürüyerek onu izler.
Kölesine der ki: Sen git baş köşeye otur, ben de değersiz bir köle gibi senin ayakkabılarını alayım.
Sen bana sert davran, bana söv, bana hiç saygı gösterme
(…)
Herkes kendilerini köle sansınlar diye, efendiler böylece köle kılığına girmişlerdir.
Zaten onların gözleri efendilikten, yani şöhretten, zenginlikten, kudretten düşmüştür. Şimdi onlar ‘ubûdiyet (kulluk-kölelik) işleri görmeye hazırlanmışlardır.
Nefsin isteklerine uyan heva ve heves kulları ise, onların aksine kendilerini akıl sahibi, can sahibi göstermişlerdir.
Bir mânâ efendisinde tevazu görülebilir. Bir mânâ adamı kendisini düşkün gösterir. Fakat duygularına esir olmuş bir köleden, kölelikten başka bir şey meydana gelmez.”85
II) Kulluğun Temeli
1) Sevgi
Çalışmamızın başlarında da temas ettiğimiz gibi, insan ile Allâh arasında yaratma, can verip yaşatma, rızıklandırma, kitap ve rasül gönderme vb. ilişkiler mevcuttur. Bu ilişkinin de insandan yansıması elbette kulluktur. Bütün bu ilişkilerde esas olan ise sevgidir. Yani Allâh’ın kulunu, kulun da rabbini sevmesidir. Nitekim kulluğun Kur’ân’daki itaat anlamında da bu sevgi temeli şu şekilde görülmektedir: “Ey Resulüm, de ki: “Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur, rahimdir (çok affedicidir, engin merhamet ve ihsan sahibidir). De ki: “Allah’a ve Resûlullâh’a itaat ediniz..”86
Tasavvuf anlayışı ve yaşayışının da adeta özü olan sevginin, insanın Allâh’a kulluğunun temeli olması gerçeği Mesnevî’de de görülmektedir. Mevlânâ bu hakikati şöyle ifade etmektedir:
“Şunu iyi bil ki, kainatta var olan her şey, sevgilinin tecellisinden ibarettir, onun yarattıklarıdır, onun kudretinin yaratma gücünü göstermektedir.
Aslında aşk, bir perdedir. Var olan, diri olan ancak sevgilidir. Âşık ise bir ölüdür, var gibi görünen bir yoktur.
Bu hakikati sezemeyen, ilâhî aşka meyli, isteği olmayan kimse, kanatsız bir kuş gibidir. Vay onun haline, yazıklar olsun ona.
Sevgilinin inayeti, lütfu, nuru beni aydınlatmasa, bana yol göstermese, ben nereden geldiğimi, nereye gideceğimi nasıl anlayabilirim?”87
Sevginin, insanın Allâh’a kulluğunda bir temel olması Mesnevî’nin başka bir yerinde çok çarpıcı bir örnekle anlatmaktadır. Bu örnekte köle olan Lokman’ın, efendisi tarafından verilen acı bir kavunu zevkle ve büyük bir iştahla yemesi, daha sonra kavundan bir dilim de efendisin yemesi ve kavunun acılığından kendisinden geçmesi, Lokman’a . Böyle bir zehri nasıl oldu da tatlı tatlı yedin? Neden: Beni mazur görün, şimdi yiyemem, demedin? soruları karşısında Lokman’ın söylediği şu sözler zikredilmektedir:
“Ben senin nimetler bağışlayan elinden o kadar tatlı yemekler yedim ki, onlara karşı utancımdan iki kat olmuşumdur.
Elinle sunduğun bir şeye: Bu acıdır, yenilmez, demeye utandım.
Çünkü bedenimin bütün cüzleri senin nimetlerinle yetişti, gelişti. Benim varlığım senin nimetlerinin yemine ve tuzağına tutulmuştur.
Senden gelen bir acıdan feryad edersem, yüzlerce defa başıma toprak saçılsın.
Şükürler bağışlayan elinin tadı, bu kavunda nasıl acılık bırakır.
Sevgiden acılar tatlılaşır, sevgi yüzünden bakırlar altın olur.
Sevgi ile tortular durulur, arınır. Sevgiden dertler şifa bulur, sağlığa kavuşur.
Sevgiden ölü dirilir, sevgi yüzünden padişah kul olur.
Sevgiden hapishane-zindan, gül bahçesi olur. Sevgi yüzünden karanlık evler aydınlanır, nurlanır.
Sevgi yüzünden dikenler Sûzan olur. Sevgi olmayınca mum, demir gibi katılaşır.
Sevgi yüzünden nâr, nûr olur. Sevgiden dev, hûri kesilir.
Sevgiden kederler, üzüntüler neşe olur, sevinç olur.
Sevgi yüzünden hastalık, sıhhat ve afiyete çevrilir. Sevgiden kahır, rahmet olur.”88
2) Nefisle Mücadele
Kullukla ilgili âyetlere baktığımızda bir yandan insanın sadece Allâh’a kulluk yapması emredilirken, diğer taraftan da O’nun dışındakilere kulluk yapması yasaklanmaktadır.89 Yani insan hem Allâh’a kulluk yapacak, hem de Allâh’a kulluğun dışındaki kulluklardan da daima uzak kalacak. İşte işin bu tarafı, nefis mücadelesi dediğimiz olaydır. Tasavvufî hayatın da temellerinden olan nefis mücadelesi, Mesnevî’de de birçok kez ele alınıp işlenmiştir. Mevlânâ, işe öncelikle nefsi tanıtmakla başlamış ve aynı zamanda, Allâh’tan başkasına kulluğun temelinde de nefse ubûdiyet olduğu gerçeğini vurgulamıştır:
“Bütün putların anası, sizin nefsinizin putudur. Hariçte görülen putlar birer yılandır, halbuki nefis putu bir ejderhadır.
Nefis, çakmak taşı ile demirdir. Put ise çakmak taşından sıçrayan kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner.
(…)
Put, testide duran kara sudur. Sen nefsi, bu gizli kara suyun kaynağı bil.
(…)
Put kırmak kolaydır, hem de çok kolay, fakat nefis putunu kırmayı kolay sanmak; bilgisizliktir, bilgisizlik..
Ey kardeş! Sen Allâh’ın emrine ve aziz Peygamberin sünnetine uy da, ten Ebû Cehl’inden ve nefsani isteklerden kurtul.”90
Nefisle mücadele için, onu iyi tanımak gerektiği, bu mücadelenin kolay olmadığı ve bunun da ancak Allâh’a imanla mümkün olduğu şöyle vurgulanmıştır:
“Bu nefis, cehennemdir; cehennem ise öyle bir ejderhadır ki, denizler bile onun ateşini söndüremez.
(…)
Nefsin cehennem ateşini, ancak Cenâb-ı Hakk’ın kudret ayağı bastırır, söndürür. Zaten azgın nefsi öldürecek oku da, Cenâb-ı Hakk’tan başkası atamaz.
(…)
Şunu iyi bil ki; safları bozan, dağıtan arslanla savaşmak kolaydır. Asıl arslan, kendini tutan ve nefsini alt edendir.”91
Nefsi geniş geniş tanıtan Mevlânâ, nefisle ve nefsin en azgın tarafı olan şehvet ateşiyle mücadele yolunu da göstermiştir:
“Şehvet ateşinin çaresi nedir* Din nûrudur. Nasıl ki cehennem mü’mine: Ey mü’min, çabuk geç, senin nûrun benim ateşimi söndürüyor! diyecektir.
Bu ateşi ne söndürür? Allâh’ın nûru. Nemrud’un ateşini söndüren Hz. İbrahim’in nûrunu kendine üstad edin de,
Nemrud’a benzeyen nefsinin ateşinden, şu ödağacı gibi olan bedenin kurtulsun.
Şehvet ateşi eksilip bitmez, ona dilediğini vermemekle eksilir.
Bir ateşe odun attıkça, o ateş hiç söner mi? Hiç odunu yakmaz olur mu?
Fakat odun atmazsan, ateş söner. Allâh’tan korkmak, çekinmek şehvet ateşine su serper.
(….)
Şehvete kul-köle olan kimse, Allâh’ın indinde kölelerden, alınıp satılan esirlerden daha değersizdir.
(…)
Şehvete kul olan kişi; Allâh’ın lütfundan, Allâh’ın hususi nimetine erişmekten başka bir şeyle kulluktan kurtulamaz.”92
Allâh’a kulluğun ancak insanın nefsine kulluğu terk etmesiyle başlayacağı, tartışmasız bir gerçektir. Bu hususu Mevlânâ bazı örnekler vererek şöyle anlatmaktadır:
“Nefsin ateşi söndükten sonra, gönül bahçesine ne ekersen biter.
Laleler, ak güller, güzel kokulu marsimalar yetişir.
(…)
Beden ağacının dibine kurt düştü. Onu söküp ateşe atmak, kulluk ederek, iyi işler yaparak onu öldürmek gerek.” 93
Allâh’a kulluğun gerçek anlamda tahakkukunun, insanın kendisini nefsani yaşayıştan uzak tutması ile mümkün olduğu Mesnevî’nin başka bir yerinde, süt emen bir bebekle meme ilişkisi örnek verilerek anlatılmaktadır:
“Demek ki bizim yaşayışımız, gerçek hayata kavuşmamız; memeden kesilmeye, nefsani gıdalardan vazgeçmeye bağlıdır. Ancak bu kesilme ile biz, manevi gıdaları bulabileceğiz. Ey Hakk yolunun yolcusu! Azar azar sen de kendini nefsani gıdalardan çekmeye çalış, sözün özü budur.”94
III) Kulluğun Niteliği
Allâh’a yapılan kulluk, insana ait bir görev olup aynı zamanda, faydası sadece kendisine râcidir. Kulluğun Allâh Taâlâ açısından bir gayesi ve sebebi yoktur. Çünkü Allâh’ın, insanların kulluğuna ihtiyacı yoktur. Zira O, her türlü ihtiyaçtan münezzehtir. Kulluğa sadece insan muhtaçtır ve sadece ona fayda verir. Bu hususta Mevlânâ, kulluğun gayesini şöyle açıklamıştır:
“Ben, kullarımın beni tesbih etmelerinden arınmam, pâk olmam.
Onların beni tesbih ve takdis etmelerinden yine kendileri arınır, pâk olur ve dilleri manen inci saçar.”95
1) İhlâs
Temiz ve tek bir gayeye yönelik niyetle yapılan kulluk, ihlâs vasfı ile bir değer kazanmaktadır. Kulluk, insanın görevi olunca; bu, sadece Allâh için ve O’na tahsis edilen bir durumdur. Hiçbir gaye ve sebep; Allâh rızası olmayınca yapılan kulluğa “kulluk” niteliği verilemez.
Mevlânâ da bir Müslüman olarak, Kur’ân’ın kullukta geçerlilik şartı kıldığı İhlâs üzerinde çok durmuştur. O, kulluğun temeli olan Allâh sevgisi ve aşkının niteliğinden işe başlayarak, bundaki samimiyetin gizli kalmasını ısrarla savunmuştur:
“Her ne kadar dil ile açıklanması, anlatılması pek parlak ve aydınlatıcı da olsa; aşkın dile düşmemesi, söylenmemiş kalması ve gönülde kalması daha parlaktır.
(…)
Sadece dış güzelliğe dayanan mecazi aşklar, gerçek aşk değildir. Hevesten ibarettir, böyle aşkların sonu utanç vericidir.
(…)
Fakat gerçek aşk, ölümsüz olan aşk, Allâh aşkı; ruhta olsun, gözde olsun her an goncadan daha taze olarak durur.”96
Gerek kullukta gerekse başka işlerde hep ihlaslı olmak, yaptığını sadece Allâh’a tahsis edip O’nun rızası için yapmak, İslam’ın çok önem verdiği ve Kur’ân’ın da üzerinde önemle durduğu bir konudur. Bundan hareketle Mevlânâ da ihlas konusu üzerinde ciddiyetle durmuş ve mesela verdiği şu iki zıt insan örneği ile ihlasın önemine, bunun zıddının da münafıklık olduğuna dikkat çekmiştir:
“İnanan kişi, işlerini Allâh emretti diye yapar. İnanmayan ise, mücadele ve gösteriş olsun diye yapar. Böyle inatçı kişilerin başlarına toprak saç.
O münafık, gerçek mü’minle beraber namaza gelirse de, onun gelişi ibadet için değil, gösteriş içindir.
İnanan kişi ile münafık, her ikisi bir oyun başında iseler de kendi inançlarına göre aynı işi yapıyorlarsa da, onlar birbirinden çok uzaktırlar. Birisi Merv şehrinde, diğeri Rey şehrindedir. “97
Yapılan ibadetlerde gizlilik esasına vurgu yapan Mevlânâ, ihlas noktasında; yapılan amelin kendi nefsinden bile sakınılması gerektiği görüşünde ve bu hususta sevap beklentisi ile ceza korkusundan bile uzak kalınmasını şöyle tavsiye etmiştir:
“Sırrını kötülerden gizlemek şaşılacak bir şey değildir. Şaşılacak şey, kendinden de saklaman, kendi nefsinden de gizlemendir. Çünkü bu sır, Allâh ile kul arasında kalmalıdır. Bu sırrı nefsin bilmemesi gerekir.
İşini, yaptığın iyi işleri, amelleri kendi gözünden bile sakla ki, amelin iyi ve kötünün görmesinden selamette kalsın.
Sevap kazanmak ve cezadan kurtulmak arzusu olmaksızın kendini Allâh’ın rızasını elde etme tuzağına teslim et de, ondan sonra kendin olmaksızın, kendinden, kendi hakikatinden bir şey al.98
Bedenine saplanmış bir oku çekip çıkarmak için yaralı bir adama afyon verirler.
Ölüm vaktinde de hastaya ağrı, sızı verirler. O, onlarla meşgul iken canını alırlar.”99
Mevlânâ, içerisinde Allâh rızası ve ihlas bulunmayan bir ameli, bir kulluğu reddetmiş ve hatta yok saymıştır:
“Ey Allâh’ın dostu! Madem ki o büyük dostun kulusun, erisin, emri altındasın. Ne ekersen O’nun rızası için ek.
Hayırsız nefsin çevresinde dönüp dolaşma, onun işine bulaşıp da çırpınma. Allâh için, Allâh rızası için yapılmayan bir iş, hiçtir hiç.
Kıyamet günü gelip çatmadan, gece hırsızı gibi olan nefis, mal sahibine karşı rezil rüsvay olur.”100
2) Şekilcilik
Allâh’ın yarattığı şu alemde her cismin bir şekli ve bir de özü vardır. Bu öz ve çekirdek olmayınca şeklin sûretin bir anlamı ve kıymeti yoktur. Bu hakikat zaviyesinden bakarsak Mevlânâ’nın da manasız, özü olmayan şekle önem vermediğini, hatta bilhassa kullukta sûrete hiç değer vermediğini şu sözlerinde görebiliriz:
“Ey sûrete, şekle tapan kişi; ne zamana kadar sûrete tapıp duracaksın?
Senin manasız canın, sûretten kurtulmadı gitti.
Eğer insan, şekli ile sûreti ile insan olsaydı; Hz. Ahmed Efendimiz ile Ebû Cehil bir olurdu, aralarında fark olmazdı.”101
Kulluğun dış görünüşüne hiç önem vermediğini gördüğümüz Mevlânâ buna karşılık ihlası, kulluğun özü görmekte ve bu konuyu Hz. Şuayb (a.s.)’dan şu sözlerle aktarmaktadır:
“Cenâb-ı Hakk buyurdu ki: Ben suçları, günahları örterim; sırları söylemem, ama onun belalara uğradığına dair ancak bir belirtiyi söyleyeyim: Onun cezasını verdiğimin bir tek belirtisi şu: O kulluk vazifesini yapıyor, oruç tutuyor, namaz kılıyor, zekat veriyor, daha başka işler yapıyor. Fakat hiçbirinde, bir zerre kadar bile manevi zevk bulamıyor.
İbadetlerde bulunuyor, hayırlı işler işliyor, bir zerre bile tat alamıyor.
İbadeti şeklen iyi, kulluğu güzel, ama ruhu, manası güzel değil; cevizler çok iyi, ama içleri boş.
İbadetlerin meyve vermesi için, gönülde manevi bir zevk lazımdır. Çekirdeğin meyve vermesi için, içli olması gerekir.
İçi olmayan çekirdek hiç fidan verir mi? Ceviz, sûret ve hayalden başka bir şey değildir.”102
Sadece kullukta değil, kulluğun esası olan iman ve hayatın tüm alanlarında da şekilciliği reddeden ve öze önem veren Mevlânâ şekilperestliği şöyle kötülemiştir:
“İmanlı bir kişi bir yerde altın bir put bulsa, onu puta tapanlar alsın diye bırakır gider
mi?
Onu alır ateşe atar eritir, onun eğreti olan putluk şeklini değiştirir. Böylece de altındaki putluk şekli kalmaz. Çünkü şekil ve sûret, manayı arayanlara engel olur ve yollarını vurur.
O putun altını, Allâh’ın ihsanı olan bir madendir. Altının put şekline sokulması eğretidir. Onun aslını, altınlığını değiştirmez.
Sen şekilde sûrette kalırsan, puta tapıyorsun demektir. Herşeyin sûretini bırak, manasına bak.”103
Mevlânâ kullukta şekilciliği kötülerken, halkın anlayabileceği seviyede örnekler vermiş ve şekilciliği bir köpeğin yaptığı iş olarak nitelendirmiştir:
“Ben köpek değilim, Allâh’ın arslanıyım ve Allâh’ın kuluyum. Allâh arslanı, sûret bağlarından, şekilden, görünüşten kurtulan kimsedir.”104
3)Gayb’a Kulluk
Mevlânâ’nın Mesnevî’deki kulluk anlayışında çok önemli bir yer tutan nokta da; gabya iman, gayba ve gaybta kulluktur. Bu konu, Kur’ân’ın da üzerinde durduğu en temel husustur.105 Mevlânâ, kulluğun en önemli niteliğinin gayba iman ve gayba kulluk olduğunu şöyle ifade etmektedir:
“Görünmeyene ibadet etmek, kulluk etmek güzeldir. Efendisinin huzurunda değilken de kulluğu korumak, itaatten çıkmamak pek hoş bir şeydir.
Padişahı yüzüne öven ile, padişahın yanında bulunmadığı halde ondan utanan, çekinen, onu seven bir olur mu?
Memleketin bir ucunda, hudutta bulunan bir kale muhafızı, padişahtan ve padişahlık bölgesinden çok uzaklarda bulunduğu halde,
Kaleyi düşmanlardan korur, gözetir, hadsiz hesapsız mal karşılığında kaleyi onlara satmaz.
Çok uzaklarda, hududun bir ucunda, padişah yok iken orada imiş gibi ona vefa gösterir.
Padişah nazarında, o uzaklardaki muhafız, huzurunda bulunanlardan ve can feda edenlerden daha iyidir.
Padişahın yanında bulunmadığı, çok uzaklarda olduğu halde yarım zerre kadar padişahın yapılmasını emrettiği vazifeye gösterilen bağlılık, sevgi; onun huzurunda yüzbin kat hizmet etmekten daha üstündür.”106
Mevlânâ’nın kulluk anlayışına göre; kullukta gevşeklik, ihmal ve boşvermişliğe yer yoktur. O, “O halde bir işi bitirince, hemen başka işe giriş, onunla uğraş.! Hep Rabbine yönel, O’na yaklaş!”107 âyetinde de işaret buyrulduğu gibi, kullukta devamlı bir gayret ve sebatı öngörmektedir. Çünkü ona göre Allâh’ın rahmeti, kulun gayretine göre coşmaktadır. Bu da insanın kulluğunda devamlı bir çaba ve gayreti lüzumlu kılmaktadır:
“Peygamber Efendimiz (s.a.v.), nasıl senin başını putlara secde etmekten kurtardı ise, sen de çalış, o mübareğin manevi gücü ile gönlünü iç putuna, benliğe tapmaktan kurtar.
Din şükründe bulunmaktan, yani seni müslüman yarattığı için Allâh’a hamd ve sena etmekten yüz çeviriyorsun; çünkü, dini babadan miras olarak bedava bulmuşsun.
Cenâb-ı Hakk buyurdu ki: Ben bir kulumu ağlatırsam, merhametim kabarır, coşar, o ağlayan kulum nimetime erişir.
Ben bir kuluma isteyeceği bir şeyi vermeyecek isem, o isteği ona vermem. O isteği onun hatırına, gönlüne getirmem. Fakat, bir kulumu da sıkıntıya düşürür, daraltırsam; gönlünü açar, onu ferahlandırırım.
Merhametim, acımam o hoş ağlayışlara bağlıdır. Bir kulum ağlayacak olursa, rahmet denizim dalgalanır, coşar, köpürür.”108
4)İbadetler Kulluğu Olgunlaştırır.
Bir kul olarak müslümanın yapmakla mükellef olduğu ibadetler, uyması istenen emir ve nehiyler, aslında o insanın her huy ve hareketini yani kulluğunu, ahlakını güzelleştirip olgunlaştırmayı hedefler. Nitekim Kur’ân da bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: “…Muhakkak ki namaz, insanı, ahlâk dışı davranışlardan, meşrû olmayan işlerden uzak tutar….”109
Mevlânâ da bütün ibadet, emir ve nehiylere ittibayı; kulluğu ve ahlakı olgunlaştırma hedefine götüren bir araz olarak görmekte ve konuyu şöyle değerlendirmektedir:
“Bu namaz ve oruç arazlarını Allâh’a nasıl arzedeceksin? (…)
Arazlar götürülemez. Mesela; kılınan namazları, tutulan oruçları dünyadan ahirete götürmek mümkün değildir. Fakat arazlar, yani namazlar, oruçlar ruhtaki, cevherdeki hastalıkları, yani kötü huyları, manevi etkileri giderirler.
Bu, o arazların yani namazın, orucun, yapılan iyiliklerin, ibadetlerin feyz eseri olarak; cevher yani ruh, manevi hastalıklardan arınır. Perhiz eden hastanın iyileşmesi gibi, iyiliğe döner.
Çalışarak gayret sarfederek araz perhizi, cevher olur. Acı, ağızda perhizle bal gibi tatlılaşır.
(….)
Aynayı cilalamak arazadır. Bu arazdan tertemiz bir ayna cevheri meydana gelir.
Öyle ise: Ben iyi işler işledim, namaz kıldım, oruç tuttum, kulluk ettim, deme. Bu arazlardan elde edileni göster, ürkme!”110
Sonuç:
Allâh-insan ilişkisinde, insanın Rabbi karşısındaki konumu ve görevi kulluktur. Kulluk; şekli olan mesela, namaz, oruç, hac vb. gibi bazı ibadetlere münhasır kılınıp çerçevesini daraltmak doğru değildir. Dolayısıyla, insanın Allâh karşısındaki tüm hal, tavır, düşünce, kısaca bütün hayatını kapsayan bir alana sahip olan kulluğun Kur’ân’da; teslimiyet-itaat, acziyet-tezellül gibi anlamları vardır. Birçok kavram da bu iki temel anlamı ifade eder.
Tasavvuf hayatının en önemli simalarından Mevlânâ’nın Mesnevî’deki kulluk anlayışı da, Kur’ân’daki kulluk çerçevesinde olmuştur. Mevlânâ’ya göre kulluğun temeli, sevgi ve nefisle mücadele olup O, kullukta gayrete ve ihlâsa büyük önem vermiş, buna karşılık şekilciliği ve riyâyı da reddetmiştir. O’na göre Kulluk; “Gerçek Varlığa” ulaşıp kendini O’na teslim etmektir.
Dipnotlar
1 İbn Fâris, Ebu’l-Huseyn Ahmed b. Zekeriyâ, Mu’cemü Mekâyisi’l-Lüğa, (thk. Abdüsselâm Muhammed Hârûn), Dâru’l-Cîl, I. bsk. , Beyrût 1991, IV, 205-206; Cevherî, İsmâîl b. Hammâd, Tâcü’l-Lüğa ve Sıhâhu’l-Arabiyye, (thk. Ahmed Abdülğafûr Attâr), Dâru’l-İlim li’l-Melâyîn, Beyrut-1990, II, 502-503; Zebîdî, Muhıbbüddîn Ebû Feyz Muhammed Murtazâ, Tâcü’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, (thk. Ali Şîrî), Dâru’l-Fikr, Beyrût-1994, V, 82-84.
2 Cevherî, Sıhâh, II, 503; İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem el-Ensârî, Lisânü’l-Arab, Dâru Sâdır, Beyrût 1990., III, 270-271; Fîrûzâbâdî, Mecdüddîn Muhammed b. Ya’kûb, el-Kâmûsü’l-Muhît, Müessesetü’r-Risâle, Beyrût-1986, s. 378.
3 el-Isfehânî, er-Râğıb, Müfredâtü Elfâzı’l-Kur’ân, (thk. Safvân Adnân Dâvûdî), Dâru’l-Kalem, Dımaşk -1992, s. 542; Ebu’l-Bekâ, Eyyûb b. Mûsâ el-Huseynî el-Kefevî, el-Külliyyât Mu’cem fi’l-Mustalahât ve’l-Furûkı’l-Lüğaviyye, Müessesetü’r-Risâle, Beyrût-1993, s. 583.
4 Ebu’l-Bekâ, a.g.e., s. 649. İlgili âyetler için bkz. Âl-i İmrân, 3/30; Zuhrûf, 43/68; Sa’d, 38/82-83.
5 Muhammed Hamîdullâh, “abd”, DİA, I, 57.
6 İsmail Karagöz, Kur’ân’da İbadet Kavramı, Şule Yayınları, İstanbul-1997, s. 27.
7 Beydâvî, el-Kâdî Nâsıruddîn, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, el-Mektebetü’l-İslâmiyye, Diyarbakır ts., III, 276
8 Kurtubî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kütübi’l-I’lmiyye, Beyrût-1988, XVII, 37-38, II, 330.
9 Konuyla ilgili diğer âyetler ve anlamları için bkz. Nisâ, 4/36, Râzî, Fahruddîn Muhammed b. Ömer, Mefâtîhu’l-Ğayb, Dâru’l-Kütübi’l-I’lmiyye, Beyrût-1990, X, 77; Tevbe, 9/31, Ebussuûd, Muhammed b. Ömer el-I’mâdî, İrşâdü Akli’s-Selîm ilâ Mezâye’l-Kur’âni’l-Kerîm, Dâru İhyâi Türâsi’l-Arabî, Beyrût-1990, IV, 60; Bakara, 2/21, Kurtubî, a.g.e. , I, 157.
10 Beydâvî, a.g.e. , I, 42 (Fatiha: 1/5’in tefsiri), II, 34, III, 276; Kurtubî, a.g.e. , I, 101, 157 (Bakara: 21’in tefsiri), XVII, s. 37-38 (Zâriyât: 51/56’nın tefsiri), V, 118.
11 Râzî, a.g.e. , V, 9 (Bakara: 2/172’nin tefsiri.).
12 Beydâvî, a.g.e. , II, 218 (İsrâ: 23’ün tefsiri); Razî, a.g.e. , XXVIII, 200 (Zâriyât: 51/56’nin tefsiri).
13 Beydâvî, a.g.e. , III, 310 (Tâhâ: 14’ün tefsiri).
14 Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, Eser Neşriyat ve Dağıtım, İstanbul 1982, VI, 4546.
15 Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 291, IV, 242; Ebussuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, V, 210, 269.
16 İbn Fâris, Mu’cemu Mekâyis, II, 233; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, VI, 395; Cevherî, Sıhâh, II, 655; Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü’l-Muhît, s. 500; Râğıb, a.g.e. , 309.
17 Bkz. Nahl, 16/48 (Beydâvî, a.g.e, III, 181; Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, XX, 36; Kurtubî, el-Câmi li Ahkâm, X, 74; Ebussuûd, a.g.e., V, 118.); Neml, 27/87 (Beydâvî, a.g.e. , III, 503; Râzî, a.g.e. , XXIV, 189; Kurtubî, a.g.e. , XIII, 160; Ebussuûd, a.g.e. , VI, 304); Sâffât, 37/18 (Beydâvî, a.g.e. , IV, 150; Râzî, a.g.e. , XXV1, 113; Kurtubî, a.g.e. , XVI, 49; Ebussuûd, a.g.e. , VII, 187); Mü’min, 40/60 (Beydâvî, a.g.e. , IV, 242; Râzî, a.g.e. , XXVI1, 71; Kurtubî, a.g.e. , XV, 214; Ebussuûd, a.g.e. , VII, 282).
18 Nahl, 16/48. Âyet mealleri, Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meali’nden (Işık Yayınları, İstanbul- 2002) alınmıştır.
19 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, IV, 278-279.
20 “O gün insanlar …..artık, çok esirgeyici Allâh hürmetine sesler kısılmıştır. Bu yüzden, fısıltıdan başka bir ses işitemezsin.” (Tâhâ, 20/108).
21 “Gözleri horluktan aşağı düşmüş bir halde kendilerini zillet bürür…” (Kalem, 68/43. Ayrıca bkz. Meâric, 70/44; Nâziât, 79/9).
22 İbn Fâris, Mu’cemü Mekâyis, II, 282; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XI, 94; Cevherî, Sıhâh, III, 1204; Râğıb, Müfredât, s. 283; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab , VIII, 71; Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü’l-Muhît, s. 921.
23 el-Askerî, Ebû Hilâl el-Hasen b. Abdillâh b. Sehl, Kitâbu’l-Furûk, Lübnan 1994, s. 273.
24 Cürcânî, eş-Şerîf Ali b. Muhammed, Kitâbü’t-Ta’rîfât, Dâru’l-Kütübi’l-I’lmiyye, Beyrut-1988, s. 95, 98.
25 A. Galip Gezgin, Kur’ân’da “Huşû’” Kelimesinin Semantik Analizi, Tasavvuf (İlmî Akademik Araştırma Dergisi), Ankara -2000, s. 103.
26 İlgili âyet ve anlamı için bkz. Haşr, 59/21’in tefsirinde Kurtubî, a.g.e. , XVIII, 30; Elmalılı, Hak Dini, VII, 4867.
27 Mü’minûn, 23/2. Kelimenin bu anlamları için bkz. Beydâvî, a.g.e. , III, 396; Râzî, a.g.e., XXIII, 68; Ebussuûd, a.g.e. , VI, 123; Elmalılı, a.g.e. , V, 3428.
28 İsrâ, 17/109.
29 Zebîdî, a.g.e., XI, 96.
30 İbn Fâris, a.g.e., II, 189-191; Cevherî, a.g.e., III, 1204; İbn Manzûr, a.g.e., VIII, 72-73; Fîrûzâbâdî, a.g.e., s. 921.
31 Râğıb, Müfredât, s. 286; Cürcânî, a.g.e., s. 95, 98.
32 Beydâvî, a.g.e. , III, 465; Ebussuûd, a.g.e. ,VI, 234.
33 Kurtubî, el-Câmi li Ahkâm, XIV, 115
34 Şa’bân İsmâîl, Muhammed, el-İbâde fi’l-İslâm Mefhûmuhâ ve Hasâisühâ, Dâru’ş-Şebâb, Kahire-1980, s. 17.
35 el-Askerî, el-Furûk, s. 276.
36 Hûd, 11/23. Bu kelime için bkz. Hacc, 22/ 34, 54.
37 Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 40; Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, XVII, 167; Kurtubî, a.g.e., IX, 16; Ebussuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, IV, 198.
38 Fussilet, 41/11. Ayrıca bkz. Âl-i İmrân, 3/83; Ra’d, 13/15.
39 İbn Fâris, a.g.e., VIII, 240; XV, 67; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XI, 328; Cevherî, a.g.e., VI, 2429; Fîrûzâbâdî, a.g.e., s. 1692.
40 el-Askerî, el-Furûk, s. 243, 245; Ebu’l-Bekâ, el-Külliyyât, s. 583.
41 Bkz. Abdülbâki, M. Fuâd, el-Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâzı’l-Kur’âni’l-Kerîm, el-Mektebetü’l-İslâmiyye, İstanbul 1982, “T-v-a’” md.
42 Bkz. Bakara, 3/32,132; Nisâ, 4/13, 69; Mâide, 5/92; Enfâl, 8/1, 20, 46; Tevbe, 9/71; Nûr, 24/52, 54; Ahzâb, 33/71; Muhammed, 47/33; Teğâbün, 64/12; Nûh, 71/3.
43 Ahzâb, 33/48.
44 Kalem, 68/10-13.
45 Şuarâ, 26/51; Ahzâb, 33/64-68.
46 İbn Fâris, Mu’cemü Mekâyis, V, 31; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, III, 109-111; Cevherî, Sıhâh, I, 261; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, II, 73-74; Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü’l-Muhît, s. 202; Ebu’l-Bekâ, a.g.e., s. 702, 734; Râğıb, Müfredât , s. 684-685; Cürcânî, Ta’rîfât, s. 171.
47 Bkz. Abdülbâkî, M. Fuâd, a.g.e., “k-n-t” md.
48 Bakara, 2/116.
49 Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, IV, 23. Ayrıca bu âyetteki “Kunût”a; “Hudû’” ve “İnkiyâd (boyun eğmek)”, “İbadet”, “Emre âmâde olmak”, anlamları da verilmiştir. (Bkz. Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 397, 390; Kurtubî, el-Câmi li Ahkâm, II, 59; Ebussuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm , I, 151; Elmalılı, Hak Dini , I, 479.)
50 Bkz. Beydâvî, a.g.e. , I, 611, 625, II, 32, III, 205, IV, 25, 62-63, 194, 514, 516; Râzî, a.g.e. , VIII, 39, X, 72, XX, 108, XXV, 102, XXVI, 218, XXX, 45; Kurtubî, a.g.e. , IV, 25, 54, X, 130, XIV, 15, 120, XV, 155, XVIII, 127, 133; Ebussuûd, a.g.e. , II, 16, 174, V, 149, VII, 58, 102, 104, 245, VIII, 268, 270; Elmalılı, a.g.e. , II, 1053, V, 3135, VI, 3816, 3894, VII, 5121.
51 Ûde, Haili Ebû Ûde,et-Tetavvuru’d-Dilâlî beyne Lüğati’ş-Şi’ri’l-Câhilî ve Lüğati’l-Kur’âni’l-Kerîm, Mektebetü’l-Menâr, Ürdün 1985, s. 209-211.
52 İbn Fâris, Mu’cemü Mekâyis, II, 434-435; Cevherî, Sıhâh, III, 1222; İbn Manzûr, Lisânü’l-<Arab, VIII, 133; Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü’l-Muhît, s. 934.
53 Bkz. Abdülbâkî, M. Fuâd, el-Mu’cemu’l-Mûfehres, “r-k-a’ “ md.
54 Bakara, 2/43.
55 Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 291; Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, III, 42; Ebussuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, I, 97; Elmalılı, Hak Dini, I, 337.
56 Razî, Mefâtîhu’l-Ğayb, VIII, 39, XVI, 162.
57 Hidayet Aköz, Kur’ân’da Allâh-Kul İlişkisi, Bursa 2000, s. 249.
58 Ûde, et-Tetavvur, s.252.
59 İbn Manzûr, a.g.e., XII, 289. İlgili âyet için bkz. Haşr, 59/23.
60 Bkz. Âl- İmrân, 3/19. 85; Mâide, 5/3.
61 İbn Fâris, a.g.e., III, 90; Cevherî, a.g.e., V, 1951-1952; İbn Manzûr, a.g.e., XII, 290-295; Fîrûzâbâdî, a.g.e., s. 1448.
62 el-Askerî, el-Furûk, s. 250; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, XVI, 351; Ebu’l-Bekâ, el-Külliyyât, s. 507.
63 Hucurât, 49/14.
64 Râğıb, Müfredât, s. 421, 423.
65 Bâkıllânî, Ebû Bekr Muhammed b. Tayyib, Kitâbu’t-Temhîd, el-Mektebetü’ş-Şarkıyye, Beyrut-1957, s. 347. Ayrıca bkz. Izutsu, Toshihiko, Kur’ân’da Allâh ve İnsan, (çev. Süleyman Ateş), İstanbul ts, s. 67-68.
66 Bkz. Abülbâkî, M. Fuâd, el-Mucemu’l-Mûfehres., “s-l-m” md.
67 Bkz. Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl,I, 391, 612, 646, II, 47, 72, 146, III, 385, 504, IV, 14, 162, 244, 336; Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, IV, 4, 71, VIII, 107, X, 132, XII, 106, XXVI, 137; Kurtubî, el-Câmi li Ahkâm. , II, 52, IV, 82, 256, V, 174, VII, 15, XII, 163, XV, 69, 175, 215, XVI, 130; Ebussuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, I, 147, II, 55, 197, 236, III, 96, 116, VII, 42, 200, 283; Elmalılı, Hak Dîni, I, 467-468, II, 1385, III, 1958, V, 3404, V, 3683, 3783, VI, 4062; Mevdûdî, Ebu’l-Alâ, Tefhîmü’l-Kur’ân, (Çev. M. Han Kayani ve Diğerleri), İnsan Yay., İst. 1987, I, 215, IV, 231-232.
68 Izutsu, Kur’ân’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar, (çev. Selahattin Ayaz), İstanbul 1997, s. 44, 104. Bkz. Aynı müellif, Kur’ân’da Allâh ve İnsan, s. 253-257.
69 H. Mehmet Soysaldı, Kur’ân Semantiği Açısından İnançla İlgili Temel Kavramlar, Çağlayan Yayınları, İzmir-1997, s. 35; Mustafa Sinanoğlu, “İslâm” , D.İ.A, XXIII, 1.
70 İbn Teymiyye, Takıyüddîn Ahmed b. Abdilhamîd el-Harrânî ed-Dımaşkî, el-Ubûdiyye, el-Mektebetü’l-İslâmiyye, Beyrut 1970, s. 122. Ayrıca bkz. el-Kardâvî, Yûsuf, el-İbâdetü fi’l-İslâm, Mektebetü Vehbe, Kahire-1985, s. 32.
71 İbn Kayyim Ebû Abdillâh Muhammed b. Ebî Bekr b. Eyyûb el-Cevziyye, Medâricü’s-Sâlikîn beyne İyyâkena’büdü ve İyyâkenesteîn, (thk. Muhammed Beyûmî), Mektebetü’l-Îmân, Mısır-1997, I, 85.
72 Kuşeyrî, Ebu’l-Kâsım Abdülkerîm b. Hevâzîn, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-1998, s. 232-235.
73 Süleyman Uludağ, “İbadet, DİA, XIX, 247-248.
74 Bakara, 2/138.
75 Er-Rûmî, Mevlânâ Celâleddîn, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, Çev: Şefik CAN, Ötüken Neşr., İst. 2003, I, 153.
76 Mevlânâ, Mesnevî,, II, 333.
77 Çünkü sonradan yaratılmış bir varlık; ezelî ve ebedî olan bir varlığa (Hakk’a) kavuştuğu zaman kendi varlığını kaybeder. (Çeviren)
78 Mevlânâ, a.g.e., II, 558.
79 Mevlânâ, a.g.e., II, 164.
80 Mevlânâ, a.g.e., II, 167.
81 Mevlânâ, Mesnevî, II, 162.
82 Mevlânâ, a.g.e I, 116-117.
83 Mevlânâ, a.g.e., I, 48.
84 Mevlânâ, Mesnevî, , I, 45.
85 Mevlânâ, a.g.e, I, 377-378. Ayrıca bkz. Aynı eser, II, 51.
86 Âl-i İmrân, 3/31-32.
87 Mevlânâ, Mesnevî., I, 16.
88 Mevlânâ, a.g.e, I, 380-381.
89 İlgili âyetler için bkz. Abdülbâkî, M. Fuâd, Mu’cemu’l-Müfehres, “a-b-d” md.
90 Mevlânâ, Mesnevî, I, 49-50.
91 Mevlânâ, a.g.e., I, 98-99.
92 Mevlânâ, a.g.e., I, 238.
93 Mevlânâ, Mesnevî., I, 356.
94 Mevlânâ, a.g.e. , II, 11.
95 Mevlânâ, a.g.e, I, 397.
96 Mevlânâ, a.g..e. , I, 17.
97 Mevlânâ, Mesnevî., I, 31.
98 Yaptığın ibadete karşılık sevap kazanmak ve cezadan kurtulmak için değil de sadece ve sadece Allâh’ın emrini yerine getirmek kastı ile hareket et. Kul böyle yapacak olursa, kendini Allâh’ın rızasına teslim etmiş ve benliğinden kurtulmuş olur. Böyle olunca da, benlik olmaksızın kendi varlığının hakikatinden, yani sana varlık vermiş olan Allâh’tan feyz almış olursun. (Çeviren).
99 Mevlânâ, a.g.e, I, 378-379.
100 Mevlânâ, a.g.e. , ı, 337.
101 Mevlânâ, Mesnevî. , I, 61.
102 Mevlânâ, a.g.e. , I, 515.
103 Mevlânâ, a.g.e, I, 184.
104 Mevlânâ, a.g.e. , I, 248.
105 İlgili âyetler için bkz. Abdülbâki, M. Fuâd, Mü’cemu’l-Müfehres, “gyb” md.
106 Mevlânâ, Mesnevî, I, 232.
107 İnşirah, 94/7-8.
108 Mevlânâ, a.g.e., I, 287.
109 Ankebût, 29/45.
110 Mevlânâ, Mesnevî, I, 327-328.