KUR’AN ŞİFADIR

KUR’AN ŞİFADIR

Ertuğrul Bey, uzun boylu, sıhhatli, güçlü kuvvetli bir insandır. İzmir’in itibarlı sanayicilerindendir. Bu arada dînî ve kültürel konulara meraklıdır. İmkân nisbetinde bu alanlarda okuma ve araştırmada bulunur. Öğrendiklerini ve inandıklarını yaşamaya, hayatına katmaya çalışır.

Bir gün bir tanıdığının düğününe gider. Arabasını park edip toplantı mekânına doğru ilerlerken bir şey unuttuğunu fark eder, arabadan almak üzere geri döner. Bu sırada oralarda pineklemekte olan iri yarı zayıf bir kangal köpeği gözüne ilişir. Birkaç adım ilerlemişken aniden köpek üzerine saldırır; Ertuğrul Bey bacaklarından hafif ısırıklarla yere düşer, elleriyle başını ve yüzünü korumaya çalışırken, azgın köpek sağ kolunun pazusunu ısırır ve parçalar. Kan revan içinde kıvranırken, etraftan yetişenler köpeği uzaklaştırırlar. Bu sırada ısırılan kolundan el kadar, kocaman bir kas parçasının sallanmakta olduğunu fark eder. Hemen Ege Üniversitesi Hastanesine yetiştirilir.

Yaranın ilk temizliği ve pansuman dayanılmaz acılar içinde yapılır. Orada öğrenir ki, köpek ısırmalarında, yaralı doku hemen dikilmezmiş. Köpeğin ağzından geçmesi muhtemel çeşitli mikropların doğurabileceği ihtilâtları önlemek için bir hafta süreyle açık pansuman yapılması gerekir. Hastanede 12 gün kalır. Uzun süre sağ elini kullanamaz. Halen fizik tedaviyle parmaklarındaki hislerin geri gelmesini beklemektedir.

Bu olayı aktarmamızın asıl sebebi Ertuğrul Bey’in şu mealdeki sözleridir: Panik, telâş ve ıstırap içinde hastaneye varmıştım. Parçalanmış pazu kaslarımın yaraları temizlenecek, pansuman yapılacaktı. Dayanılmaz bir acı içinde kıvranıyordum. Nasıl olduysa birden aklıma son günlerde üstünde durduğum bir âyet-i kerîme geldi. Bu, Bakara suresinin 155. âyetiydi. Ayeti ve anlamını düşünmeye, üzerinde yoğunlaşmaya başladım. Bu sırada dalmış, kendimden geçmişim. Hâliyle yaranın ve pansumanın acısını da hissetmedim.

Söz konusu âyetin anlamı şöyle: “Biz sizi biraz korku, biraz açlık ile; mallarınızda, canlarınızda ve ürünlerinizdeki bir kısım kayıplarla imtihan ederiz. Sen bütün bunlara sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155)

Sıradan bir olay gibi ayak üstü anlatılan bu konu beni bir hayli düşündürdü. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum, şu mealde bir görüş vardı: Kur’an-ı Kerim’i okurken öyle bir dikkat ve tefekkürle okumalı ki, sanki her bir âyet yeniden ve ilk defa nâzil oluyormuş gibi bir ruh hâline sahip olmaya çalışılmalıdır. Her bir âyetin anlamını aklında ve gönlünde hissetmeli, onu mümkün olduğu kadar derinlikte içselleştirmeye gayret etmelidir.

*

Şöyle bir olay anlatılır: Peygamberimiz zamanında birisi müslüman olmuş. Resulüllah Efendimiz sahabeden birine bu adama Kur’an-ı Kerim’i öğretip okutmasını emretmişler. Başlamışlar okumaya, fakat yeni müslüman olan bu zat Zilzal suresinin son ayetlerine gelince: Bu kadarı bana yeter, diyerek daha fazla okumak istememiş. Bu ayetlerin anlamı şöyledir: “Kim zerre ağırlığınca bir iyilik yapmışsa onun karşılığını görür. Kim de zerre mikdârı bir kötülük yapmışsa onun karşılığını görür.” (Zilzal, 99/7-8)

Kur’an okutmakla görevkendirilen sahabi Peygamber’imizin verdiği emri tamamlayamayıp yarım bıraktığı için üzgün halde durumu Resulüllah’a bildirmiş. Adamı çağırıp artık okumak istemeyişinin sebebini sorduklarında adamcağız: Ya Resulellah, ben bu iki ayeti hâl edeyim, başka şeye ihtiyacım kalmaz, demiş. Bunun üzerine Efendimiz: Bırakın onu, bu adam fakih oldu! buyurmuşlar.[1]

Kur’an-ı Kerim Allah kelâmıdır, onun lafızları da bir kudsiyete, bir manevi güce sahiptir. Dolayısıyle her türlü okuyuşun bir değeri vardır. Ama asıl olan, onu anlayarak, ta içinde hissederek okumaktır. Bu şekilde okuma gayretiyle hem sözlerindeki manevi gücü, hem de manâsındaki derûnî etkiyi birlikte hissetmek söz konusudur. Nakletiğimiz olayda bunun bir örneğini görüyoruz. Ciddî şekilde yaralanmak, tam da ayette geçen “canlarınızda bir kısım kayıp” kısmına girere. Bu noktada insan bağırıp çağırarak, öfke duyarak da tepki gösterebilir. Böyle davranış bünyeye zarar verebileceği gibi hekimlerin işini de zorlaştırır. Aynı insanın tepkisi, kendisinin bir tür imtihanda olduğunu düşünerek, durumu sabırla karşılama şeklinde de olabilir. Ayetin sonundaki beyan: “Sabredenleri müjdele” kelimeleriyle biter.

Böyle kritik bir anda bu âyeti ve anlamını düşünerek o acıya katlanmaya çalışmak insana olağanüstü bir tahammül gücü de verebilir. Ayrıca unutmamalı ki, âyetlerin lafızlarında / sözlerinde bile şifa verici bir özellik vardır: “Biz Kur’an’ı insanlara şifa ve rahmet olarak indiriyoruz” (İsra 17/82). Buradaki “şifa” öncelikle Kur’an’ın câhilliğe, küfür ve kötü ahlâkın tedâvisine, sosyal ve psikolojik hastalıklara şifa ve rahmet olmasıdır. Ayrıca maddî hekimliğin tedavide âciz kaldığı bazı hastalıklara karşı da Kur’an’ın şifa veren özellikleri üzerinde durulur.[2]

Asıl konumuz olan âyetin ilk kelimesi “sizi sınarız, deneriz, imtihan ederiz” şeklinde tercüme edilmektedir. Burada teori ile pratiğin farkı karşımıza çıkar. Bir şeyi teorik olarak bilmek iyidir ve daha kolaydır, ama bilinen ve inanılan şeyin pratik olarak uygulanması daha büyük önem taşır. İmtihan pratik alanla ilgilidir. Haktan, hukuktan, sabırdan, haram yemekten bahsetmek kolaydır. Gerçeklerle yüzyüze gelince evvelce söylediklerimizi uygulamazsak sınavda kaybederiz. Yunus Emre ne güzel söylemiş:

Ben dervişim diyenler haramı yemeyenler

Harâmın yenmediği ele girince imiş.[3]

Değerli müzik adamımız Cinuçen Tanrıkorur (ö. 2000) anlatır: Prensiplerinden tâviz vermediği için bir ara TRT kurumundaki görevinden istifa etmiştir. Yakınlarının, geçimini nasıl temin edeceğine dair endişelerini belirtmeleri üzerine şöyle der:

“Her türlü hal ve şartta, yani durum ne olursa olsun Allah’a hamd ederim” demek olan “elhamdü lillâhi alâ külli hâl” ifâdesi, duvarda asılı bir tâlik levha olmaktan çıkıp, tam bir teslimiyet duygusu olarak şuur ve vicdanınızda sizinle beraber yaşar hâle geldiği zaman, sıkıntı da acı da, keder de sizin için sadece bir “test sorusu” olmaktan öte geçemez.”[4]

*

Bir Kur’an âyetinin yeniden vahyolunurcasına hissedilmesi ve akabinde insan hayatına yeni bir yön verdirmesine dair tasavvuf tarihinde şöyle bir örnek vardır: Fudayl b. İyaz (ö. 803) gençlik yıllarını serkeşçe ve havâi bir şekilde geçirdi. Hattâ bir ara yol kesme ve eşkıyâlık gibi işlerle meşgul oldu, böyle bir çetenin reisliğini yaptı. Aşık olduğu bir câriye vardı. Bir gün sevdiği kadınla buluşmak için gece yarısı yüksek bir duvara tırmanmaktaydı ki o sırada yakınlarda bir yerde Kur’an okunduğunu fark etti. Tam da şu ayete gelince irkildi; Hadid suresinin bu 16. ayetinde şöyle deniyordu: “Mü’minlerin kalblerinin Allah’ın zikri, yani Kur’an karşısında ürperme zamanı gelmedi mi?”

Fudayl bu ayetleri okumakta olan sesin tesiriyle sarsıldı, bir süre duvarın üzerinden hareketsiz kaldı. Kendine gelince, derin bir istiğrakla gözlerinden yaşlar boşandı ve: “O zaman geldi ya Rab!” diye mırıldandı. O vakte kadar yaptıklarından dolayı tam bir pişmanlıkla tövbe etti. Kendini tamamen ibadet, ahlâk ve ilme verdi, irfan sahibi büyük velîlerden oldu.[5]

*

Baştaki âyetin öncesi ve sonrasında genellikle “sabır” kavramının öne çıktığı görülür. İsterseniz tamamının meâlini görelim; Bakara suresi, 153-157. âyetler:

  1. Ey iman edenler sabır ve namazla / dua ile yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.
  2. Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyiniz. Aksine onlar diridirler fakat bunu siz anlayamazsınız.
  3. Biz sizi biraz korku, biraz açlık ile; mallarınızda, canlarınızda ve ürünlerinizdeki bir kısım kayıplarla imtihan ederiz. Sen bütün bunlara sabredenleri müjdele.
  4. Onların başlarına bir musîbet geldiği zaman: “Biz Allah’a âidiz ve O’na döneceğiz” derler.
  5. Rablerinin bağışlaması ve rahmeti onlaradır. Hidâyete eren / doğru yola ulaştırılanlar da onlardır.

Sabır, inanmış insanın gösterdiği vakarlı bir tahammül şeklidir. “Vücûda göre baş ne ise, îmana göre sabır odur” denir. Dînî ve dünyevî her alanda gösterilecek sabır bir olgunluk belirtisidir, bir erdemdir.

Bu âyetlerin tefsîri sırasında geniş açıklama ve bilgilere rastlanır. Ez cümle: “Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir” buyrulur. Esmâ-i Husnâ’dan biri de “Sabûr”dur. Her kimde sabır varsa onda Allah’ın kudretinden bir tecellî kokusu var demektir.

Asıl konumuz olan 155. âyet İslâm dinindeki bâzı hüküm ve sorumluluklara da işâret eder. Ayetteki korku Allah korkusuna; açlık Ramazan orucuna; mal eksikliği veya kaybı zekâta; can eksikliği veya kaybı cihâda, şehitliğe, hastalığa, yaralanmaya; ürün eksikliği evlât veya kazanç kaybına işârettir.

“Ey Muhammed, sabredenleri müjdele”, o sabredenler ki kendilerine bir felâket, bir sıkıntı dokunup da zarara uğradıkları vakit “innâ lilâh ve innâ ileyhi râciûn”, yani: Biz Allah’a âidiz ve O’na döneceğiz, diyerek Allah’a teslim olduklarını ifâde edip teselli bulmuş olarak sabrederler. Bunu yalnız dil ile değil, hâl edinerek bütün kalpleri ile söylerler.

“İnnâ lillâh” yani “Biz Allah’a âidiz” demekte şunlar gizlidir: Malım, canım, her şeyimle Allah’a teslim olmuşum. Allah, mülkü olan her şey gibi benim üzerimde de hâkimiyet hakkına sâhiptir. O’nun acı tatlı hiçbir tasarrufuna itiraz doğru olmaz, ben bunu kabul ve itiraf ediyorum. Allah’ın dilediğini yapmasından hoşnud ve râzıyım. İşte bu anlayışa ulaşan kimse “nefs-i râzıye”, yani Allah’ın emrine râzı olmuş nefis makamına ermiş demektir.

“İnnâ ileyhi râciûn” yani “Biz dönüp dolaşıp sonunda mutlaka Allah’a döneceğiz” ifadesi ise, ölümle son bulan maddî bedenimize rağmen; manevî varlığımızla Hak’la buluşmuş olacağız. Bu ise ebedî var oluştur. Hamdi Yazır’a göre; bu imanda, Allah katında kendisinden râzı olunma ümîdini açığa vurma vardır. Bu makama “nefs-i mardıyye” yani “kendinden râzı olunan nefis” makamı denir.

Hamdi Yazır, konunun devâmında tasavvuftaki nefsin yedi mertebesini[6] biraz kısaltıp beşe indirerek özetle şöyle der:

Manevî lezzetlerin en değerlisi rızâ lezzetidir. İnsanın nefsi önce “nefs-i emmâre: kötülüğü emreden nefis” iken, dînî bilgi ve Hz. Muhammed’in ahlâkı olan yüce ahlâk ile ilerleyip gelişerek ikincide “nefs-i levvâme: kötülüğünden dolayı kendini kınayan nefis”; üçüncüde “nefs-i mutmainne: Allah’a yaklaşıp huzûra eren nefis”, dördücüde “nefs-i râdıye: Rabbinden râzı olan nefis”, beşincide “nefs-i mardıyye: Allah’ın kendisinden râzı ve hoşnud olduğu makbul nefis” hâline gelir. Fecr sûresindeki “Ey huzûra ermiş nefis! Sen Rabbinden râzı, o da senden râzı olarak Rabbine dön” şeklindeki ilâhî hitap bunu açıklar.[7] Manevî derecelerin en üstünü bu mertebedir.

*

Konumuz aslında “sabır”la ilgiliydi. Ama dinde manevî derecelerin sonu yoktur, kendi içinde gittikçe derinleşir. Sabırdan daha üstün bir nokta vardır, o da rızâdır; sabır katlanmak, şikâyet etmemektir. Rızâ ise seve seve kabullenmektir.

Rızâ, karşılaştığı her şeyi, başına gelen iyi kötü her olayı gönül hoşluğu ile karşılamaktır. Tasavvufta son makamlardan biridir. Rıza, muhabbetin, Allah sevgisinin sonucudur. Allah’ı gerçekten seven ve onu tek fâil kabul eden kimse, O’ndan gelen her şeyi hoşnutlukla karşılayacaktır. Rıza sabırdan üstündür.

Allah sevgisi ve müşahedesiyle meşgul olan kalb ve zihin maddî acıları hissetmez. Dünyevi konularda bile bazan bu böyledir. Meselâ düşman karşısında bir er öyle büyük bir heyecanla savaşır ki, yaralanınca bunu hissetmez. Ancak bir süre sonra akan kanını görünce acı duymaya başlar. Kalb ve zihin meşgulken insan çok defa açlık ve susuzluğu unutur.

Severek iman etmiş bir kimse inandığı yüce Rabbin her türlü tasarrufuna rıza gösterecektir. Bu imkânsız değildir. İnsan oğlu felâketle karşılaştığı zaman acı çeker, bu olağandır. Fakat inandığı ve sevdiği yaratıcının takdirinin böyle tecelli ettiğini düşünerek buna razı olur, hattâ seve seve katlanır. Aşık İbrahim Tennuri’nin:

Hoştur bana senden gelen

Ya hil’at ü yahut kefen

Ya gonce gül yahut diken

Lutfun da hoş kahrın da hoş

şeklindeki ölümsüz mısraları bu inancı yansıtır.

Büyüklerden birine, dil alışkanlığı ile bir yakını “Allah sizden râzı olsun” deyince şu cevabı alır: “Önce ben Allah’tan râzı olayım, evet önce ben rızâ göstereyim. Yani Rabbimin her bir ihsanına şükredeyim. Allah’tan gelen her hediyeyi, bize iyi veya kötü görünen her şeyi hoş kabul edeyim ve ona lâzım gelen itibarı gösterebileyim. Şikâyetten vaz geçip önce ben râzı ve hoşnud olayım ki o da benden râzı olsun.”[8]

(Yüzakı dergisi, sayı: 23, ocak 2007)

[1] Bk. Kenan Rifâî, Sohbetler, s. 497, İstanbul, 2000.

[2] Bk. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. V, ilgili ayetin tefsiri.

[3] Bk. Mehmet Demirci, Yunus Emre’de İlâhî Aşk ve İnsan Sevgisi, s. 129, İstanbul, 1997.

[4] Saz ü Söz Arasında, haz. İsmail Kara, s. 270, Dergâh yayını, İstanbul, 2003.

[5] Bk. Kuşeyri, Risale terc. Çev. S. Uludağ, s. 98, İstanbul, 2003.

[6] Bk. Mehmet Demirci, Sorularla Tasavvuf ve Tarikatler, s. 45-46, İstanbul, 2004.

[7] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. I, s. 450-453, Azim dağıtım, tsz.

[8] Mehmet Demirci, age, s. 39-40.