Kur’an Vahyi ve Hedefi
Kur’an-ı Kerim ahir zaman nebîsi Hazreti Muhammed Mustafa’ya ilahî vahiy yoluyla gönderilmiş olan semavî kitabın ismidir.
Kur’an lügat anlamıyla okumak, sürekli okumak ve ezbere okumaktır.
Dindeki ve lügattaki manalar birlikte gözetilecek olduğunda, müslümanın din kitabı olan Kur’an, aynı zamanda onun el kitabı ve okuma kitabı demektir.
Allah herşeyin üstünde ve bütün maddî anlayışların ötesindedir. Hiçbir bilgi, hiçbir düşünce ve tasavvur, O’nun varlığını kavrayacak ve açıklayacak güçte değildir. Allah ruh olmadığı gibi, ruh veya melek cinsinden de değildir. Ruha göre beden nasıl maddî bir şey ise, Allah’a göre ruh da öyle maddî bir şey sayılır. Düşünce ve tasavvurlar saf hallerinde ruha benzerler. Onlar kelime kalıpları içine girince bedenlere girmiş gibi olurlar ve birer varlık kazanırlar.
Onlar için kelimeler birer madde ve beden hükmündedir. Kelimelere göre de manalar tıpkı ruh gibi latif (ince) varlıklardır. Hz. Mevlana’nın, “Fîhi-Ma-Fîh”de açıkladığına göre; henüz kelime haline gelmemiş olan fikir ve ilhamlar dahi Allah’a göre katı birer madde hükmündedirler. Çünkü Allah, onlardan ve herşeyden daha “latîf” dir. O yüceler yücesi “sübhan” ve mütealdir. (1)
Allah, aynı zamanda ilim, irade ve kudret sahibidir. Mülkünde hükümrandır, sonsuz kudretiyle herşeye kadirdir. Kullarına iletmek istediği emir ve iradesini semavî bir haberci (melek) vasıtasıyla insan cinsinden bir elçiye (peygambere) açıklayabilir. Bu Allah’a zor gelen ve imkansız olan birşey değildir. Şüphesiz Allah lisan sınırlarının üstünde ve bu gibi kayıtların ötesindedir. Lisanlar beşerî şeylerdir. Vahyin dilini tarif için tamamen mecaz olmak üzere şöyle bir misal getirilebilir: Peygamberler elektrik ampüllerine benzetilebilir. Vahiy ise elektrik akımı gibidir. Elektrik akımı ampüle gelince, her ampül kendi rengine göre ışık verir. (2)
Vahyin tebliği ile ilgili bir Kur’an ayetinde “Biz, kendi kavminin dilinin dışında hiç peygamber göndermedik.” (3) diye buyurulmaktadır. Ayette açıkça görüldüğü üzere, lisan kavme izafe edilmiş, böylece dilin sosyal ve beşerî bir vakıa olduğuna dikkat çekilmiştir. Oysa yine Kur’an-ı Kerîm ayetlerinde peygamberlere gelen vahiyle ilgili olarak “ruhan min emrina” (4) ve “nur” (5) gibi ifadeler kullanılmak suretiyle vahyin, Allah’ın yüce, ruhanî ve nûranî bir işi olduğuna işaret edilmiştir. “İlahî kelam”, “Vahy-i metluvv” ve “Kelam-ı Kadîm” gibi tabirlerin, beşerî manadaki lisan ve kelam anlamına olmadığını, ondan çok üstün bir mahiyet ve özellik taşıdığını bilmek gerekir. “Allah kelamının diğer kelamlar üzerine olan üstünlüğü, Allah’ın mahlukatı üzerine olan üstünlüğü gibidir.” (6) buyurulmuştur. İlahî kaynağı itibariyle“Bî huruf-u lafz-u savt” olan, yani; harf, kelime ve ses gibi unsur ve kayıtlardan uzak bulunan vahiy, peygamberlerin ağzından kelime ve cümleler olarak çıkmış bulunmaktadır.
Peygamber efendimizin 23 senelik nübüvvet hayatı boyunca çeşitli zamanlarda, ayetler ve süreler halinde gelen Kur’an-ı Kerîm, bizzat peygamber efendimiz tarafından vahiy katiplerine yazdırılıyordu. Peygamber, yazılanları okutuyor ve lüzum görürse düzeltiyordu. Gelen ayetler bir taraftan da çok sayıda sahabe tarafından ezberleniyordu. Zaten her müslüman, namaz kılabilmek için Kur’an’dan belli bir miktarı ezbere bilmek zorundadır. Peygamber efendimizin sağlığında, Kur’an-ı baştan sona ezberlemiş bulunan yüzlerce hafız sahabî vardı. Peygamberin vefatından hemen sonra, Hz. Ebubekir zamanında söz konusu yazılı Kur’an metinleri derlenip mushaf haline getirildi. Böylece Kur’an’dan bir şeyin unutulmasına, ya da kaybolup gitmesine meydan verilmedi.
Kur’an vahyi, yazı ve ezber metodunun çifte garantisi ve kontrolü altında, ilk ve orijinal şekliyle kutsal bir emanet ve miras olarak nesiller boyunca korunmuş ve günümüze kadar ulaşabilmiş olan tek semavî kitaptır. Bu husus, öteki din kitapları arasında, yalnızca Kur’an’a mahsus bir özelliktir. Eldeki mushaflar, peygamber tarafından yazdırılmış bulunan orijinal nüshanın kesintisiz devamıdır. Oysa günümüzdeki Tevrat ve İncillerin ilk ve orijinal metinler olmadıkları, Yahudî ve Hıristiyanlarca da bilinen bir gerçektir.
Kur’an’ın kendine mahsus okunuşu demek olan Kıraet ve talîm konusunda da Peygamber efendimizden beri uygulanan usul ve geleneklere riayet edilir: Her muallim Kur’an öğrettiği talebesine icazet verirken, kendi üstadından öğrendiğini aynen öğrettiğini belirttikten sonra, ayrıca, Hz. Peygambere kadar olan hocalar zincirini tek tek ve isim isim kaydeder.
Basit bir iş konusunda çıkan anlaşmazlığın çözümünde bile yapılacak ilk iş, sözleşmenin asıl ve orijinal nüshasına müracaat etmektir…
Bir elyazması kitabın çeşitli yazma nüshaları arasında tercih yapmak söz konusu olduğu zaman da müellifin kaleminden çıkmış olan asıl nüsha esas alınır…
“Kutsal semavî kitapların çağdaş tecrübî bilimlerin ışığında incelenmesi” düşüncesiyle çok ilgi çekici bir araştırma eseri ortaya koymuş bulunan Fransız Tıp ve bilim adamı Prof. Dr. Maurice Bucaille, “Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim” adıyla yayınladığı eserinde, vahyin aslî hüviyetiyle ve orijinal şekliyle korunmuş olmasının, din açısından önemine dikkat çekiyor ve bunun basite alınmaması gerektiği üzerinde ısrar ediyor.
Hemen belirtelim ki, bu çalışmalar sırasında Kur’an vahyinin, diğer kutsal kitaplara üstünlüğünü gören yazar sonunda İslamiyeti seçmiş ve müslüman olmuştur. Kur’an sadece emretmek ve yalnızca bilgi vermekle kalmaz. Önemli konuları sık sık tekrarlamak ve telkin etmekle muhatabanı ikna etmeye, iman sahibi kılmaya çalışır.
Kur’an-ı Kerîm, en uzunu 286 ayet, en kısası 3 ayet olmak üzere 114 süreden meydana gelmiştir. Toplam ayet sayısı, sayımda gözetilen bazı usul farklarından dolayı ihtilaflı olmakla birlikte, halk arasında yaygınlaşmış olan kanaata göre 6666 ayet diye bilinir. Kur’an ayetlerinin, yaklaşık da olsa, akılda kalmasına yardımcı olan bu rakamın pratik bir değeri bulunduğunu kabul etmek gerekir.
Kur’an’dan ilk gelen ayetler “Alak” süresinin ilk beş ayeti olduğu konusunda ittifaka yakın bir görüş birliği bulunmaktadır. Ramazan ayı içinde ve Kadir gecesinde, gecenin bitmeye yüz tuttuğu, fecir vaktinden, az önce, yani sahur vaktinde geldiği hem hadis rivayetlerinde hem de Kuran ayetlerinde ifade edilmiştir. “Velleyli iza ‘as’ase, vassubhı iza teneffese” (7) Bitmeye yüz tutan gece ve soluğu duyulan sabah vakti tabirleri söz konusu zamanı belirleyen ifadelerdir.
O gece Hira mağarasının önünde Peygamber efendimize gelen ilk ayetler mealen şöyledir:
“Oku! Rabb’inin adıyla.
“O’dur yaratan.”
“Yarattı insanı bir damla sudan!”
“Oku! Keremi bol Rabb’in lütfetti.”
“Kalemle insana yazı belletti.”
“Bilmediği nice şeyi öğretti.”
Görüldüğü gibi, bu ilk vahiy, okuyup öğrenmeyi emrediyor, bilgi sahibi olmayı öğütlüyor. Bilgi sahibi olmayı yaratılmış olmak kadar mühim ve ona eşdeğer bir olay sayıyor. Bunu insan olarak yaratılmanın icabı ve insan olmanın temel şartı gibi takdim ediyor.
Aslında Kur’an zaman zaman “beşer” tabirini de kullanır. Ancak “beşer”tabiri ile “insan” tabirini çok farklı ve değişik maksatları ifade için kullanır. Bu konuyla ilgili olan ayetlerin bütününden çıkan sonuç odur ki; Beşer canlı türleri arasında kendine mahsus özellikleri olan türün adıdır. Oysa “insan”, beşer olarak doğan bu canlının, bilgi edinerek kültürel bir muhteva kazanmış olan ileri halidir, bilgiyle donatılmışıdır. Bu husus Bakara süresinin 30-32 ayetlerinde ve Rahman süresinin ilk ayetlerinde aynı şekilde belirlenir.
Buna göre denebilir ki; bütün peygamberlere gelen vahiylerin ve özellikle son Peygamber’e gelen Kur’an vahyinin temel gayesi beşer aklını vahiy nuruyla aydınlatmak ve onu insan yapmaktır.
Bilindiği gibi, Kur’an sürelerinin mushaftaki tertibi vahyin nüzul sırasına göre değildir. Genellikle yakın konuda olan süreler yanyana yazılmış olmakla birlikte, en uzun sürelerden en kısalara doğru bir tertip gözetilmiştir. Ancak Fatiha Süresi yedi ayetli kısa bir süre olduğu halde mushafın en basma yazılmıştır. “Fatiha” kelimesi açış anlamına gelir. Kur’an’a giriş ve başlangıç olarak en başa yazılması, yalnızca isminden dolayı değildir, muhtevasının da gereğidir. Bir Kur’an ayeti, “Biz, sana seb’ul-mesanîyi (fatihayı) ve bir de Kur’an-ı verdik.” (8) mealindedir. Fatiha Kuran’dan bir süre olduğu halde sanki Kur’an’ın bütününe bedel başka birşeymiş gibi takdim edilmektedir. Üstelik önce fatiha, sonra da Kur’an zikredilmektedir. İşte bu ayetten dolayıdır ki, Fatiha en başa yazılmıştır. Bununla da kalınmayarak, Fatiha tek başına ve müstakil olarak bir tarafa, ondan sonra bütün Kur’an ayrı bir tarafa yazılmak suretiyle, aynen ayetteki ifadeye uygun olarak mushaflarda da denge sağlanmıştır. Çünkü Fatiha süresi, gerçekten de Kur’an’da bildirilen konuların bir özetidir. Daha doğrusu, din Fatiha süresi ile ortaya konmuş, bütün Kur’an da onu açıklamış gibidir. Buna göre, Kur’an bütünüyle Fatiha süresinin bir tefsiri demektir.
Kur’an, ırk, bölge, milliyet ve çağ farkı gözetmeksizin bütün insanlara hitap eder. İnsanoğluna dünyevî ve uhrevî hayatında yol göstermeye çalışır. Ferdin ruh ve moral gücünü harekete geçirerek, kendi şahsiyetini geliştirmesini ve güçlendirmesini ister.İradesini kullanmasını sorumluluk duygusuyla görevlerini yerine getirmesini ve bunun gerekli olduğunu bildirir. Hayatın, ölümün ve ölüm sonrası hayatın tek hakimi ve yaratıcısının Allah olduğuna inanmasını ve O’nun huzurunda, O’nun gözetiminde yaşamakta olduğunu bilmesini ve ona göre hareket etmesini hatırlatır. Kur’an yalnızca emretmek ve yalnızca bilgi vermekle kalmaz, önemli konuları sık sık tekrarlamak ve telkin etmekle muhatabını ikna etmeye ve iman sahibi kılmaya çalışır.
Namazın her rek’atında ve günde en az kırk defa okunan Fatiha süresinde bir tek dua vardır:“İhdinassıratalmüstekıym” (Bizi doğru yola ilet!) diyerek Allah’dan sürekli olarak doğruluk istenir. Allah’ın bizi, yolunu şaşırmışların ve gazaba uğramışların durumuna düşmekten koruması niyaz edilir.
İşte Kur’an, fatiha süresinde söz konusu edilen doğru yolun ne olduğunu belirlemeye, insan hayatının bütün safhalarında onu adım adım çizmeye çalışır: İmanda, amel-i salih ve ibadette, ahlak, iyilik ve yardımlaşmada doğrunun ne olduğunu ortaya koyar. İnsanın kendi kendisi ile, çevresi ile ve Allah’ı ile doğru ilişkiler içinde olmasını sağlar.
Vahyin esas hedefi işte budur:İnsanlara doğru yolun ne olduğunu tanıtmaktır. Çünki Allah doğruluktadır ve ancak orada aranmalıdır.
Dipnotlar: (1) Mevlana Celaleddin Rumî, Fihi-Ma Fih tercemesi, s.18 (2)Hamidullah, İslam’a Giriş, s.27 (3) İbrahim süresi, ayet: 4 (4) Şura süresi, ayet: 52 (5) et-Teğabun süresi: ayet: 8 (6) Muhtemelen hadîsi şerîftir. (7)Tekvîr süresi, ayet: 17-18 (8) Kur’an-ı Kerîm, Hicr süresi, ayet: 87
BÎR LAHZACIK TEFEKKÜR
Kur’an ayındayız. Bu kutlu kitap “Oku” diye başlamış inmeye. “Rabbinin adıyla oku.” Öyleyse, bu kutlu ayda okumaya Rabbimizin adıyla, Kur’an’dan başlayalım. Bu Ramazan bir başlangıç olsun. Hatta şu an başlangıç olsun. Kur’an’ı mealiyle birlikte hatmetmek üzere bir programa sokalım kendimizi. Bir sayfa Kelam-ı Kadîm, bir sayfa meal. İhtiyaç duyduğumuz yerlerde bir tefsire bakmak daha güzeli.
Altınoluk Dergisi