KUR’AN’A SAVAŞTAN, TESLİMİYETE GİDEN YOL

KUR’AN’A SAVAŞTAN, TESLİMİYETE GİDEN YOL

Batı ile Doğu’nun karşı karşıya gelmesinin altında yatan en önemli sebep din farklılığına dayanır. Tarih boyunca Medeniyeti algılama ve hayata geçirmede Doğu’nun öncülüğünün getirdiği bir imtiyaz vardır. Batı, geri kalmışlığının ana sebebini kendi, iradi zaafında değil, din vakıasında arayarak, 11. yüzyılın sonlarında topyekûn bir imha teşebbüsüyle Doğu’ya saldırıya geçti. Tarihte buna “Haçlı Seferleri” adı verilmektedir. Bu seferlerin görünürdeki dinî veçhesinin altında siyasi acziyet ve ekonomik hırsı düşünmek gerekir. Haçlı Seferlerinin tarihini yazan, Runcıman, bu meseleye böyle yaklaşır ve şunları anlatır:

“Tarihin acımasız kanunlarına göre, her ferdin suç ve deliliklerinin faturasını bütün dünya öder. Doğu ile Batı’nın birlikte ve birbirinin içinde eriyerek medeniyetini doğuran müşterek gayretinin uzun süresi içinde Haçlı Seferleri trajik ve tahripkâr bir devreydi. Yüksek idealler, zalimlik ve mal-mülk hırsı; teşebbüs ruhu, tahammül ve acılı katlanmalar kör ve mutaassıp bir bencillikle lekelenmiştir. Ve bizatihi kutsal savaş da, Tanrı adına oynan uzun bir tahammülsüzlük sahnesinden başka bir şey değildi ki, bu da Kutsal Ruha karşı işlenen bir günahtır.”(Steven Runcıman, Haçlı Seferleri Tarihi, (Çev. Prof. Dr. Fikret Işıltan)c.3. s. 405. Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 1998)

Bu “günah”a rağmen, trajik ve tahripkâr savaş kendilerine ortaya çıkış sebeplerine dayalı olarak bir şey sağlamamıştır. Yazar bunun sebebini de sağduyusunu kullanarak şöyle açıklar:

“Hz. Muhammed, arkasında varlığı Kur’an’ı Kerim tarafından korunan devamlı bir organizasyon bırakmıştır. Peygamber tarafından Allah Kelamı olarak tedvin edilen bu dikkate değer eser, sadece yürek kabartan hikâyeler değil, aynı zaman da hayat tarzı ve bir dünya devletinin idaresi için kaide ve nizamlar ve tam bir kanunname ihtiva etmektedir.” ( age. c. 1. s. 12.)

Batılı’nın bu Haçlı çıkışı, duyguların, hatta ihtirasların aklı mahkûm ettiği bir saldırı dalgasıdır. 11. Yüzyıldan 14. Asırdaki çöküşüne kadar süren bu acılı dönemde bu organizasyonu yapan Hıristiyan din adamlarının hedeflerinde en müşahhas belge ve gerekçe olarak Kur’an vardır. Ne var ki Batılı, üç asra yaklaşan bu boğuşmaya rağmen, muvaffak olamamış ve bu defa tavrında bir yumuşama yoluna gitme gereği duymuştur. Tabii bu yumuşama kendiliğinden oluşan bir mesele değildir. Batılı kaynaklar bize, bu seferlere katılanların, aslında ruhlarını yıkayan o diriltici ışığın İslam’dan geldiğinde birleşirler. Bunu da bir başka Batılı yazar konu edinir ve önemli bir noktaya değinir:

“Papalık makamı, on üçüncü yüzyıldan itibaren faklı hükümetlerin politikalarını etkilemek, kamuoyuna yön vermek ve sapkın eğilimlerin şiddetini ve etkisini azaltmak adına kullandığı üstün konumunu, kısa ömürlü üstünlüğünü muhafaza etmek için Haçlı Seferlerinden yararlanmış ve Engizisyon’u, ekonomik baskıyı ve halk ayinlerini Haçlı Seferleri’ne katılım sağlamak için bir gözetim aracı olarak kullanmıştır.”

Böyle bir çabaya rağmen, Müslümanların kendilerine yönelik bu acımasız saldırı da bile daha sağduyulu davranışları bu defa Yazar yukarıdaki satırların hemen arkasından buna işaret eder:

“Kutsal Topraklara yapılan Haçlı Seferlerinin başarısızlıkla sonuçlanması ve Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında ilişkinin artması Hıristiyanların Müslümanları öcü gibi gösterme tavırlarında yavaş yavaş değişikliklere neden olmuştu; Müslümanla beslenmeye, onlara saygı duyulmaya başlanmıştı. Hatta Chanson’larda ve Birinci Haçlı Seferiyle ilgili vakayinamelerde Müslümanların cesaretiyle sadakatleri övülmüş, bu cesur ve sadık tavırları zaman zaman Hıristiyanların korkaklıkları ve kalleşlikleriyle karşılaştırılmıştı.” (Franco Cardini, Avrupa ve İslâm, (Çev. Gürol Koca) s.97. Literatür Yayınları, İstanbul-2004)

Böylece “İslâm, ekonomik ve kültürel olarak, zalim fatihini büyüledi ve Latin Dünyasının basit yaşamına medeniyetin nimetlerini sundu.”( Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, (Çev. Ufuk Uyan)s. 178 Yeryüzü Yayınları, İstanbul 1980)

Batılının basit hayatına bir seviye getiren büyüleyici bu cesaret ve sadakate sahip Müslümanlar, böylesine onurlandırıcı erdemlikleri nerden alıyorlardı? İşte burada devreye Kur’an girer. Buna ilk olumlu gözle bakanlardan bazılarının görüşlerini buraya alırken bir noktanın dikkate alınmasının üzerinde durmakta fayda vardır. Kur’an’a bakışları açısından, Batılıların İslâm’ı, dolayısıyla Kur’an’ı tanıyamadıkları için savunma refleksini düşmanlığa ve çatışmaya dönüştürdüklerini görürüz. Bunu, ilk dönem Kur’an tercümelerinde görmek mümkündür.

Batılıların İslâm’a ilgisinden ziyade korkuya dayanan bakışı, Kur’an’a yaklaşımlarını olumsuz yönde etkilemiştir. Bugün elde örnekleri olmasa da ilk tercüme, 9. yüzyılda Kayser III. Michael’in emri ile Niketas von Byzanz isimli ilahiyatçı, Kur’an’ı eski Yunan halk dili’ne çevirmiştir. Daha sonra, uzun yıllar Ortadoğu’da yaşayan ve dolayısıyla Arapça bilen İtalyalı Dominiken Rahibi Ricoldo da Monte Croce, 13 yüzyılın sonlarında Kur’an’ı Batı diline ilk aktaranlardan birisi olarak kabul edilir. ‘Sarezenliler’in Kanunlarına Karşı‘ adıyla yapılan bu çeviride Kur’an’ı sağlıklı bir şekilde aktarmak yerine, kendine göre çelişkiler üreterek sunmaya dayalı bir propaganda kitabıydı. “Silahlı Haçlı seferinin yanı sıra kardinal fikrî bir Haçlı seferine de önem veriyordu. Bu, Kur’an’ın onu karakterize eden çelişki ve saçmalıklarını Hıristiyanların daha iyi anlamalarını sağlayacak bir tefsirinin yapılması (tarafsız oldukları söylenemeyecek Batılı tefsirciler tarafından tabii) gerçekleşecek bir seferdi. Bu askerî çabalara verilecek en iyi psikolojik destekti onun için.” (age. s. 169.)

Öyle ki, Hatta ünlü reformcu Martin Luther bile, Ricoldo’nun Kur’an hakkında yazdığı kitabı 1542‘de Latince’den Almanca’ya çevirenler arasında yer aldı. Luther, bunu yaygınlaştırmak suretiyle Hıristiyanların Kur’an’a tavır almaları için bir araç olarak kullanmak istedi. Bundan beklenen sonuç alındı mı, görünürde evet. Halk’ta Kur’an’a karşı bir tepki oluşmasının izlerini tarih boyunca görürüz ve bunun dayandığı temel bu anlayıştır. Nitekim 1537/38 yıllarında Avrupa’nın Venedik şehrinde Kur’an’ın yine bu maksattan beslenen niyetlerle yapılan yeni bir tercümesinden söz edilir. Bu kitabın da Osmanlı İmparatorluğunun tepkisi yüzünden piyasaya çıkarılamadığı sanılmaktadır.

Kur’an’ın Arapça olarak ikinci Avrupa baskısı 1694‘de Almanya’nın Hamburg şehrinde olmuştur. 1698’de İtalya’nın Padua kentinde Arapça-Latince tercümeli bir Kur’an baskısı daha yapıldı. Bu baskının yayıncısı Katolik Rahip, ilahiyatçı ve tercüman Ludovico Marracci idi. Kur’an tercümesi diğerlerine nazaran daha itinayla hazırlanmıştı. Fakat Maracci de İslâmiyet karşıtı fikirlerini Kur’an’ın içine eklemişti. Bu nedenle bu nüsha da fazla rağbet görmedi. Maracci’nin Kur’an tercümesi ilahiyatçı David Nerreter tarafından 1703 yılında Almanca’ya çevrilmiştir. Aynı yıllarda “Kur’an evrensel olarak, Arapların en asil ve kibarı olan Kureyş lehçesinde, en güzel ve saf bir dille yazılmıştır… Kur’an’ın stili güzel ve akıcıdır ve birçok yerde özellikle de Allah’ın haşmeti ve nitelikleri tarif edildiği zamanlar yüce ve görkemlidir. O kadar başarılıdır ve dinleyicileri o kadar hayrete düşürür ki, bazı muhalifleri bunun bir büyücülük ve sihir etkisi olduğunu düşünmüşlerdir“,(Araştırma Dergisi s.18.Nisan 2003) diyen George Sale’nin tercümesinden söz edilir. Sanırım Batı’da o yıllarda, yani 18 asrın başlarında yapılan tam güvenilir olmasa da sağlıklı ve bir tercümeyi Sale yapmıştır. Bu tercümeyle Kilisenin toplumu yönlendirmedeki etkide ciddi kırılmalar görülür.

Ayrıca, Rus Çariçesi II. Katharina 1787’de St. Petersburg’da, ülkesinde yaşayan ve Türkçe konuşan Müslümanlar için, İslâm Âlimlerinin yorumlarını da içeren Kur’an nüshaları bastırmıştır. Bu nüshalar Rusya’da halen kullanılan Rusça meallerin temelini oluşturmuştur.

İslâmi Devletler dışındaki en etkin Kur’an basımı 1834’de Doğu Almanya’nın Leipzig şehri yakınlarındaki C. Tauchnitz’de basılmıştır. Editörlüğünü Gustav Flügel’in yaptığı bu çeviri de büyük ilgi görmüş ve tekrar tekrar basılmıştır.” ( Avrupa Kur’an’ı Türk İncili Diye Tanıdı, Zehra Yavuz; (WWW. Haber7. Com)

Günümüzde, Kur’an’ın Batı dillerine tercümesinin üç ayrı kanaldan geliştirerek devam ettirildiğini görürüz. Bunlardan ilki, Müslüman ülkelerin âlimleri tarafından Batı dilleri başta olmak üzere dünyanın birçok diline Kur’an tercümeleri yapılmaktadır. İkincisi, Batılı müsteşriklerin yaptıkları aslına uygunluğu tartışılsa bile ilk dönem tercümeler kadar tahribata uğramadan yapılan çevirilerdir. Bunların dışında bir üçüncü grupta, Avrupa’da, Amerika’da ve diğer ülkelerde Müslüman olan aydınların Arapça öğrenerek kendi dillerine yaptıkları tercümelerdir. Bugün bu tür çevirilerin en büyük özelliği, inanmış bir Batılı’nın yapmış olmasıdır. Onlar, kendi dillerine hakimiyetin yanında, Arapçayı da öğrenerek daha doğıru, daha tutarlı ve daha verimli aktarmalar yapabilmektedirler.

Bu üç ayrı kanalın tercümelerinin ortaya getirdiği Kur’an mesajı daha sıhhatli bir şekilde algılanmaya, yorumlanıp değerlendirilmeye başlanılmıştır. Artık, düşmanlık duygularıyla yaklaşan küçük marjinal gruplar olsa da, -mesela Amerika’da Kur’an yakma teşebbüsü gibi- ilim aleminde ve üniversitelerde Kur’an’a saygı ve sadakatin öne çıktığını görmekteyiz. Bu, tavır daha da yumuşayarak, daha da kabul görerek devam ettirilecek gibi görünmektedir. İncil’e ve onun çeşitli versiyonlarına eleştirel dikkatle yaklaşan birçok ilahiyatçı ve aydın, “semavi din” kavramının içini doldurmak için “semavi kitap” realitesini dikkate alacaksa, Kur’an’dan başka başvuracağı bir başka kaynak yoktur. Kur’an’ın şansı buradadır. Onu yaygınlaştıran ve onun kabul alanlarını genişleten de bu yönüdür. Sanırız, “Kur’an’ı kesinlikle biz indirdik, elbette onu koruyan da biz olacağız”, (Hicr; 15/9) ayetinin tecelli şekli de böyle olmaktadır.