MESNEVÎ DÎBÂCELERİ VE ONLARA A. AVNİ KONUK ŞERHİ
Mevlânâ Celâleddin önceleri gazel tarzında şiirler yazdığı biliniyor. Bunlar Dîvân-ı Kebîr’i teşkil eden lirik manzûmelerdir. Kâtibi ve halîfesi olan Hüsâmeddin Çelebi, bir ara şu ricâda bulunûr: Senâî ve Attar gibi, müridlerin irşâdı için ve mesnevî tarzında da bir şeyler yazıp söyleseniz ne iyi olur, der. Bunun üzerine Hz. Mevlânâ sarığının arasından bir kâğıt çıkarır; burada “Bişnev ez ney çün hikâyet mîküned” diye başlayan 18 beyit bulunmaktadır. Böylece Mesnevî’nin yazılma süreci başlar.
Bu sırada Mevlânâ 55, Hüsâmeddin Çelebi 37 yaşlarındadır. Tahmînen 1258’de başlayıp 1268’de biten on yıllık süre içinde, imkân ve fırsat buldukça, Hz. Mevlânâ söylemiş, Hüsâmeddin Çelebi yazmış ve altı defterlik/ciltlik Mesnevî ortaya çıkmıştır.
Mesnevî’nin her cildi tamamlandıkça Hüsâmeddin yazdıklarını Mevlânâ’ya okudu, gerekli düzeltmeler yapıldı; onları Hüsâmeddin yeniden kaleme aldı. Her bir cildin mukābelesi bitince de Mevlânâ baş tarafına birer “Dîbâce” (Önsöz) yazdırdı.[1] Bu dîbâceler manzum değil, nesir şeklinde olup; 1, 3 ve 4. cildin başındakiler Arapça; 2, 5 ve 6. cilde âit olanlar Farsça’dır.[2]
Esas konumuz bu dîbâceler ve Ahmed Avni Konuk’un (1868-1938) bunlara yaptığı şerhlerdir. I. cildin dîbâcesi “Bu Mesnevî kitabı dînin asıllarının asıllarının asıllarıdır” diye başlar. Devâmında Mesnevî ’yi Kur’ân-ı Kerim sıfatlarıyla tavsif eder. Bu durumu, Mevlânâ ve Mesnevî karşıtları alabildiğine istismar edip yanlış yorumlar yaparlar. Mevlânâ’nın Mesnevî ’yi lafzî boyutta Kur’an’la müşterek gördüğünü söylerler.
Oysa asıl olan şudur: Mesnevî , Kur’an’la aynı kaynaktan gelen mutlak mânâyı açıklar. Mevlânâ, Mesnevî ’yi Kur’ân’ın bâtınî mânâlarını keşfeden, remiz ve işâretlerini tevil ve tahkik eden bir kitap olarak tanımlar.[3]
Meyveli ağaca taş atanlar:
Dîbâce’de yer alan söz konusu ifâdeler dolayısıyla Mevlânâ’ya ağır ithamlarda bulunmak; mecaz, teşbih gibi edebî sanatlardan hiç behresi olmayan dar düşünceli veya kötü niyetli kişilerin işidir. Kendisini “Kur’ân’ın bendesi” ve “Hz. Muhammed’in yolunun tozu” gören bir kimsenin, kitabını Hak Kelâmı’yla bir tutması ve onun önüne geçirmek istemesi mantıklı bir düşünce değildir.
Meyveli ağaca taş atan çok olur. Her önemli şahsın ve düşüncenin her devirde taraftarları ve karşıtları olagelmiştir. Mesnevî ’yi seven, okuyan, istifâde eden insanlar çoğunluktadır. Ondan rahatsız olanlara düşen okumamaktır. Aleyhinde bulunup düşmanlık gösterenler vebal altında kalabilirler.
Kemalpaşazâde’nin Muhyiddin İbn Arabî hakkında bir fetvâsında özetle şöyle denir: “İbnü’l-Arabî’nin yazdıklarından bir kısmı, zâhir ehlinin anlayışına göre gizli olup, keşif ve bâtın ehlinin anlayışına göre açıktır. Şeyh’in merâmını anlayamayana bu durumda susmak düşer. Zîrâ Hak Taâlâ şöyle buyurur [4]: وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً “Hakkında bilgi sâhibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.”[5]
Aynı durum Mevlânâ ve eserleri için de geçerlidir. Büyük velîler ve onların alanını, tasavvuf inanış ve düşüncesini “gül”e benzetebiliriz. Gül bizâtihî değerlidir ve her devirde tâlipleri çoktur. Ne yazık ki, bâzıları gülün kendisi üzerinde durmak yerine, hastalıklarıyla uğraşır ve onları öne çıkarmakla meşgul olurlar.
Dîbâcelerden en uzunu birinci defterde/cildde yer alır. Bâzıları kısa ve şerhi gerektirecek muhtevâda değildir. Burada önemli gördüğümüz bölümlere âit açıklamaları sunuyoruz.
I. cildin dîbâcesi için üç ayrı çeviriyi karşılaştırdım: A. Avni Konuk, Tâhiru’l-Mevlevî ve Veled İzbudak. Üçünün de aynı asıl metni kullandığı görülür. Bu metinler, Mevlânâ Müzesi’ndeki h. 677 târihli Mesnevî metniyle uyuşmaktadır. Veled İzbudak tercümesi, yapıldığı ve ilk neşredildiği günlerin sâde dil politikası gereği biraz kekremsidir. Bursevî Mesnevî Şerhinde dîbâceye yer vermez. Âbidin Paşa sâdece tercümeyle yetinir.
I. Cildin Dîbâcesi:
Önce I. cilddeki dîbâcenin A. Avni Konuk tercümesini verip, ardından bâzı bölümlerin şerhine âit nakiller yapacağız.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah Teâlâ’nın ismiyle bu kitâbın telîfine başlarım. Bu kitâb Mesnevî‘dir; ve o, Allah’a vusûl ve yakîn sırlarının keşfinde dînin asıllarının asıllarının asıllarıdır; ve o Allah’ın en büyük fıkhı ve Allah’ın parlak yolu ve Allah’ın pek açık burhânıdır. Onun nûrunun meseli, içinde kandil bulunan mişkât gibidir. Bir parlayış parlar ki, sabahlardan daha nûrludur; ve o, gönüllerin çeşmeler ve dallar sâhibi olan cennetleridir. Onlardan bir pınar vardır ki, bu yolun yolcuları indinde “selsebîl” tesmiye olunur. Makāmât ve kerâmât sâhiplerinin indinde de makāmın hayırlısı ve mahall-i istirâhatın en güzelidir. Ebrâr ondan yerler ve içerler; ve ahrâr ondan ferahlanırlar ve mesrûr olurlar. Ve o, Mısır’ın Nîl’i gibidir ki, sabredenlere içecek su ve Fir’avn’in âline ve kâfirlere kan ve hasrettir. Nitekim Allah Teâlâ: يُضِلُّ بِهِ كَثِيراً وَيَهْدِي بِهِ كَثِيراً وَمَا يُضِلُّ بِهِ إِلاَّ الْفَاسِقِينَ ya’ni “O Kur’ân sebebiyle çokları dalâlete düşer ve çokları hidâyet bulur; ve dalâlete düşenler ancak fâsıklardır”[6] buyurdu. Ve o, sadırlara şifâ ve hüzünlere cilâdır. Ve o, Kur’ân’ın keşşâfı ve rızıkların genişliği ve tatyîb-i ahlâkdır. İyi işli kerîmler olan kâtiblerin elleriyledir. Temiz olmayanların dokunmalarını men’ ederler. Âlemlerin Rabb’i tarafından tenzîl olunmuştur. Ne önden, ne arkadan ona bâtıl gelmez; ve Allah Teâlâ onu gözetir ve onu saklar.
İmdi Allah Teâlâ saklayanların hayırlısıdır; ve o, rahmet edenlerin erhamidir.Ve onun başka lakabları vardır ki, Allah Teâlâ ona lakab verdi. Biz bu aza iktisâr ettik ve az, çoğa delâlet eder; ve bir yudum su, göle delâlet eder; ve iki avuç, büyük harmâna delâlet eder.
Allah Teâlâ’nın rahmetine muhtaç olan abd-i zaîf Muhammed İbn Muhammed ibni Hüseyin el-Belhî der ki: Allah Teâlâ ondan kabul eylesin; seyyidim ve mûtemedim ve cesedimde rûhumun mekânı ve bu günümün ve yarınımın zahîresi, İbn-i Ahî Türk denmekle ma’rûf Hüsâmül-Hak ve’d-dîn Hasan ibn Muhammed İbn-i Hasan’ın talebi üzerine, garâib ve nevâdiri ve makālâtın parlaklarını ve delâil incilerini ve zâhidlerin yolunu ve âbidlerin hadîkasını müştemil olup, mebânîsi kasîr ve maânîsi kesîr olan Mesnevî’nin manzûmunu tatvîlde ictihâd ettim. O âriflerin pîşvâsı, hidâyet ve yakîn yolunun esâsı ve halkın feryâd-resi ve gönüllerin ve akılların emîni ve halk arasında Allahın emâneti ve mahlûkātı içinde onun güzîdesi ki, onun vasiyyetleri nebîsi içindir; ve onun gizlileri onun safîsi indindedir. Arş hazînelerinin anahtarı, zemîn defînelerinin emîni, fazîletler sâhibi, vaktin Ebâ Yezîd’i ve zamânın Cüneyd’i; sıddîk oğlu sıddîk oğlu sıddîkdır. Allah ondan ve onlardan râzı olsun.
Urmeviyyul-asl olup “Emseytü kürdiyyen ve asbahtü arabiyyen” ya’ni Kürt olarak akşamladım ve arab olarak sabahladım” sözünü söyleyen şeyh-i mükerreme müntesibdir. Allah Teâlâ onun rûhunu ve ahlâfının ervâhını tahlîs eylesin. Ne güzel selef ve ne güzel halefdir! Ve onun için neseb vardır ki, güneş onun üzerine ridâsını atmıştır; ve haseb vardır ki, yıldızlar onun cânibine varlıklıklarını salmışlardır. Onların evinin önü ve etrâfı kıble-i ikbâl olmaktan zâil olmasın ki, ebnâ-yı hâkimân ona teveccüh ederler. Ve emellerin Kâ’be’si olmak dâim olsun ki, sa’y edenler ve tâlibler cemâatleri onu tavâf ederler; ve kezâlik o kapının önü, rabbânîler, rûhânîler, semâîler, arşîler ve nûrîler, sâkit görenler; gāib olan hâzırlar, eski libaslar altındaki mülûk, kabîlelerin en şereflileri, delâilin türleri ve fazâil ashabı olan basâir sâhiblerine, mahall-i i’tisâm olmak için, yıldız tulû’ ettikçe ve güneş doğdukça dâim olsun. Âmîn yâ Rabbe’l-âlemîn; ve bu reddolunmayan bir duâdır; zîrâ o duâ, esnâf-ı halkı şâmildir. Vasf-ı senâ, yektâ olan Allah’a mahsûsdur ve rahmet-i ilâhiyye Seyyid’imiz olan Hz. Muhammed ve onun âline, bilcümle ashâbı üzerine olsun.”[7]
Bu bölümle ilgili, Avni Konuk şerhinden önemli gördüğüm kısımları sadeleştirerek aktarıyorum:
Asılların Asılları:
Mesnevî Allah’a vuslat ve yakîn sırlarının keşfi yolunda dînin asıllarının asıllarının asıllarıdır. Burada üç “asıl”dan söz edilir. Bunlardan biri “şerîat”ın esaslarıdır ki zâhir âlemiyle ilgilidir. İkinci asıl “tarîkat”in esasları, üçüncüsü ise “hakîkat”in asıllarıdır.
Avni Konuk şu husûsa dikkati çeker: “Zîrâ tarîkat şerîatsiz ve hakîkat tarîkatsiz bulunmaz.” Ardından V. cildin dîbâcesinden şu mealdeki alıntıyı yapar. “Şerîat yol gösterici bir mum, yâni ışık, ilâhî nûr gibidir. Bununla berâber eline bir mum alsan, yol gidilmiş ve iş yapılmış olmaz. Yola girince senin gitmen, yürümen tarîkat demektir. Ne zaman ki ilerledin ve maksada eriştin bu da hakîkattir.” İşte Mesnevî’de hem şerâitin, hem tarîkatin hem de hakîkatin esasları gösterilmiştir.[8]
Ankarevî “Usûl-i selâseden murad a’mâl-i şer’iyye ve ahvâl-i tarîkıyye ve esrâr-ı ilâhiye ola” der ve ilâve eder: إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ “Allah katında gerçek din İslâm’dır”[9]. İslâm’ın şartı beştir. Bu beşin aslı üçtür: 1-İman, 2-İhlâs, 3- Niyet. Bu üçü olmazsa amel sahih olmaz. Bu üçünün de aslı mârifet ve hikmet ilmidir. İlim ve hikmetin menbaı Mesnevî’dir. O halde din asıllarının asılları olması câizdir.[10]
Mesnevî’yi dînin “asıllarının asıllarının asılları” olarak nitelemek, ona Kur’ân’ın üstünde bir yer vermek midir? Ne yazık ki bâzı yanlış işleyen kafa sâhipleri bu iddiayı ileri, sürerler. Oysa Mevlânâ’nın Kur’an saygısı ve kavî inancı bellidir. Onun hayâlinden dahi geçmeyecek bir düşünceyi ona mâletmek en azından insafsızlık ve peşin fikirliliktir.
Mevlânâ’da Kur’an inancı ve saygısı en ileri seviyededir. “Kur’ân’ın nûru hak ile bâtılı zerre zerre fark eder, bize gösterir” der.[11] Aslında Mesnevî’nin birinci kaynağı Kur’an’dır. Bir araştırmaya göre, Mesnevî’de yaklaşık olarak bin beş yüz kadar âyetten bahsediliyor demek mümkündür. Bu ise Kur’ân’ın dörtte biri demektir.[12]
Unutulmamalı ki Mesnevî aynı zamanda edebî bir metindir, şiirdir, bir sanat ürünüdür. Edebî sanatlarda mecazlar, teşbihler, telmihler, iktibaslar başta gelen unsurlardır.
Kur’an da edebî bir mûcizedir. Oradaki Nûr âyeti edebî ifâdenin şaheserlerindendir.[13] İslam edebîyâtında en çok başvurulan ve alıntılanan âyetlerdendir. Sanatkârlar bir şekilde bu âyetin nûr saçan zenginliğinden ve derinliğinden nafakalanmayı bir zevk bilmişlerdir
Mevlânâ da aynı yola başvurmuş ve Mesnevî için için “onun nûrunun misâli içinde kandil bulunan bir mişkât gibidir. Bir parlayış parlar ki sabahlardan daha nûrludur” der. Avni Konuk şu yorumu ekler: “Mesnevî-i Şerîf’in beyitleri ve lafızlarındaki mânâ nûru da akıl gözüne zâhir olur ve birtakım hakîkatleri ve ilâhî sırları ortaya koyar.”
Kur’ân’ın kölesi olduğunu söyleyen, Mesnevî için “mağz-ı Kuır’an” (Kur’ân’ın özü) diyen Mevlânâ’nın kitabında Kur’an’daki temsil ve tâbirleri kullanmasından daha tabiî ne olabilir. Asıl olan Kur’an’dır. Mesnevî ondan alıntılar yapmaktadır. Bu, Kur’an’la yarışmak mı demektir? Böyle düşünmek ancak garazkâr bir zihnin eseri olabilir. Kur’an’dan yapılan alıntılar, olsa olsa asıl kaynak olan İlâhî Kelâm’a verilen değeri göstermiş olur.
Mesnevî ve Kur’an:
Avni Konuk’a göre Mesnevî-i Şerîf’teki mânâlar Hz. Mevlânâ’nın kalbine Allah tarafından gönderildiğinden; o mânâları kavrayanlar, bu dünyâda iken ilâhî sıfatlar yâni ilâhî ahlâk âlemine adım atmış olurlar.
Mesnevî-i Şerîf’te mânâ pınarları, Hak yolunun yolcuları için bir “selsebîl” gibidir, tatlı ve leziz suya benzer. Mesnevî, mânevî mertebe ve kerâmet sâhiplerine göre mârifet makāmı ve en güzel istirâhat yeridir.
Bakara sûresi 26. âyette Allah’ın birtakım misaller getirdiği, mü’minlerin buna inanıp kâfirlerin ise kavrayamadığı beyan edildikten sonra şöyle buyrulur:يُضِلُّ بِهِ كَثِيراً وَيَهْدِي بِهِ كَثِيراً وَمَا يُضِلُّ بِهِ إِلاَّ الْفَاسِقِينَ “Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola iletir. Onunla ancak fâsıkları saptırır.”[14]
Bu Mesnevî-i Şerîf de Kur’an özelliği taşır. Onda da birçok hikâye ve misaller vardır. İyi gözle bakanlar ondan fayda bulurken, olumsuz bakanlar saçma görebilir.
Bu Mesnevî-i Şerîf kalplerdeki nefsânî sıfat hastalıklarının şifâsıdır ve bu hastalıkları yüzünden kalplere ârız olan gam ve keder paslarını açar ve kalpleri parlatır. Onun hakîkatlerini hazmedenlerin huyları kötü sıfatlardan arınır.
*
Dîbâce’de Mesnevî’yi medih için Kur’ân’ı öven âyetlerden alıntılar yapılır. Bu âyetler ve Mevlânâ’nın yorumları şöyledir: بِأَيْدِي سَفَرَةٍ كِرَامٍ بَرَرَةٍ “Yazıcıların ellerindedir, değerli iyi yazıcılar.”[15]
Mesnevî de Kur’ân-ı Kerim’in esrârını ihtivâ ettiğinden Levh-i Mahfuz’dan meleklerin elleriyle yazılıp Hz.Mevlânâ’nın kalbine getirilmiştir. Cismâniyet ve maddîyâta saplanıp kalmış olan insanlar Mesnevî kıssalarını ve zâhirî nazımlarını okusalar bile ince mânâlarına nüfuz edemezler.
تَنزِيلٌ مِّن رَّبِّ الْعَالَمِيَ “O, âlemlerin Rabb’inden indirilmiştir.”[16]
Mesnevî’deki mânâlar ve hakîkatler Hak Taâlâ tarafından indirilmiştir.
لَا يَأْتِيهِ الْبَاطِلُ مِن بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِهِ “Onun önünden de ardından da bâtıl gelemez.”[17]
Kur’ân-ı Kerim’in sırlarını ve hikmetlerini ihtivâ eden bu Mesnevî’nin ne önünden, yâni bu maddî âlemdeki insan şeytanlarından ve ne de arkasından, yâni gayb âlemindeki cin ve şeytanlardan bâtıl fikirler gelip onu bozamaz.
Mesnevî Cenâb-ı Hakk’ın koruması altındadır.
فَاللّهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ “Koruyucu olarak Allah en hayırlı olandır. O acıyanların en merhametlisidir.”[18]
Allah Taâlâ Yûsuf (as) gibi güzel ve latîf olan Mesnevî-i Şerîf’i saklar.
Tâhiru’l-Mevlevî aynı görüşü paylaşır, özetle şöyle der: Allah katından vahiyle gelen Kur’an-ı Kerim, O’nun koruması altındadır. Evvelinden ve sonundan bâtıl zuhûruna imkân yoktur. Mesnevî de böyledir, Rabbânî ilham eseridir. Kendisinden sapıklık zuhûruna imkân yoktur. İbtâli ve değiştirilmesi söz konusu değildir.[19]
Avni Konuk Hint Mesnevî şârihlerinden Abdurrahman Leknevi’nin şu sözünü nakleder. “Mesnevî-i Şerîf’in mânâları Kur’an’dır. Fakat lafzı namazda okunmaz.” Ve kendisi Mesnevî’nin mânâlarının vahiy yâni ilâhî ilham eseri olduğunu belirtir.
“Vahiy” sözlükte ilham, îmâ ve işâret, seslenme gibi mânâlara gelir. Kısaca ilhamla eş anlamdadır. Nitekim Kur’an’da Allah’ın arıya, göklere ve yeryüzüne vahyettiğinden söz edilir. Mevlânâ peygamber olmadığına göre Mesnevî için kullanılan vahiy kelimesi, ilâhî ilhamdan başka bir şey değildir.[20]
Bu konuda Gölpınarlı’nın yorumu özetle şöyledir: Mevlânâ ilgili âyetleri iktibas eder, fakat hiçbir zaman Mesnevî’yi Kur’an olarak sunmayı aklının ucundan bile geçirmez. O, “Aklı Mustafâ’nın önünde kuban et” ve “Canım bedende oldukça Kur’an’ın bendesiyim” diyen biridir. Onun her sözü şeriat kantarıyla tartıldıktan sonra hakîkat potasına konmuştur.[21]
Semih Ceyhan Şârih-i Mesnevî İsmâil Ankarevî’nin (ö. 1631) Mesnevî dîbâcelerine âit şerhlerini inceleme konusu yapmıştır.[22] Anakarevî’ye göre dîbâceler her bir cildin özünü ortaya koyar. Buradan hareketle S. Ceyhan her dîbâce için şu üst başlıkları uygun görür: 1. cilt: Şerîat-Tarîkat-Hakîkat; 2. cilt: Aşk[23]; 3. cilt: Mesnevî’nin kalbi[24]; 4. cilt: Mesnevî ’yi aydınlatan güneş; 5. cilt: Şerîat-Tarîkat-Hakîkat; 6. cilt: Mesnevî’nin sonu ve başlangıcı.
Mesnevî Şifâdır:
IV. cildin dîbâcesi Arapçadır. Genellikle Mesnevî’yi övücü ifâdeler taşır. Avni Konuk şerhinde bu ciltteki dîbâceye âit bâzı açıklamalar şöyledir:
IV. cilt ihlâs sâhibi olanların tam istedikleri ve sevdikleri gibi olan maârif ve hakîkatleri ihtivâ eder. Hak yolunun sâlikleri onları isterler, bu yola onun için girmişlerdir.
Bu ciltteki maârif ve hakîkatler ruhları ferahlatır, cisimler maddî hastalıklardan onlarla şifâ bulur. Bedenlerin şifâsı şöyle olur. Tefekkür rûhun gıdâsıdır, ruh latîf fikirlerle meşgul olunca ferahlar. Ruh ferahlayınca sinirler rahatlar. Sinirlerin rahatlamasıyla kan dolaşımı ve kalbin atışları düzenli olur. Böylece bedende sağlık ve şifâ tezâhür eder.
Bu IV. cildi okuyup incelemek ve mûcibiyle amel etmek mutluluk verir. Bu saâdet, sâhibinin sevincini ve Hakk’a şükrünü arttırır. Bundan uzak olanın ise teessüfü artar.
Bu cilt zayıf ümitleri yükseltir. Ferahlığı arttırır. Korkunun verdiği kabzı basta çevirir. Yâni kalpteki recâyı (ümîdi) takviye eder. Bu cilt ilk üç cildin mütâlaası ile kalp semâsında parçalanıp dağılan nefsânî sıfat bulutları arasında parlayan bir güneş gibidir. Zamânımızda bizimle sohbet eden kimseler için bir nurdur. Ayrıca bizden sonra gelecek ve bizim yolumuza girecek olan din kardeşlerimiz için bir hazînedir.[25]
Şerîat-Tarîkat-Hakîkat:
V. cildin dîbâcesi şu cümleyle başlar: “Onun beyânındadır ki, şerîat yol gösteren bir şem’ gibidir. Bununla berâber bir şem’ ele getirsen yola girmiş olmaz ve bir iş yapılmış olmaz. Vaktaki yola geldin, senin gitmen tarîkattir. Vaktâki maksada eriştin o hakîkattir. Bunun için “Eğer hakāyık zâhir olsaydı şerîatler batıl olurdu.” demişlerdir.”
Görüldüğü gibi burada “şerîat-tarîkat-hakîkat” kavramları üzerinde durulmaktadır. Avni Konuk’un bu husustaki açıklamaları şöyledir:
Her bir insan kendi aslı olan hakîkî vücuttan îtibâren bu kesâfet âlemine gelinceye kadar seferdedir ve bu maddî âlemdeki seferi hâlen bitmemiştir. Zîrâ bu seferindeki seyri uzayan biçimde değil dâire şeklindedir (müstatîl değildir, müstedîrdir ve devrîdir). Zuhur ettiği yere dönmesi gerekir. Bu dönüş için, bu karanlık tabiat âleminde yol gösteren bir aydınlığa muhtaçtır. İşte “şerîat” yol gösterici bir mum, bir ışık gibidir. Bir kimse düşünelim eline bir ışık almış, evinde oturuyor; yola, sefere çıkmadığı takdirde o ışıkla, seferiyle ilgili bir iş yapmış olmaz. Ne zaman ki bu ışığı eline alıp tabiat evinden ayrılarak yola çıkar, işte bu yola giriş “tarîkat”tir. Bu ışık ile yürüye yürüye maksûduna ve mebdeine (başlangıcına) ulaştığı vakit o “hakîkat”tir. Bir kimsenin seferi sona erip başlangıcı ve hedefi olan hakîkat nûruna ulaşınca artık onun ışığa ihtiyâcı kalmaz. İşte bunun için “Eğer hakîkat zâhir olsaydı şerîat bâtıl olurdu” demişlerdir. Bu söz şerîat ehline ağır gelir. Bu ise Kur’ân-ı Kerim’deki incelikleri anlayamamaktan kaynaklanır.
Bilindiği gibi Kur’an’da Kehf sûresinde Hz. Mûsâ ile Hızır’ın vak’ası anlatılır. Mûsâ (a.s.), zamânının şerîat sâhibi yüce bir peygamberi idi. Hızır (as) berzah hayâtı yaşayan bir mübârek zat olduğundan Mûsâ şerîati ile kayıtlı değildi. Zîrâ şerîatin hükmü bu maddî âlemde yürürlüktedir; berzah hayâtında şerîatin hükmü yoktur. Mûsâ (as) ilâhî emirle ilm-i ledün sâhibi olan Hızırla buluştuğu vakit, “Sen benim arkadaşlığıma sabredemezsin” dedi. Hz. Mûsâ’ya, şerîatin dış yüzüne uymayan üç olay gösterdi. Hz. Mûsâ hepsine îtiraz etti. Sonra Hızır مَا فَعَلْتُهُ عَنْ أَمْرِي “Bunu kendiliğimden yapmadım.” dedi.[26] İlâhî emre uyduğunu ve o hâdiselerin Hz. Mûsâ’ya gizli olan hakîkatlerini söyledi. Bundan sonra birbirlerinden ayrıldılar. Zîrâ birisi şerîat ehli öteki hakîkat ehliydi.
Hızır ilâhî emri aldığı vakit Hz. Mûsâ’nın şerîati, o vak’aların hakîkatleri muvâcehesinde bâtıl olmuş idi. Şüphesiz Hak Taâlâ, kendi emrini yerine getirme husûsunda şerîatle kayıtlı değildir. İşte hedefe ulaşan seçkin velîlerin halleri de böyledir. Onlar bâzen Hızır gibi Hak’tan aldıkları emir gereğince söz, hal ve fiil olarak şerîatin zâhirine aykırı davranırlar. Şerîat ehli onların hallerine ve makamlarına muttali olmadıklarından îtiraz ederler. Cenâb-ı Pîr efendimizin beyanları bu mânâdadır. Yoksa şerîati durdurup, namazı, orucu ve diğer farz ve vâcipleri bırakırlar mânâsında değildir.
Dîbâce metninde konuyla ilgili şu örnekler verilir: “Hâsılı odur ki ‘Şerîat’ bir üstaddan veya bir kitaptan kimyâ ilmini öğrenmek ve ‘Tarîkat’ eczâları isti’mal etmek ve bakırı kimyâya sürmek ve ‘Hakîkat’ bakırın altın olması gibidir. İmdi kimyâ bilenler biz bu ilmi biliyoruz, diye ilm-i kimyâ ile sevinirler ve ‘Hakîkat’i bulanlar ise biz hâlis altın olduk ve o kimyânın ilminden ve amelinden âzad olduk; Allah’ın âzadlılarıyız diye sevinirler. Her tâife kendi indinde olan şey sebebiyle ferahlanır. Yâhut odur ki, ‘Şerîatin’ misâli tıp ilmini öğrenmek; ve ‘Tarîkat’ ilm-i tıp mûcibiyle perhiz etmek ve ilâç içmek; ve ‘Hakîkat’ sıhhat-ı ebedî ile sıhhat bulmak ve onun her ikisinden fâriğ olmak gibidir.”[27]
Avni Konuk V. cildin dîbâcesini şu açıklamayla bitirir: Şerîat ilimdir, yâni nebî ve velîlerin haber verdiklerini bilmektir. Tarîkat bu bildiklerini işlemek; hakîkat, Allah’a kavuşmadır. Yâni kendinin hayâlî varlığını Hakk’ın gerçek varlığında yok etmektir. Bir kimse Rabbine ulaşmayı ve kavuşmayı isterse, sâlih amel işlesin. O sâlih amel de hâli, sözü ve fiiliyle Rabbinin ibâdetine ve kulluğuna hiç kimseyi ve hiçbir şeyi ortak etmemektir.
Ankarevî benzer ifâdelerde bulunur[28]. Gölpınarlı ise bir başka husûsa işâret eder: “Gerçekler meydana çıksaydı yollar (şeriatler MD) biterdi” sözüyle; yola düşmeden gerçeğe ulaşılamayacağını, yola da ancak ışıkla, yani şeriatle girilebileceğini, o vâsıtayla yol alınabileceğini anlatıyor, tarîkatin şeriatsiz olmayacağını bildiriyor. Bir kimse şeriat hükümlerini gereği gibi bilse, fakat hakîkat yoluna yürümese, yani şeriatin gāyesine uymasa, amellerini ya zorla yapar yahut riyâ ile bulandırabilir veya amelleri sebebiyle kibir ve benliğe düşer, onları dünyâ geçimine âlet edebilir. Bu çeşit ibâdetle, riyâsı yoksa belki borcu ödemiş olur, fakat o ibâdette ne huzur bulabilir ne vuslat. Mevlânâ, insan ölünce şeriatle tarîkatin kalmayacağını, fakat hakîkatin kalacağını, irâdî ölümün mevhum varlıktan kurtulma olduğunu belirtir. Ona göre şeriat bilgidir, tarîkat kulluk, hakîkatse Tanrı’ya ulaşmaktır.[29]
Mesnevî aydınlatır:
VI. cildin kısa bir dîbâcesi var. Şârihimizden şu nakillerle yetiniyoruz: Bu Mesnevî-i Şerîf Hak yolu yolcusunun kalbinden karanlıkları yok edecek olan bir projektör mesâbesinde delilleri ihtivâ eder. Fakat bu aydınlatma âleti sâdece görünen şeyleri kavrayan hayvânî duyularla yâni baş gözüyle kavranmaz ve anlaşılmaz. Hayvanlık mertebesinde kalmaya râzı olan kimseler de bu lambaya kayıtsız kalır. Bu mertebe en aşağı seviyedir. Burada kalmaya râzı olanlar aşağı âlemi yâni dünyâyı mâmur etmek için yaratılmışlardır. Onların, varlığını ve eşyânın hakîkatini kavramak gibi bir dertleri olmaz. Tıpkı Yûnus sûresi 7. âyette buyrulduğu gibi: إَنَّ الَّذِينَ لاَ يَرْجُونَ لِقَاءنَا وَرَضُواْ بِالْحَياةِ الدُّنْيَا وَاطْمَأَنُّواْ بِهَا وَالَّذِينَ هُمْ عَنْ آيَاتِنَا غَافِلُونَ “O kimseler ki bizim varlığımızı ve cemâlimizi ümid etmezler ve dünya hayâtına râzı olup onunla tatmin bulurlar. Onlar bizim bu maddî âlemdeki işâret ve âyetlerimizden gāfildirler.”[30]
(Tasavvuf dergisi 31. sayıdan [Ocak-Haziran 2013] alınmıştır.)
Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ
[1] Bk. Semih Ceyhan, “Mesnevî”, T. Diyânet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), c. 29, s. 326
[2] Bk. Mevlânâ, Mesnevî, Konya Mevlânâ Müzesi aslî nüshanın tıpkıbasımı, Kültür bakanlığı yayını, Ankara, 1993; A. Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, I-XIII, haz.Selçuk Eraydın-Mustafa Tahralı ve arkadaşları, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2009
[3] Semih Ceyhan, aynı yer, s. 328
[4] İsrâ, 17/36
[5] İbnü’l-Imad, Şezerâtü’z-Zeheb, Beyrut, Dâru’l-fikr, tsz, c. V, s. 195; Abdürrezzak Tek, “İbnü’l-Arabî’yi Müdâfaa Anmacıyla Kâleme Alınan Fetvâlar”, Tasavvuf dergisi, sayı: 23, Ankara, 2009, s. 296
[6] Bakara, 2/26
[7] . Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. I, s. 54-57
[8] Konuk, aynı yer, s. 58
[9] Âl-i Imran, 3/19
[10] İsmail Ankarevî, Şerh-i Mesnevî, C. I, s. 4, tsz.
[11] Mesnevî, c. II, beyit: 852
[12] Safi Arpaguş, Mevlânâ ve İslâm, İstanbul, 2007, s. 187.
[13] Nûr suresi, 24/35: اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ “Allah göklerin ve yerin nûrudur. Onun nûru şuna benzer: Duvarda bir oyuk, içinde bir lamba, lamba billur bir fânus içinde. Fânus ise, sanki inciden oluşan bir yıldız. Yakıtı doğuda da batıda da bulunmayan bereketli bir zeytin ağacının yağıdır. O yağ, neredeyse ateş değmeden de ışık verecektir. Nûr üstüne nûr. Allah, nûru tercih edenin o nûra ulaşmasını diler. Allah insanlara işte böyle misaller verir. Çünkü Allah her şeyi bütün yönleriyle bilendir.”
[14] A.Avni Konuk âyete şöyle anlam verir: “Çok kimseler o Kur’an sebebiyle dalâlete düşer ve çok kimseler de hidâyet bulur…
[15] Abese, 80/15-16
[16]Vakıa, 56/80
[17] Fussilet,41/42
[18] Yusuf,12/64
[19] Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, C. I, Kitap 1, s. 38, İstanbul, 1963
[20] Ahmed Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, Haz.Selçuk Eraydın- Mustafa Tahralı-, Kitabevi, İstanbul 2009 c.1, s.59-67
[21] Abdülbaki Gölpınarlı, Mesnevî Şerhi, M.E. Bakanlığı Basımevi, c. I, s. 18-19- İstanbul, 1973
[22] İsmâil Rusûhî Ankarevî, Mesnevî’nin Sırrı Dîbâce ve İlk 18 Beytin Şerhi, haz. Semih Ceyhan-Mustafa Topatan, Hayy kitap, İstanbul, 2008
[23] Semih Ceyhan 2. cildin dîbâcesinde şuna dikkati çeker: Mevlânâ dîbâcede aşk konusunda şöyle diyor: “Birisi âşıklık nedir?” diye sordu. Dedim ki: “Benim gibi olursan bilirsin!” Aşk sayıya sığmaz, ölçüye gelmez sevgidir. Bundan dolayı hakîkatte Hakk’ın sıfatıdır. Kula nispet edilmesi mecâzîdir, demişlerdir. Age, s. 34
[24] Ankarevî 3. cildin dînâcesindeki “hikmet” kavramı üzerinde genişçe durur. A. Avni Konuk bu dîbâcenin sâdece tercümesini vermiş, ayrıca şerhe gerek duymamıştır.
[25] A.A.Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, Haz. Selçuk Eraydın-M. Tahralı, Necdet Tosun, Kitabevi İstanbul 2009, c.7, s.13-16
[26] Kehf 18/82
[27] A.Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi c. IX, s. 15
[28] “Ya’nî şerîatten ve hakîkatten maksud, hakîkatü’l-hakāyıka vüsuldür. Çünkim hakāyık zâhir ola ve sâlik hakîkatü’l-hakāyıkı müşâhede kıla, ol vakitte ahkâm-ı şerâyiin vücûdu kalmaz. Belki ınde zuhûri’l-hakāyık şerâyi’ lâğv ve bî-ma’nâ olur demişler. Nitekim âhiret zuhûra geldikde anda hakāyıkın zuhûra gelmesiyle şerâyi’ bâtıl olur. Şerâyi’in hükmü ancak can bedenden hurûc eyleyinceye dekdir. Anınçün mevt gelüb hakîkat ayân oldukdan sonra bir kimse îman getürse makbûl olmaz ve kezâlik ahkâm-ı şer’iyye üzere amel kılsa yine makbûl olmaz. Zîrâ hakāyık zuhûra gelmişdir ve maksad ayân olmuşdur ve şerîatin hükmü kalkmışdır. Anınçün a’mâl-i şer’iyye ınde zuhûri’l-hakāyık makbûl olmaz. Ve hakāyıkdan murad a’yân-ı sâbitedir ve a’yân-ı sâbite suver-i işlmiyye-i ilâhiytyedir (…) Ayân-ı sâbite eğer zâhir olsaydı bu şerâyiin hükmü bâtıl olurdu demek olur. Ankarevî, Şerh-i Mesnevî, Matbaba-i Âmire, 1289, C. V, s. 3
[29] A. Gölpınarlı, Mesnevî Şerhi, C. V, s. 5-7
[30] A. Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, haz.Dilaver Gürer- Mustafa Tahralı, Kitabevi, İstanbul, 2009, c. XI, s. 12
[divide style=”2″]