MESNEVÎ HİKÂYELERİ ÜZERİNE

 MESNEVÎ HİKÂYELERİ ÜZERİNE

“hikâye değil bunlar kendi hâlimiz”

Doç. Dr. Nuri ŞİMŞEKLER

Doğu edebiyatlarında yazar ve şairlerin eserleri arasında naklettiği -özellikle hayvan-hikâyelerin temelini Beydaba’nın Sanskrit diliyle kaleme aldığı Kelile ve Dimne oluşturur. Binlerce edebi esere kaynaklık eden Kelile ve Dimne, şüphesiz İslami edebiyatla birlikte özellikle Fars ve Türk edebiyatlarındaki eserlerde de önemli bir yer edinmiştir. Bununla birlikte söz konusu eserlerde direk alıntıların yanı sıra Kelile ve Dimne’den esinlenerek yeni hikâyeler de oluşturulmuş, yazar ve şairler insanlara vermek istedikleri mesajları hayvan karakterlerini hikâyelerine malzeme edinerek vermeye çalışmışlardır.

1250’li yıllarda kaleme alınmaya başlanan Mevlâna’nın Mesnevî’si de kendinden önceki yüzlerce eserde olduğu gibi bu üslubu benimsemiş, tavşanı, aslanı, timsahı, tilkiyi, kuzgunu, bülbülü, tavusu, karıncayı… bilinen özellikleriyle insanların hâlini anlatmak için bir sebep kılmıştır.

Mesnevî, çoğunu Kelile ve Dimne’den aldığı hayvan hikâyeleriyle birlikte; Hz. İsa ve çoban, Hz. Musa ve Firavun, Hz. Süleyman ve Belkıs, Gazneli Mahmud ve sâdık hizmetçisi Ayaz, İbrahim b. Edhem ve Ebu’l Hasan-ı Harakani gibi gerçek kişilikleri hikâyelerine malzeme edinir. Ayrıca, Çinli ve Anadolulu ressamlar, sahte şeyhler, bedevi ve karısı; Türk, Rum, Arap, Hind ve Acem ırkları; sağır, kör, güzel, çirkin gibi çeşitli vasıflarıyla farklı karakterleri “Mesnevî filmi”nin içine yerleştirerek okuyucusuna öğüt vermeyi amaçlar.

Mesnevî hikâyelerindeki üslup ve karakterler

Yukarıda da belirtildiği gibi Mesnevî’deki hikâyelerin büyük bir bölümü İslâmî edebiyatlarda da gelenek olduğu üzere Kelile ve Dimne’den alınmadır. Bununla birlikte Şems-i Tebrizi’nin Makâlât’ından, üslup olarak oldukça etkilendiği Fars edebiyatının önemli simalarından Senâ’î ve Attâr’ın mesnevilerinden ve halk arasında anlatılanlardan oluşmaktadır. Mevlâna bu hikâyeleri naklederken ilgili yerlere atıfta bulunur ve “bir de benden dinle de o hikâyeler masal gibi gelmesin sana. Dış yüzünü okudun, iç yüzünü de benden dinle…” diyerek bu hikâyeleri kendi üslubuna göre yansıtır ve hikâye karakterlerindeki iyi-kötü rolleri okuyucusundaki benzer huylara benzetir.

26 bin beyite yakın Mesnevî’nin 36. beyitinde başlar Mevlâna’nın ilk hikâyesi ve devam eder son beyite kadar. Bir hikâye diğerini izler; hatta daha biri bitmeden diğer hikâyenin kahramanları girer başka bir hikâyeyle. Böylece iç içe geçmiş yüzlerce hikâye, yüzlerce kahraman, film karakterleri gibi canların gözü önünde okuyucunun.

Padişah vardır, güzel bir cariye vardır, kuyumcu yakışıklı bir genç vardır; tıp doktoru vardır, ilâhi hekim vardır. Aslında bütün bu kişilikler gerçek değildir. Bir insanın kendi içindeki iyi kötü huylardır. Nefsidir insanın, hep dünyalık mala talip olan. Gönlüdür insanın, nefse karşı aşk kılıcı ile savaşıp kişiyi ondan kurtaran. Bu arada ilahi hekim de vardır bu hikâyede. Gönül sahibi değilse insan ona yardımcı olacak, “kötü adam” nefsin bertaraf edilmesi için ona yol gösterecek. O hekim de “aşk”tır.

Hileci Yahudi bir vezir vardır. Hıristiyanların arasına girip, kendisini onlardan gösterip, bilinçli olarak onlara yolunu saptıran. Hükümdarı da yardımcı olur onun bu “kutsal hizmet”ine. Ve sonunda bu bozgunculuğu netice verir ve Hıristiyanları düşürür birbirine. Aslında gerçek anlamda ne o vezir vezirdir, ne o hükümdar hükümdar. Bir insanın içine sızıp onu dünya nimetleriyle kandırmaya çalışan “maddiyat avcısı”dır. Bir insanın gönlüne sızıp onu yanlış yönlendiren ve hattâ hiç düşünmezken, o kişiye “liderlik, şeyhlik” mücadelesi başlatıp diğer insanlarla bir kavgaya düşüren “nefis”tir.

Ayı da vardır bu hikâyelerde insanın dost edindiği. Ancak bu “dost” olmadık yerde iyilik yapma yerine dostunun ölümüne sebep olur. Cahil arkadaştır o ayı, gerçek ayı değil.

Tavus da vardır, insanın gösterişe düşkünlüğünü temsil eden; kaz da vardır içimizdeki hırsa dikkat çeken.

Aslan da vardır o hikâyelerde “lider” sıfatıyla âdil olması gerektiği halde adaleti terk eden. Bunun karşısında “eşkıya”yı temsil eden kurt da vardır. Ama bu senaryoda “hile” yapmaya çalışan tilki de vardır ki, onun sonu da adaletsizliği “adalet” olarak gördüğünden dolayı canını kaybetmesidir. Aslan, kurt, tilki; kimdir bunlar? Bir ülkedeki âdil olmayan yöneticilerdir, hep şiddete ve yıkmaya yönelik çalışmalar yapan muhaliflerdir, âdil olmayan yöneticiye “yağdanlık” yapan menfaatçilerdir.

Sadece hayvan hikâyeleri mi vardır Mesnevî’de, tabi ki hayır…

Güzel sesli bir müezzin de vardır bu hikâyelerde. Güzel sesiyle etkilediği Hıristiyan bir kızı İslamiyet’e ısındıran. Ancak, çirkin sesli müezzin de var bu senaryoda. Çirkin sesiyle okuduğu ezan sebebiyle Müslüman olması “an” meselesi olan o kızı bu yoldan alıkoyan. Hikâyedir bunlar, ancak bir sebeptir, bir vesiledir, kendini duyup anlayana. Aslında İslamiyet’i güzel temsil edendir o güzel müezzin, diğeri de Kur’ân-ı Kerim’i ezbere bilse de  “…sevdiriniz nefret ettirmeyiniz” hadis-i şerifinden gâfil olan din adamıdır.

Bitmez Mesnevî hikâyeleri;

Bazen tencereden kaçmak isteyen bir “nohut” misaliyle pişip olgunlaşmak için dertle yanıp kavrulmayı ve sabrı öğütler;

Bazen birbirlerinden ayrılmaları sebebiyle oltaya tutulan balıklar aracılığıyla bize birlik ve beraberliğin önemini hatırlatır;

Bazen namaz için camiye giren, ancak konuşmaları neticesi birbirlerinin namazının bozulmasına sebep olan dört Hintli Müslüman’ın diliyle bizlere başkalarının kusurunu ararken kendimizin de kusur işlediğini hatırlatır;

Bazen başına kocaman bir sarık sararak kendini gerçek şeyh gibi göstermeye çalışan bir fakihin haliyle bize ilmin sarıkta değil, beyinde, gönülde olduğunun mesajını verir;

Bazen hırsından dolayı olayları âşikâr göremeyen bir kadının şehvet peşinde hayatını kaybetmesi örneğiyle bizlere hırs ve şehvetin insanı kör ettiği, nefsinin emrine giren kişinin bir gün gelip helâk olacağı ikazında bulunur;

Bazen de bir farenin deveye kılavuzluğa yeltenmesi sebebiyle yarı yolda nasıl kalakaldığı hikâyesini anlatarak kendimizi ölçüp tartarak boyumuzdan büyük işlere kalkışmamamızı, eğer böyle olursa mutlaka bir gün mahcup olacağımızı hatırlatır.

Hikâye değil bunlar kendi hâlimiz…

Hikâyedir bunlar zâhirde; ama Mevlâna’nın deyimiyle içindeki anlam “kendi hâlimiz”dir, insanoğlunun hâlidir. Terazi kefesi gibidir bu hikâyeler, manası da içindeki dane. Bunları hikâye gibi okuyan ve içindeki gerçek manasını kavrayamayan ise, ancak kefeye bakar içindeki daneden istifade edemez.

Evet; Mesnevî hikâyelerle doludur, ancak Mevlâna’nın da dediği gibi o hikâyede kendini görüp anlayan ve eksiğini gidermeye çalışan kişi de “er kişi”dir. Bunları hikâye gibi okuyan ancak masal dinlemiş olur. İçindeki gerçeğe ulaşıp bu hikâyeleri içselleştirip hayatına uygulayan kişi de manevi gıdaya kavuşmuş olur.

“Mesnevî’deki sözlerden maksadım senin sırrındır; onu şiir halinde söylemekteki muradım senin sesindir.

Mesnevî, masal diyene masaldır; fakat bu kitapta halini gören, bu kitapla kendini anlayan kişi de er kişidir.

Biz neye bu derecede söze daldık? Hikâye söyleyelim derken hikâye olduk gittik!

İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikâye değil. Halimi anlatıyorum ben, Sevgili’nin huzurundayım ben!

(Mesnevî, IV, 758, 32; III, 1147, 1149)

Doç. Dr. Nuri ŞİMŞEKLER

Selçuk Ün. Mevlâna Araştırmaları Enstitüsü Müdürü

n.simsekler@selcuk.edu.tr