MESNEVÎ VE KISA HİKÂYECİLİK – Gönül AYAN

MESNEVÎ VE KISA HİKÂYECİLİK

Doç. Dr. Gönül AYAN

Bugün modern edebiyatta “Kısa Hikâyecilik” adı verilen ve günümüzde de çok tutulan İslâmi Edebiyatta ortaya çıktığına, gelişip genişledigine dikkatleri çekmek isterim.
Allâh kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’de, kısa hikâye diye adlandırabileceğimiz kıssalar, önemli bir yer tutmaktadır. Arastırıcıların tesbitine göre; bu, kitâbın yani Kur’ân-ı Kerîm’in dörtte üçünü kapsamaktadır. Cenâbı Hak, Hz. Muhammed (Salla’llâhu aleyhi ve sellem) vasıtasıyla, insanları Hak Dine dâvet ederken, bu kıssalarla bir örnekleme yaparak, onların gözü önüne iyiyi ve kötüyü koymakta ve doğru yolu, hakyolunu göstermektedir. Kısa hikâye denebilecek bu kıssalar, bâzan tümüyle, bâzan parça parça, bâzan da bir kelime veya cümle ile anlatılmakta; geçmişte vukûbulan hâdiselere telmihlerde bulunarak, bunlardan ibret alınması istenmektedir. Meselâ: Kur’ân-ı Kerîm”de,
Sabrın ve tahammülün sembolü olan Eyûb Peygamberin ve Vefa örneği olan hanımının hikâyesi, Kur’ân-ı Kerîm”de dört yerde; İslâmi edebiyatta özellikle İslâmi Türk Edebiyatında sayıları otuzu aşan Yûsuf-Zeliha (Züleyha) adlı büyük mesnevilerin yazılmasına kaynaklık eden “kıssa” yani “kıssaların en güzeli” olarak vasıflandırılan (Ahsenü’l kasas). Çeşitli sûrelerin içine serpiştirilerek onbeş yerde yine İslâmi Türk Edebiyatında, sayıları altı’yı bulan İskender-nâmelerin yazılmasına kaynaklık eden ve onlara ilhâm kaynağı olan Zülkarneyn kıssası, iki yerde anlatılmaktadır.
İşte, Kur’ân-ı Kerîm’de bir ifade vasıtası ve üslûp özelliği diyebileceğimiz kısa hikâyecilik bütün İslâm müellifleri ve eserleri üzerinde etkili olmuştur. Kur”ân-ı Kerîm”deki bu muhteşem tekniği, ne yazık ki Arap Edebiyatçıları kavrayamamışlardır. Halbuki bu sanat hazinesi ve potansiyeli gündüz ve gece Kur”ân okuyan bütün Müslüman Arapların kendi kitaplarında mevcût idi. Arap Edebiyatı bu büyük kaynaktan layıkıyla faydalanmamış, malzeme ve konu bakımından da Batı’nın etkisi altına girmiştir. Eğer fikir ve izlenim bakımından Arap Edebiyatı bu köklü kaynak olan Kur”ân-ı Kerîm”den faydalanmış olsaydı, hayatın ve kâinâtın güzelliğiyle uyuşan ve onunla yarışan güzellik ve mükemmellikte güzel ve üstün eserler vücûda getirecekti.
Arapların edebî ilhâmlarını Kur’ân’dan almaya yönelmemiş olmaları İslâmi edebiyat için bir kayıptır. Arap Edebiyatı, gözünü açıp bu kutsal kitabın ihtiva ettiği büyük kaynağa baksaydı, hikâye sanatında, dünya edebiyatının önde gelen pek çok seçkin şâheserlerini meydana getirebilirdi.
İran Edebiyatının büyük şâirlerinden biri olup, Farsça tasavvufi mesnevî tarzının kurucusu ve Attâr ile Mevlânâ”nın mübeşşiri olan Hakim SENÂYİ (1072-1131); hayatı menkıbeleşmiş ve Mevlânâ’dakı feyzi ilk keşfeden, Mahtiku’t-tayr ve Esrâr-name gibi eserleriyle Türk Edebiyatında müessir olan ATTÂR (1119-1193); İran’ın büyük şâir ve edîbi, Mevlânâ’nın çağdaşı olup Gülistan ve Bustân adlı eserleriyle sadece Doğu’da değil, Batı’da da etkili olan SA’DÎ-İ Şirâzî (1213-1292) Kur”ân-ı Kerîm”de ki bu muazzam üslubu ve tekniği bir ölçüde kavramış ve benimsemiş sanatçılardır. Onların İslâmi Edebiyatta şöhret sağlamalarını ve bir ekol meydana getirmelerini buna bağlamak gerekir. Bu, İslâmi Türk edebiyatı ve temsilcileri üzerinde etkili olan müellifler duygularını, düşüncelerini bazan bir beyitte bazan seksen veya daha fazla uzunlukta hikâye, makale adını verdikleri kısa hikâyelerle anlatma yolunu tutmuşlar ve bu şekilde ciltlerce eserler vücuda getirmişlerdir. Bu eserler incelendiğinde Kur”ân-ı Kerîm’in üslubunun ve tekniğinin etkisi gözlenmektedir.
Asıl konumuz olan Mevlânâ Hazretleri ve Mesnevî’sindeki kısa hikâyelere gelince; daha önce Hakîm Senâyi ve Attâr’ın yazdıklarının bu yolda birer deneme mahiyetinde bulunduğu ve bu tarzda asıl başarıyı Mevlânâ Hazretlerinin gösterdiği anlaşılmaktadır. Mesnevî’nin âlem-şümûl oluşunu da bu teknik ve üsluba bağlamak gerekir. Mevlânâ Hazretlerinin altı ciltlik Mesnevî’sinin tamamı, kısa hikâyelerden meydana gelmiştir. Bütün arastırıcılar da bu eserin “Kur”ân-ı Kerîm’in bir tefsiri mâhiyetinde” olduğunu söylemektedirler.
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi, Kur”ân-ı Kerîm”deki meseleleri ve derin mânaları, birer canlı, kısa hikâye halinde gözler önüne sermekte, insanlara bu meseleleri örneklerle anlatmakta ve yaşatmaktadır. Bunu yaparken de, Kur”ân-ı Kerîm”deki anlatım yolu ve tekniği olan “kısa hikâyeciliği” benimsemiştir. Çünkü Mevlânâ Hazretlerinin, Kur”ân-ı Kerîm”den ve bu vahyin sunucusu Hz. Muhammed (S.A.S)’den başka örnek alacağı kimse yoktur.
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi, bir meseleyi ortaya koyarken, önce şahıs kadrolarını kurup, problemi sergiliyor. Bu problemin yaptığı çağrışımları sıralıyor; bazan bu çağrısımlar birkaç beyti aşıyor… Okuyucunun belki ilgisi dağılıyor diye düşünebilirsiniz, yanılırsınız! Zira öyle can alıcı, etkileyici bir olay ortaya konmuştur ki neticesini mutlaka merak edersiniz. O çağrısımları ilk anda anlamayabilirsiniz. Olayın seyrini, hikâyeci, bir an durdurmuştur. O cağrışımların herbirinin bir başka kısa hikâye olduğunu düşünürseniz, mesele daha kolay hallolacaktır. O zaman esas olayla ilgi kurulacak ve sizin serüveni takibiniz zevkli bir hâl alacaktır. Çünkü olayın akışını yakalamışsınızdır. Olay gelişmektedir. Zaman zaman yine çağrışımlar yapılmakta, bazan “mev’iza” (nasîhat) beyitleri de sıralanmaktadır. Yine hikâyedeki tablo, Kur”ân-ı Kerîm”deki kıssalarda olduğu gibi, aralanmıştır. Yine çagrışımlarla ahlâki düstûrlar sıralanır. Ama bunlar, basit, kuru mev’izalar değildir. Herbiri bir hayat felsefesi, dünya görüşü mesâbesindedir. Esas olayın devamına geçildiğinde, belki dikkatler, yine dağılmış olabilir. Ve hikâye beklenmedik bir biçimde sona erer. Mevlânâ, ortaya çıkan durumu, hem şeriat ahlâkı yönünden, hem tasavvuf yönünden değerlendirmeye çalışır.
Mesnevî okuyucuları, Mesnevî’nin ilk hikayesini okuyup devam ettirmede belki güçlük çekerler. Ama Kur”ân-ı Kerîm tefsirlerinden birini okuyup Kur”ân-ı Kerîm”in üslûbuna âşinâ olanlar, bu zorluğu da çekmezler. Daha sonra ki hikâyeler, düğüm çözülür gibi, okuyucusunun önünde açılır.
Pekçok arastırıcının belirttiği üzere, Mesnevî’deki bu hikâyeler birer zarf durumundadırlar. Zarf, görünüşte olan şeydir. Önemli olan zarfın içindeki “öz” dür. Yani mazrûftur.
Mevlânâ”nın Mesnevî’sindeki ilk hikâye: Bir Padişah ve Câriye’nin “aşk”ını konu edinen hikâyedir. Mevlânâ, hikayenin başlangıcında, okuyucunun dikkatini çekmek ister ve “Ey dostlar, gerçekte, bizim hâlimizi yansıtan bu hikayeyi dinleyin!” der. Olayı kısaca ortaya koyar: Padişah, bir câriyeye aşık olmuş, onu satın alıp bir süre onunla mutlu olmuş. Fakat câriye hastalanmış. Zamanın tabipleri, onun derdine bir deva bulamamışlar. Padişah, bunun üzerine Cenab-ı Hak’tan yardım dilemek için mescide koşmuş! Samimi bir şekilde dua ederken, uykuya dalıvermiş. Rûyasında gördüğü ihtiyar, O’na, dualarının kabul edildiğini ve kendisine bir mütehassıs, hâzık bir hekim gönderileceği müjdesini vermiş. Ertesi gün hâzık bir tabib gelerek, câriyenin Semerkand’lı bir küyumcuya aşık olduğunu öğrenmiş. Padişaha bazı tavsiyelerde bulunmuş. Padişah da bu tavsiyelere göre hareket ederek, kuyumcuyu altın ve gümüşle aldatıp evinden ve ailesinden ayırarak, kendi memleketine getirip kuyumcubaşı yapmış. Yine tavsiye üzerine, kuyumcubaşı ile câriyeyi kavuşturup, bu arada yavaş yavaş kuyumcubaşını zehirletmiş. Kuyumcubaşının maddi güzelliği kaybolmuş, câriyenin “aşkı” da tükenmiş. Hikâye, şöhrete aldanan kuyumcunun ölümüyle son bulmuştur.
Bu hikâyenin başında, Mevlânâ Hazretleri, birer beyitlik iki kısa hikâye daha sıralar:
1.Hikâye;
Bir kişi, eşek sâhibi olmak ister (Her halde, çalışıp çabalar arzusuna nâil olur). Fakat eşek, palansızdır. Palanı da olsun ister. (yine her halde çalışır, çabalar, palanı da olur). Fakat eşeği, kurt kapar. İkisi bir arada olamamıştır. Palansız eşek, birşeye yaramadığı gibi, eşeksiz palan da hiçbir şeye yaramamıştır.
2.Hikâye;
Bir kişi, desti sahibidir. Ama destide su yoktur. Su bulunca desti kırılır. Susuz desti birşeye yaramadığı gibi, destisiz su da hiçbir şey değildir.
Bu iki kısa hikâyede de anlatılan, konu edilen, birbirinin varlığına muhtaç olan iki kavramdır. Bu iki kavram, “câriye elde etmek isteyen padişah, câriyeyi elde ediyor. Ama câriyenin sıhhati kayboluyor” kavramına örnek gösteriliyor. Hikâyenin devamında da aynı kavram sözkonusu edilmektedir. Kuyumcubaşına âşık olan câriye, güzelliği kaybolunca mâşukundan soğuyor ve aşkı sona eriyor.
Mevlânâ Hazretleri, burada beşeri yönden bedbin bir görüşü sergiliyor. Bu da “dünyada dörtbaşı mâmur mutluluğun olmadığıdır.” O halde ebedi mutluluk nerededir? sorusu ortaya çıkıyor. Hikâyenin devamında biz bunu buluyoruz. İlahi üslûbu ve tekniği kavramış bulunan Mevlânâ, bu arada, câriyeyi tedavide aciz kalan tabiplerin âcizliğinin sebebini de açıklar. Buna göre:
Hastalığa çâre bulacaklarını vâdederken ‘ugûr’a kapılmaları, ‘İnşâallah’ dememeleridir.” Yine bu tabipler, hâzık tabîp de değillerdir!
Pekçok araştırıcı, bu, Padişah ve Cariye ile, rûh ve nefsin temsil edildiği görüşündedirler. Rûh ve nefis mücadelesi olarak, esas hikâyeyi değerlendirirsek, “Fâniye olan aşk, ebedi değildir. Zirâ insan bu düzenin hükmüne müsait değildir. Dâima diri ve bâki olana âşık ol“malıdır.
Mevlânâ Hazretleri, kuyumcubaşının zehirlenerek öldürülmesini, Dinler tarihinden, İslâm tarihinden ve ilahî hikmetten örnekler vererek, zengin çağrışımlarla açıklamasını yapmaya çalışır. Bunların herbiri, olayların tablo halinde sergilendigi kısa hikâyeler’dir. Bu kısa hikâyeler arasında, görünüşte bir birlik yoktur. Ama temelde, esasta hepsi aynı gayeye müteveccih muhteva taşımaktadırlar.
BİBLİYOGRAFYA
 
Abidin Paşa, Terceme ve Şerh-i Mesnevî-i Şerîf, İstanbul, Mahmud Bey Matbaası, 1324, 1.c.
Çelebioğlu Âmil, Mesnevî-i Şerîf, İstanbul, Nurettin Uycan Matbaası, 1967, 1.c.
Doğan Candemir, Muhammed Abdülhalim Abdullah”da Kısa Hikâyecilik, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü- Yüksek Lisans Tezi- 1991
Pekolcay Neclâ, Mevlânâ”nın Genişleyen Tesir Gücü, İslâmî Edebiyat Dergisi, İstanbul, 3. Devre, Sayı:2. 1990
Muhammed Kutub, İslâm Düşüncesinde San”at, İst. Fikir Yay. 1979
Seyyid Kutub, Kur”an”da Edebi Tasvir, İst., Yıldızlar Matb. 1991.
Kaplan Mehmet, Hikâye Tahlilleri, İst., Dergâh Yay., 1979
Kur”ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlamı, (İsmail H. İZMİRLİ), İst. Çeltüt Matb., 1977.