MESNEVÎ’DE ADÂLET VE ZULÜM KAVRAMLARI
Prof. Dr. Ahmet SEVGİ
Bizim kültürümüzde insanın mevkii çok yücedir. Her şey insan için yaratılmıştır. O, eşref-i mahlûkâttır. Kâinatın gözbebeğidir. Yeryüzünde Allah’ın halîfesidir. Mevlânâ: “İnsan, değer bakımından “arş”tan da üstündür; insan düşünceye sığmayacak kadar yücedir.”i der. Mesnevî’de ifade edildiğine göre: “İnsan cevherdir, gökyüzü ise ona arazdır; her şey, parça-buçuktur, basamaktır; maksatsa insandır.”ii
Bu kadar büyük meziyetlerle donatılan insanoğlunun sorumluluğu da ağır olacaktır şüphesiz. Nitekim göklerin, yerin ve dağların taşımaktan korkup kaçındığı “emanet”i insan yüklenmiştir. Peki nedir bu emanet diyeceksiniz? Bu emanet başta “âdil olmak”tır. Zulümden kaçınmaktır. İyiyi kötüden ayırabilmektir. Ve nihayet bu emânet sorumluluk duygusu taşımaktır.
Sözlükler “adâlet”i; “doğrudan ayrılmama, hakka riâyet etme” şeklinde karşılar. “Âdâlet”in zıddı olan “zulüm” ise; haksızlık, eziyet, işin gereğini yapmama demektir. Bu konuda Mevlânâ şöyle der: “Adâlet nedir? Ağaçları sulamak. Zulüm nedir? Dikene su vermek. Adâlet, bir nimeti yerine koymaktır; su emen her kökü sulamak değil. Zulüm nedir? Bir şeyi konmaması gereken yere koymak; buysa, belâya kaynak olur ancak.”iii
Nasreddin Hoca’nın hikâyesinde geçtiği üzere, köpeği bağlayıp taşları salıvermek adâlettir. Çünkü olması gereken budur. Ama taşları bağlar da köpeği salıverirseniz haksızlık yapmış olursunuz…
Belli başlı şark klâsiklerinde “adâlet” ve “zulüm” kavramları üzerinde ısrarla durulmuş olduğu görülür. Zira, adâlet sosyal hayatın ruhudur. Adâletin olmadığı yerde zulüm vardır, haksızlık vardır. Zulümle, haksızlıkla payidar olmaksa mümkün değildir. Nâmık Kemâl’in ifadesiyle: “Milletin fertleri arasında adâlet olmazsa devletin payesi arşa çıkmış olsa bile bir gün muhakkak yerin dibine geçer.”
Ferîdüddîn-i Attâr’ın “Pendnâme”sinde şu ifâdelerle karşılaşıyoruz: Padişahlara adâlet ve kerem yaraşır, tâ ki âleme bu nimetlerle sevinç ve ferahlık getirsinler. Padişah bir kere zulüm ahengi tutturdu mu ona ne ordunun ne de hazînenin bir faydası olur. Ama adâletli ve güleç yüzlü olursa memlekette temel tutar.”iv
Bu konuda Şeyh Sâdî’nin “Gülistan”ında şöyle bir hikâye anlatılır:
“Zâlim bir Acem pâdişâhı vardır. İnsanlar padişahın zulmüne dayanamayarak bir bir ülkelerini terk etmişler. Bir gün adı geçen padişahın meclisinde “Şehnâme”den “Dahhâk’ın tahttan indirilmesi ve yerine Firîdûn’un geçmesi” hikâyesi okunurken vezir, padişaha sorar:
Feridun’un hazînesi, malı mülkü, kölesi, kulları, uşakları yok iken nasıl oldu da padişah oldu?”
Padişah cevap verir: “İşitmişsindir birtakım halk ona hararetle taraftar oldular, başına toplandılar, onu kuvvetlendirdiler. Böylece padişah oldu.”
Peki, der vezir: “Madem ki halkın toplanması padişahlığa sebep oluyormuş, o halde sen niçin halkı dağıtıyor, perişan ediyorsun, yoksa sen padişah olmak istemiyor musun?”
Bunun üzerine Padişah: “Dağılan asker ve ahâlinin toplanması için ne yapmak lazımdır?” diye sorar.
Vezir şöyle cevap verir: “Pâdişah âdil olmalıdır tâ ki halk onun etrafında toplansın. Merhametli olmalıdır ki herkes onun sayesinde emin ve müsterih olarak yaşasın. Sende bu sıfatların ikisi de yok”
Vezirin gerçekleri yüzüne karşı söylemesi padişahın hoşuna gitmez. Ve hemen onu cezalandırır. Fakat kısa süre sonra kendisi de tasını tarağını toplayarak ülkeyi terk etmek zorunda kalır.v
Bu kıssadan çıkarılacak hisse şudur: Cumhurbaşkanından köy muhtarına kadar bütün idareciler idare ettikleri insanlara karşı âdil davranmak zorundadırlar. Aksi halde gün gelir en yakın dostları bile onların aleyhine döner, hatta onların amansız bir düşmanı olur.
Toplum hayatında huzur ve emniyetin sağlanabilmesi için öncelikle vicdanlara adâlet duygusunun kazınması gerekir. Polisle, askerle, bekçi ile asayişi sağlamaya çalışmak bir bakıma dökme su ile değirmen döndürmeye benzer. Bakınız Mevlânâ ne diyor bu konuda:
“Padişah, geceleyin sedirde uyuyordu; bekçiler damda bekliyorlardı.
Ama padişah, bekçilerin hırsızları, kötü kişileri uzaklaştırmaya mukayyet olmalarını da istemiyordu.
Çünkü o, kendisinin adâlet sahibi olduğunu biliyordu; o yüzden gönlü rahattı; bir şey olmayacağından, kendisine bir kötülük gelmeyeceğinden emindi.
İstekleri, dilekleri koruyan adâlettir; geceleri damlarda sopalarını vuran bekçiler değil.” vi
Hz. Peygamberin: “Bir an adâlette bulunmak altmış yıl ibâdetten hayırlıdır” sözünü sanırım hepiniz duymuşsunuzdur. Mevlânâ bakınız bu hadisle ilgili neler söylüyor:
“Ey peygamberlik mirasına konanlar, şu müjdeyle dopdolu buyruğu taç, taht sahiplerine ulaştırın; bu lütuf adını sanını padişahların yedinci kat gökte bulunan sayvanlarına kazıyın; bu inciyi pâdişâhların kapılarına götürün; şu latif sözü adâlet sahiplerine okuyun; bu şaşılacak sırrı onlara duyurun; bu eşsiz nükteyi onlara anlatın. Deyin ki: A taca, tahta a devlet, baht memleketlerine sahip olanlar, merhamet ağacını gönüllerinize dikin, adâlet suyuyla sulayın, yeşertin o ağacı; zulüm sarmaşığını koparıp atın ondan. Böyle yapın da hükmünüz dosdoğru yürüsün. Çünkü adâlet, pek yüce bir şeydir, pek değerli bir incidir. Adâlet nedir? Hüküm yürütmenin gözcüsü; memleketin düzgünlüğü, devletin koruyucusu; ülkenin bekçisi; baht gelinin bezeyicisi; tahtın zîneti; kutluluk kimyası; ululuk sermayesi; eminliğin fetih buyruğu. İşte adâlet denen zat buracıkta yanı başındadır.
İbâdet kuşunu herkes tutar ama adâlet doğanını buyruk sahiplerinden başkaları tutamaz. İbâdet ceylanını her zahit tutar ama adâlet arşlarımı buyruk sahibi olanlardan başkaları avlayamaz. Adâlet aslanı, öyle her padişaha, her buyruk sahibine de râm olmaz. Adâlet aslanını bilgiden başka bir lokmayla avlamaya, yumuşaklık kemendinden başka bir kementle bağlamaya, ihsan tuzağından başka bir tuzakla elde etmeye imkân yoktur.” vii
Bizim inancımıza göre iyilik de kötülük de adâlet de zulüm de karşılıksız kalmaz. İyilik yapan mükâfatını görecek, kötülük yapan da cezasını çekecektir. Belki bu dünyada, belki de öbür dünyada. Hz. Mevlânâ, zâlimlerin yaptıkları haksızlıklardan dolayı karşılaşacakları akıbeti şöyle dile getirir:
“Bir mazluma karşı elinden bir zulüm çıktı mı o zulüm bir ağaç olur, o ağaçtan zakkum biter.
Kızgınlıkla gönüllere ateş saldın mı cehennem ateşinin aslı oldun gitti.
Ateşin burada nasıl adamları yakarsa ondan meydana gelen eser de orada seni yakar.
O yılana, akrebe benzeyen sözlerin yılan ve akrep olur da seni kuyruğundan yakalar.”viii
“Zâlimlerin zulmü karanlık bir kuyudur; bütün âlimler böyle dediler:
Daha ziyâde zâlim olanın kuyusu, daha korkunçtur. İlâhi adâlet “daha kötüye, daha kötü ceza verilir” buyurmuştur.
Ey zulümle bir kuyu kazan! Sen kendin için kazıyorsun, bari boyunca kaz.ix
Yazımın başında insanın yüce bir yaratık olduğuna işaret etmiştim. Evet, insan yüce bir yaratıktır. Ama bir şartla, vicdanı teşekkül etmiş olmak şartıyla. Vicdanı teşekkül etmemiş kişilere bence “insan” demek doğru olmaz. Büyük bir zulüm, tahammülü imkansız bir haksızlık veya hunharca işlenen bir cinayet karşısında gayrı ihtiyarî “vicdansızlar!” deyişimiz tesâdüfî değildir.
Kanaatimizce insan hayatına yön veren en büyük âmil “vicdan” dır. Hak ve adâlet duygusu vicdanlara kazınmadıkça zulüm ve haksızlıkları önlemek mümkün olmayacaktır.
Şunu da hemen belirtelim ki ferdî vicdanın teşekkülü, içtimaî vicdanın mevcudiyetine bağlıdır. Yani toplumda hak, adâlet, iyilik, güzellik, dürüstlük vs. gibi cemiyetin dinamizmini sağlayan ahlâkî değerler erozyona uğramışsa orada ferdî vicdanın gelişmesinden söz etmek abes olur. Dolayısıyla, kişiyi toplumla bütünleştirecek olan millî ve dînî bağları daima canlı tutmak gerekir. Bunun yolu da Mevlânâ gibi, Yunus Emre gibi hak ve adâleti ön planda tutan fikir dünyamızın yıldızlarına sahip çıkmak ve onların evrensel düşüncelerini topluma mâletmeye çalışmaktan geçer. Yoksa kuru bir Mevlânâ yahut Yunus hayranlığı bizi bir yere götürmez.
Hulâsa; Mevlânâ’nın işaret ettiği üzere, “adâlet” de “zulüm” de birer tohumdur. Vakti saati gelince muhakkak yeşerecektir. Binâenaleyh, iyiler sevinsin, kötüler de korksun. Çünkü gül diken gül derecek, rüzgar eken de fırtına biçecektir…
Mevlâna Panellerinde Sunulan Bildiriler -I, S. Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi Yay., Konya, 2000, s. 93-96
iDİPNOTLAR
Abdülbâki Gölpınarlı: Mesnevi ve Şerhi, c. VI, İst., 1985, s. 164.
ii A.g.e., c. V, s. 539.
iii A.g.e., c. V, s. 193.
iv Ferîdüddîn-i Attâr: Pendnâme (Çeviren: M. Nuri Gençosman) Ankara, 1963, s. 9.
v Bkz. Şeyh Sâdî-i Şirâzî: Bostan ve Gülistan (Tercüme: Kilisli Rifat) İst., 1968, s. 334-336.
vi A. Gölpınarlı: A.g.e., c. IV, s. 115.
vii Abdülbâkî Gölpınarlı: Fîhi Mâ-fîh ve Mecâlis-i Seb’a’dan Seçmeler, Ankara, 1985, s. 153-154.
viii Veled İzbudak: Mesnevî, c. III, İst., 1988, s. 283.
ix A.g.e., c. I, s. 105.