“ MESNEVÎ’DE AKIL – AŞK KARŞILAŞTIRMASI”
Prof.Dr. Mehmet DEMİRCİ
Bundan evvelki Mevlânâ Kongrelerinde, Hz. Mevlânâ’nın akıl anlayışı hakkında tebliğler sunulmuş ve bunlar yayınlanmıştır.[1] Özet olarak söylersek, hemen bütün mutasavvıflar gibi, Hz. Mevlânâ’nın da akla pek itibar etmediği görülür. Fakat onun bu konudaki itirazları akla karşı olmaktan çok, aklı yegâne bilgi vasıtası olarak kabul edenlere karşıdır, denebilir. Mevlânâ’ya göre, cüz’î akıl denen insan aklı hudutlu bir kuvvet olmakla beraber, adeta bir usturlap gibidir. Gündelik hayatımızda onsuz hareket edemeyiz. Eksikliğine rağmen, akıl yine de bir ölçü ve rehberdir, ışıklı kandiller gibi yolumuzu aydınlatır.
Bizim buradaki amacımız, akıl ve aşk mukayesesi söz konusu olunca Mevlânâ’nın ne düşündüğünü ortaya koymaya çalışmaktır. Bunu yaparken, Mesnevî ve başlıca şerhleri ile sınırlı kalacağımızı belirtmek isteriz.
Akla değer veren Mevlânâ’nın, onu hem övdüğü, hem yerdiği görülür. Bütün sûfiler gibi, Mevlânâ’nın da yerdiği ve karşı çıktığı akıl, hissi ve maddî âlemle ilgili olan tecrübî ve tabiî akıl değil, bu âlemin ötesine ait hükümler veren ve ilahi hakikati idrak etme iddiasında olan nazan ve metafızik akıldır. Aklın uymak zorunda olduğu bir takım kurallar vardır. Bu kurallara sığmayan durumlarda ne yapacağız? “Hastanın aklı, hastayı doktora çeker götürür, ama kendisi, kendi derdine derman olamaz”[2] diyen ve akıl konusunda bazen lehte bazen aleyhte bulunan Hz. Mevlânâ, aşka gelince, ona hiç toz kondurmaz ve onu daima takdis eder.
Aşk nedir? Kitapların yazdığına göre aşk, sevginin ileri derecesidir. Kur’an’da “Mü’minlerin Allah’a karşı pek şiddetli sevgisi”nden bahsedilir (Bakara 2/165). Mutassavvıflar ayette geçen “eşedd-i muhabbet”i aşk olarak yorumlamışlardır. İlk sûfi müelliflerden Ebû Talib el-Mekkî (386/996)’ye göre, Hz. Peygamber Allah sevgisini imanın şartlarından sayar.[3] Çünkü o, “Allah ve Resûlünü her şeyden çok sevmek gerektiğini”, böyle olduğu takdirde “imânın tadının bulunabileceğini”[4] beyan buyurur.
Aşk sonradan kazanılmış bir şey değil, ilâhi bir vergidir. Allah’ı sevenler, Allah’ın sevdiği kimselendir. “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler” (Maide 5/54) âyetine göre düşünürsek, Allah’ın sevgisi insanlarınkinden önce gelir. Allah kulunu severse, kulu O’nu sever, yani ilk hamle Allah’tandır.[5]
Aşkın mahiyetini kelimelerle izah etmek imkânsızdır. Onu “vuslat ve yakınlık makamlarının sonu” olarak ifade eden Tehânevî ilave eder: “Aşk kalbde vücud bulan bir ateş olup, mahbubtan başka her şeyi yakar; o, yakmak ve öldürmektir, ondan sonrası ise Allah’ın ikramı olan sonsuz bir hayattır. O, akıl binasını yıkan ilâhi bir cinnettir.” [6] Ayet-i kerimede “Sevdiğiniz şeylerden sarfetmedikçe, iyiliğe erişemezsiniz” (Âl-i İmran 3/92) buyrulur. İnsanın canından daha sevgili ne olabilir? Hz. Mevlânâ’nın ifadesiyle “Aşk öyle bir alevdir ki, bir parladı mı, maşuktan başka ne varsa hepsini yakar.” (V, 598)
İslâm tasavvufunda bu anlayış önceden de vardır. Kelâbâzî (380/990) şöyle der: “Muhabbet seni hem kör hem de sağır eden şeydir. Kör olursun, sevgiliden başkasını göremezsin, ondan başka bir maksat müşahede edemezsin.” Kuşeyrî ise “Kişi sevdiği ile berâberdir” hadisine yorum getirirken, “Hakk’ı sevenler, O’nunla beraberdirler” der.[7]
Tasavvufta aşkın tebcîl edilişi, onun Hak yolculuğunda en kestirme vasıta olması ve katıksız tevhîd ve vuslatı sağlayıcı bulunmasından dolayıdır. Kutü’l-Kulûb müellifi, “tevhîdin tamlığı ile muhabbetin tamamlığı” arasındaki yakın ilgiden bahseder.[8] Esasen meşhur kudsî hadise göre, insanın en yüce makamlara ulaşması ve Hak’la bâki olması, Allah’ın kula olan muhabbeti sonucu değil midir? Hakk’a yaklaşarak ilâhi sevgiye mazhar olan kul için Allah “onu sevdiğim zaman işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum”[9] buyurur.
Aklın yetersiz olduğu sahalardan biri de aşk ve ahvâlidir. Öyle der Mevlânâ: “Aşık başını verince akıl kalır mı gayri? Her şey helâk bulur, yalnız onun hakikatı kalır (…) Bu makamda akıllar elden çıkan, kalem buraya vardı mı kırılır, bir şey yazamaz olur” (III, 4661 – 63). Kalemin kırılması, bu mertebenin inceliklerini yazmaya gücü yetmediğinden kinâyedir. Ankarevî’nin diliyle söylersek, bu mertebeye gelince, “Ukul-i urefâ hayretle beste ve aklâm-ı ulemâ adem-i kudretle şikeste kalur.”[10]
Fakat ne gam! “Bir çocuk, aklın eserlerini görmüyor diye, akıllı adam, akla ait şeyleri nakletmez mi? Akıllı bir adam da aşk ahvâlini görmezse, aşkın kutlu ayı eksilmez ya!” (V, 3931-32). Nitekim renk körü bir kimsenin, bazı renkleri tanımaması veya inkâr etmesi, tabiatta o renklerin yokluğunu gerektirmeyecektir.
Bu konuda Mevlânâ her zaman yumuşak üslûplu değildir, bazan şöyle söylemekten kendini alamaz: “Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış merkep gibi yattı kaldı. Aşkı ve âşıklığı yine aşk şerh etti. Güneşin vücuduna delil yine güneştir. Sana delil lazımsa güneşten yüz çevirme!” (I, 15-16). Gerçekten aşk, vicdânî olduğundan sual cevap ve aklî muhakeme ile onu izah mümkün olmaz. Aşk ve âşıklığın şerhini yine aşk söyler.[11]
Yüksek hakikatlere ulaşma konusunda akılla aşk arasında bir mukayese yapmak gerekince, Mevlânâ’nın aşkı tercih edeceği aşikârdır. Şöyle der: “Ey arkadaş! Âşık, hâlis ve saf şarabı kendinde bulur, onunla gıdalanırsa bu makamda akıl kaybolur, yani bu sırra akıl ermez.” der ve insan aklının zeki, bilici fakat, varlığından fâni olmadığı için, hâl bahislerinde bir hiçten ibaret olduğunu belirtir (I, 1981-85). Hâlis aşk aklın üstünde bir neş’edir. Akıl aşkın zevkinden sırrı anlamadığı için, onu bilmek ister, fakat bilemez. Ne yazık ki, insan bilmediklerinin düşmanıdır. Akıl da aşkın kudret ve yüceliğini idrak edemeyince ona düşman kesilir. Bunu biraz da tabiî karşılamak gerekir, cüz’î akıl vücûdun malıdır; varlığından geçmemiş, henüz vahdette fâni olmak sırrına erememiştir.[12]
Bu noktada Hz. Mevlânâ Adem – İblis benzetmesine yer verir: “Akıl ve zeka taslamak İblis’tendir, aşk ise Adem’den” (IV, 1402). Ankarevî ilave eder: “Şeytan, Kur’an’ın beyanına göre: ‘Ben ondan daha üstünüm, beni ateşten onu topraktan yarattın dedi’ (A’raf 7/12). “Beni azdırdığın için…” (A’raf 7/16) diyerek, sanki kabahati Allah’a yüklercesine küstahlık etti. Hz. Adem ise Rabbine aşık idi, hizmet ve itaatte bahane aramayıp, sırr-ı kazâyı bilmesine rağmen, ‘Rabbimiz, kendimize yazık ettik’ (A’raf 7/23) diye hatasını itiraf etti.”[13]
Aklî düşünce mahiyeti icâbı şüphecidir. Ama şüpheye tahammulü olmayan konularda ne yapacağız? “Vesvesenin ağzını bağlayan ancak aşktır. Yoksa vesveseyi kim bağlayabilmiştir ki?” (V, 3230)
Aşk, akıl gibi küçük hesaplara takılıp kalmaz, pervâsızdır, geniş ufukludur: “Akıl ümitsizlik yoluna gider mi hiç? Aşk lazım ki, o tarafa koşsun! Hiçbir şeye aldırmayan aşktır, akıl değil. Akıl, faydalanacağı şeyi arar. Aşk yılmaz, canını sakınmaz, utanma nedir bilmez. Değirmen taşının altına girmiş gibi belalara uğrar, sabreder” (VI,1966-69). “Âşıklara her an bir ölüm vardır. Âşıkların ölümü bir çeşit değil” (III, 3835).
Mevlânâ da selefleri gibi, aşkın ilâhi menşeli olduğuna dikkati çeker: “Akıllar bu sırra eremezler, kapı dışında kalırlar (…) Aşk karşısında kıl kadar bile korku yoktur. Aşk mezhebinde herkes kurbandır. Aşk Tanrı sıfatıdır (…) Kur’an’da “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler” buyrulur. Şu hâlde muhabbeti Tanrı sıfatı bil” (V, 2184-89).
Akıl ve aşk mukayesesinde Mesnevî bir deniz yolculuğu misali verir. Denizde iki şekilde yol almak mümkündür: Yüzerek veya bir gemiye binerek. Yüzmek bir meziyettir, ama uzun bir yolculuk için kâfi değildir, sonunda yorulmak mukadderdir. İşte akıl ve zeka denizde yüzgeçliğe benzer. O hâlde diyor Mevlânâ: “Yüzgeçliği bırak, kibirden, kinden vaz geç; bu ırmak değil, denizdir deniz! Aşk ileri gidenler için gemiye benzer, gemiye binen kişinin bir afete uğraması nadirdir, çok defa kurtulur” (IV, 1402-1405). Aklın zaaflarından biri de benlik ve gurura kapılmasıdır. Mevlânâ Hz. Nuh’un oğullarından Ken’an’ın durumunu hatırlatır: “Ken’an gibi, gemiden baş çekme, ona da zeki aklı bu gururu vermiş, aldatmıştı (…) Keşke o yüzme öğrenmeseydi de Nuh’a minnet edip gemiye binseydi!” (IV, 1409-16).
Mevlânâ, aklı atarak, aşkın ikizi olan hayranlığı satın almayı tavsiye eden: “Aklı zekayı sat da hayranlığı satın al; akıl ve zeka zandır, hayranlıksa bakış, görüş.” Bununla yetinmeyip, nihayet aklın kurban edilmesini ister: “Aklı Mustafa’nın önünde kurban et ve Hasbiyellah ‘Allah bana kâfi’ de” (IV, 1407-8). Ve nihâi hedefi gösterir: “Aklı dost aşkına kurban et, akılların hepsi de o taraftandır, odur” der ve aksine davrananları ahmak olarak tavsif eden (IV, 1424-25).
Ne demek hayranlığı satın almak? Akıllılık, kısaca muhakeme ve kıyasla sonuç elde etmektir. Hayranlık ise, ilim ve yakînin kemâlinden ve ilâhi sıfatları müşahededen doğar.[14] Tasavvuf mantığına göre, elbette ikincisi daha makbuldür.
Bütün bunların sebebi ise, tasavvuf düşüncesine göre, aklın bağımlı kabul edilmesidir. Aşk ve muhabbetin mahalli olan kalb ise bağımlı değildir. “Kalb, akıl tavrının ötesindedir. Hakk’ın gerçekten bilinmesi de ancak kalb ile olun.”[15]Onun içindir ki, mutasavvıflar kudsi hadis olanak zikredilen şu söze çok değer verirler: “Ben göğe ve yere sığmam, fakat mümin kulumun kalbine sığanım.”[16]
Mevlânâ’ya göre akıl, Mi’rac gecesine Sidretü’l-Müntehâ’dan öteye geçemeyip, belli bir noktada kalan Cebrail gibidir: “Akıl, Cebrail gibi: ‘Ey Ahmed, bir adım daha atarsam yanarım! Sen beni bırak, bundan sonra ileri yürü. Ey can sultanı, benim haddim bu kadardır,’ der” (I, 1066-67).
Mesnevî’de aynı hadiseyle ilgili şöyle bir muhavere sahnesi yer alır: “Ahmed, Sidre’den Cebrail’in gözetme yerinden, makamından, sınırından geçince, Cebrail’e: ‘Haydi ardımca uç!’ dedi. Cebrail dedi ki: ‘Yürü yürü, ben senin dengin değilim!’ Hz. Ahmet tekrar: ‘Ey perdeleri yakan gel, ben daha kendi yüce makamıma gitmedim ki’, dedi. Cebrail dedi ki: ‘A benim güzel nurlu arkadaşım, bin kanat çırpıp buradan ileriye geçsem, kolum kanadım yanar!’ ” Ve Hz. Mevlânâ ilave eder: “Bu hikâyeler hayret içinde hayrettir. Tanrı hasları, daha has olanların ahvalini görünce, kendilerinden geçerler” (IV, 3801-5).
Mi’rac’la ilgili hadislerde, Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar olan safhalar anlatılırsa da, ondan ötesine ait bilgi yoktur. “Sidre’yi bürüyen bürüyordu” (Necm 53/16) ayetinde belirtildiği üzere, Hz. Peygamber Mi’rac’ta Sidre’ye varınca, orayı bürüyen -ve onu şuurun vukuf ve ıttılaından saklayan ilâhi bir emr- bir nur bürüyüvermişti. Bundan ötesi tasvir ve beyana sığmayan bir âlemdi. Mi’rac haberlerinde bildirildiğine göre, Sidre’ye kadar Resûlullah’a refakat eden Cibril de burada kalmıştı. O, ileri gidemeyeceğni söyleyerek “Bir parmak ucu daha yaklaşsaydım yanardım” demişti.[17]
Mevlânâ en sonunda şöyle seslenir: “Ey Cebrail, ister yüce ol, ister büyük, sen ne pervanesin ne de mum! Mum yanınca, pervaneyi çağırdı mı, pervanenin camı yanmadan çekinmez” (IV, 3807-8).
Mesnevî şarihlerine göre, melekler akıl mertebesinde olduklarından, burada Cebrail’den maksat akıldır. Cebrail mukarreb meleklerden olmakla beraber, “Benim Allah’la öyle bir vaktim var ki, onda bana ne bir mukarreb melek, ne de mürsel bir peygamber yetişemez”[18] hadisine göre, Hz. Peygamber daha ileridir.[19] Sidretü’l-Müntehâ’nın sembolize ettiği şey, melekler dahil, gelmiş ve geçmişlerin ilimlerinin son bulduğu, Resûlullah’tan başka kimsenin geçemediği yerdir.[20] O mevkide ilim son bulun, kalbler ise şaşkın hâle gelir.[21]
Bu bilgiler ışığında, Hz. Mevlânâ’nın yukarıdaki beyitlerine şu yorumlar getirilir: Cebrail’e hitap, aslında akıl sahiplerine yöneliktir. Demek isteniyor ki: Her ne kadar ey akıl, sen değerli isen de, pervane gibi âşık değilsin, mum gibi olan âşıklarını kendi visaline davet edince, pervane canının yanmasından ve fâni olmaktan sakınmaz. Kendisini tecelli nûrunda mahveyler. Cebrail de “Yaklaşırsam yanarım” deyip, nar-i tecellinin kendini yakmasından korkarak, kendi makamında kaldı. Hz. Peygamber ise, pervane misali, tecelli nûruna kendini bıraktı ve çekinmeksizin, makam-ı Cebrail’den geçip vâsıl-ı cânan oldu.[22] Süleyman Çelebi’nin diliyle söylersek, Sidretü’l-Müntehâ’da aklı temsil eden Cebrail’in:
Ger geçem bir zerre denlü ilerû
Yanarım baştan ayağa ey ulu!
demesine mukabil Hz. Peygamber:
Çün ezelden bana aşk oldu delîl
Yanar isem ben yanayım ey Halîl.[23]
buyurmuş ve ilerlemişti.
Netice olarak, Hz. Mevlânâ’ya göre akıl dünyevî işlerimizde fevkalade yararlıysa da, mahiyeti icabı o, ilâhi hakikatlere ulaşmada ve Hakk’a vuslatta ayak bağı olabilir. Bu ulvî yolculuk için başka bir vasıta gerektir ki, o da ilâhi aşktır.
[1] Bkz. Nihat Keklik, Mevlânâ’da Metafor Yoluyla Felsefe, 1. Millî Mevlânâ Kongresi Tebliğleri içinde, s. 39, Konya 1986; S. Hayri Bolay, Mevlânânın Akıl Anlayışı, 2. Millî Mevlânâ Kongresi Tebliğleri içinde, s. 165, Konya 1987.
[2] Bkz. Mevlânâ, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, Milli Eğitim B. yayını, c. IV, b. 3323. Bundan sonra Mesnevî beyitlerinin yerini dipnot düşmeksizin, metin içinde vereceğiz; Romen rakamı cildi, yanındaki rakam da beyit numarasını gösterecektir.
[3] Ebû Talib el-Mekkî, Kutü’l-Kulûb, II, 110, Mısır 1961.
[4] Müslim, İman, 69; Buhârî, İman 9.
[5] Bkz. Annamarie Schimmel, Tasavvufun Boyutları, çev. Ender Gürol, s.127, İstanbul 1982.
[6] Tehânevî, Keşşâfu Istılahâtü’l-Fünûn, aşk mad.
[7] Bkz. Kelâbâzî, el-Taarruf, muhabbet mad.; Kuşeyrî, Risâle, muhabbet mad.; Hadis için bkz. Buhâri, edeb, 6; Müslim, birr, 50.
[8] Kutü’l-Kulûb, II, 103.
[9] Buhârî, Rikak, 38.
[10] Ankarevî Rüsühî, İsmail Dede, Mesnevî Şerhi, III, 774.
[11] a.g.e., I, 74.
[12] Kenan Rifâi, Şerhli Mesnevî-i Şerif, 340, İstanbul 1973.
[13] Ankarevî, IV, 390.
[14] a.g.e., IV, 290.
[15] M. İbn Arabî, el-Fütûhatü’l-Mekkiyye, I, 324, Beyrut tsz.
[16] Bkz. Keşfu’l-Hafâ, II, 273.
[17] Bkz. Tecrîd-i Sarih terc., X, 73; Fahr-i Râzî, et-Tefsiru’l-Kebîr, XXVIII, 291; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, VII, 4579; Ruzbehan el-Baklî, Meşrebü’l-Ervâh, neşr. Nazif Hoca, s. 137, İstanbul 1973; Neysabürî, Garaibü’l-Kuran, 27/30.
[18] Bkz. Keşfü’l-Hafâ, II, 244.
[19] Ankarevî, IV, 887; T. Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, k. 2, s. 981.
[20] Bkz. Aynî, Umdetü’l-Karı, VII, 28; Tehânevî, Keşşaf, Sidre Mad.
[21] Bkz. İ. H. Bursevî, Rûhu’l-Beyan, IV, 151.
[22] Ankarevî, IV, 887.
[23] Süleyman Çelebi, Mevlid, haz. F. K. Timurtaş, 114-115, İstanbul 1970.
#Mehmet DEMİRCİ