MESNEVÎ’DE ZITLARIN BİRLİĞİ
∗ Bilal ÇAKICI
Mesnevî’de konuların işlenişinde Mevlâna hangi yollara başvurmaktadır? Bunlardan hangisi öne çıkmaktadır? Mevlâna’nın başvurduğu bu anlatım yollarında aldığı örnek metin/ler var mıdır? Mesnevî ile aynı türde yazılmış eserlerde bu anlatım tekniklerinden yararlanılmış mıdır?
Aşağıdaki satırlarda bu sorulara cevap teşkil etmek üzere, Mesnevî’nin en önemli anlatım tekniklerinden biri olan “zıtlıklardan/tezattan yararlanma”nın yeri ve önemi üzerinde durulacaktır.
Bu açıdan bize ışık tutacak Mesnevî’deki bir başlığı ve bir beyti bir kez daha hatırlatmak istiyorum:
“Benim beytim beyit değil, ülkedir; şakam şaka değil bir şey öğretmektir.” (5. Defter, 2496. beyitten sonraki başlık)
“Şaka eğitmek içindir onu ciddi gibi dinle; sen onun görünüşüne kapılma” (4. Defter, 3558. beyit)
Bu bağlamda Mesnevî’nin belki de sebeb-i telifini izah eden dibacedeki “ve hüve usulü usuli usuli’d-din” cümlesini de hatırlayalım.
İslâm Kültür Atlası adlı eserde İslâm sanatı üzerindeki Kur’an etkisi anlatılırken “… Kur’an’ın hiçbir kıssası malumat vermek için anlatılmaz. Bunun yerine dinleyicilerin kıssa ya da olayın genel hatlarına aşina oldukları düşünülerek Kur’an bunu dinleyicinin şuuruna aşılamak istediği yeni bir ders için vasıta olarak kullanır. Sonuçta Kur’ani bilgilerin, tariflerin, beyan ve ibretlerin sürekli akışı içinde Kur’an, ifadeleri, âyetleri ya da âyet gruplarının güzelliği ve gücüyle iknâya çalışır…”1 ifadelerine yer verilmiştir. Kur’an-ı Kerim’in bu özelliği âyetlerde sık sık vurgulanır. Örneğin konuyla ilgili bu âyetlerden biri şöyledir: “Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (Kur’an, Haşr Suresi (59/21).
Arap edebiyatında kısa hikâyeler üzerine yapılan bir doktora tezinde ise, hikâyenin geçmişinin insanlık tarihi kadar eski olduğu; ancak kısa hikâyelerin Kur’an’ın inişiyle başladığı, Adam Metz, Wustenfeld gibi bazı müsteşriklerin Avrupa’da kısa hikâyelerin yazılması ile ilgili her türlü denemenin en yakın kaynağı olarak Kur’an kıssaları ve bu kıssaların etkisiyle yazılan hikâyeleri kabul ettikleri belirtilmektedir.
Sufi şairler de anlatacakları konuları, hikâyeler aracılığıyla halkın daha kolay anlayabileceği bir üslûpla anlatmaya özen gösterirler. Kutsal kitaplardaki hikâyeler veya din uluları etrafında oluşan menkabe, velâyet-nâme, gazavat-nâmelerde kıssaları manzum veya mensur biçimlerde anlatmak2 bir gelenektir. Türk şiirinde tahkiyenin daha çok bağımsız mesnevîler ve bu nazım biçimiyle yazılmış şiirler için söz konusu olduğu, bu şiirlerle amaçlanan şeyin “eş’âr ile iş’âr, yani şiir aracılığıyla bilinçlendirme olduğu bilinmektedir.
Sofiyane bir üslûpla toplumu eğitmeyi amaçlayan şiirlerde “yol eri, aşk eri, tâlib, ârif, muvahhid…” diye seslenilen müride, onu irşâd etmek için söylediği görülür. Bu tür şiirlerde hitap, delil ve ispat, tahkiye, mükâleme ve soru-cevap gibi anlatım araçlarından yararlanıldığı dikkati çekmektedir. Bu tutum, düşünce ve duygularını halka yaymak amacını güden Tekke şiirinin genel özelliğidir.3
Sufi şairlerin eğitici eserlerinde başvurdukları yollardan biri de zıtlıklardan/tezat sanatından yararlanarak konuyu anlatmadır.
Fuzulî, Rind ü Zâhid adlı Farsça mensur eserinde4 divan şiirinde çokça geçen birbirinin zıddı olan bu iki tipi bir hikâye üslûbuyla ele almakta ve çeşitli durum ve olaylar karşısında sergiledikleri farklı tutumu uzun uzun anlatmaktadır. Eserine “Ey namaz vakti zâhidlerin secde ettiği ve ey rindlerin niyaz anında kendisine yöneldiği! Gerek hakikat ehli olsun gerekse mecâz, herkes bir dil ile sırrını söyler sana.”5 diye yaratıcıya seslenir ve eser boyunca işlediği rind-zahid tezadının, sonunda her iki karakterin de muhalefetlerinden vazgeçmeleriyle, ortadan kalktığını ve her ikisinin de vahdet mertebesine eriştiklerini söyler. Fuzulî, eserine şu rubaî ile son verir:
“Fena köyünde akıllı ile deli birdir. Okyanusun dibinde taş ile inci tanesi birdir. İyilik ve kötülük değerlendirmesi ortadan kalktığında mescit ile meyhane birdir.”
Bilindiği gibi Sâni’-i Mutlak olan Allah, zıtların kendisinde birleştiği varlıktır, mecma’u’l-ezdâddır:6 el-evvel, el-âhir/ ez-zâhir, el-bâtın/ el-latif, el-kahhar gibi…
Sofiyane yazılmış şiirlerin kurgusunda, zâhir/bâtın; hicâb ehli/irfân ehli; çeşm ehli, merd-i zâhir-bîn, ehl-i nazar/sâhib-basiret, dîde-i Hak-bîn; âkil, hüşyâr/âşık, mest, ârif; vâiz, zâhid/rind; ehl-i takvâ/ehl-i tahkik, yol eri, aşk eri, tâlib; küdûret ehli/safâ ehli; ten gözü/cân gözü; seng/dürr; kan, ten /cân, ruh; akıl/gönül, kalb; ilm-i zâhir/sıdk-ı bâtın; mecâz, suret/hakikat, ma’nâ… gibi zıt kavramlardan yararlanıldığı görülür.
Şiirde önemli bir anlatım yolu olan zıtlıklardan yararlanmanın sanatın diğer alanlarında da kullanıldığını, bu konuda, müstakil çalışmaların yapıldığını7 hatırlatarak asıl konumuz olan Mesnevî’ye dönelim:
Mevlâna zıtlığın bir konunun anlaşılmasında ve anlatılmasındaki işlevine birçok beyitte dikkati çeker ve bir konunun anlatılmasında zıtlıklardan yararlanır:
Zıddı, zıddın içine kor, yakıcı suya ateş hararetini verirsin (6/3570/282).8
İyiyi bilmedikçe kötüyü bilemezsin… Ey yiğit, zıt, zıddıyla görülebilir (4/1345/110).
Zıt olmadıkça zıttı tanınamaz (5/599/52).
Çünkü yakinen zıt, zıddı gösterir. Ondan dolayı bal, sirke ile görünür, (sirkengebin olur) (1/3211/257).
Çünkü her şey, zıddıyla meydana çıkar. Bembeyaz kazanın beyazlığı üstünde o kara is berbat bir şekilde kendini gösterir (2/3373/259).
Zıtlar, zıtlardan zuhur etmekte… Tanrı, kalpteki süveydada daimî bir nur yarattı (1/3865/308).
Sağlık, zıtların sulhudur; aralarında savaşın başlamasını da ölüm bil (1/1293/104).
Her şeyi, zıddıyla anla (1/1865/149).
Niyaz, nazın zahiren zıddıdır, fakat hakikatte âşıkla maşuk, görünüşte zıt olmakla beraber birdir. Nitekim aynanın sureti yoktur, suretsizlik de suretin zıddıdır. Fakat aynayla suret arasında hakikatte birlik vardır. Bunu anlatmak uzun sürer. Aklı olana bir işaret yeter (5/164).
Zahmetten, eziyetten sonra da onun zıddı, yani genişlik, zevk ve neşe yüz gösterir (3/3763/307).
Önce şunu duy ki bu muhtelif halkın canları da “elif”ten “ya”ya kadar olan harfler gibi muhteliftir. Bir yüzden baştan ayağa kadar hepsi birse de yine muhtelif harflerde birbirlerine benzerlik yoktur. Harfler; bir yüzden birbirlerine zıt, bir yüzden birbirleriyle bir, bir yüzden faydasız ve alaydan ibaret, bir yüzden tamamıyla faydalı ve ciddîdir (1/2914-16/234).
Yapılma yıkılmadadır; topluluk dağınıklıkta; düzeltme kırılmada… Murat muratsızlıktadır, varlık yoklukta. Her şey, buna benzer… Öbür zıtlar ve eşler de hep bunlar gibidir (4/189).
Gülmeler, ağlamalarda gizlidir. Ey saf ve temiz kişi, defineyi yıkık yerlerde ara. Zevk gamlardadır. Onların izini kaybetmişler, abıhayatı karanlıklara çekip götürmüşlerdir (6/1586-7/127).
Bilgiyi nerede arayalım? Bilgiyi terk etmede. Barışı nerede umalım? Barıştan vazgeçmeden. Varlığı nerede arayalım? Varlığı terk etmede (6/823-4/69).
Hayat, ölümde ve mihnettedir. Âbıhayat, karanlıklar içindedir (6/4830/384).
Ey temiz adam, korkudan gizlenmiş emniyeti gördün, ümitte gizli korkuyu da gör (6/4366/347).
Kendisine gizli lütuf sahibi densin diye zehir içine tiryak gizler (6/4344/345).
Her cüz’e de, diğer bir cüz’e meyil verdi.. Ikisinin birleşmesinden bir şey doğar, bir şey vücut bulur. Gece de böylece gündüzle sarmaş dolaş olmuştur. Geceyle gündüz, sureta birbirlerine aykırıdır ama hakikatte birdir. Geceyle gündüz görünüşte birbirine zıttır, düşmandır; fakat her ikisi de bir hakikatin etrafında dönmekte, ağ kurmaktadır. İşini gücünü başarıp tamamlamak için her biri, canciğer gibi öbürünü ister. Çünkü gece olmayınca insanın geliri, kuvveti olmaz… Bu gelir olmayınca da gündüzler neyi harceder? (3/4416-20/361)
Fakat beylik, vezirlik ve padişahlık adı, hakikatta ölümdür, derttir, can vermedir. (6/323/29)
Gizli lütuf, kahırlar içindedir; değer biçilmez akikin pislik içinde oluşu gibi. Tanrı’nın kahrı, benim hilmimden yüz kat iyidir. Tanrı’dan canını esirgemek can çekişmektir. Onun en kötü kahrı, iki âlemin de hilminden iyidir. Ne güzeldir âlemlerin rabbi ve ne iyidir onun yardımı. Onun kahrında lûtuflar gizlidir; onun uğrunda can vermek, adamın canına canlar katar (5/1665-68/138-9).
Nice düşmanlıklar vardır ki dostluğa çıkar. Nice yıkılmalar vardır ki yapılmaya döner (5/106/13).
Ne şaşılacak şey! Bir hâdise bir yönden ölüm, öbür yönden dirim ve sevinç! Şu bir yönden tatlıdır, zevk vericidir. Diğer bir yönden de öldürücü, azap vericidir. Ten sevinci dünyaya mensup olana göre yücelik… Fakat ahiret gününe göre noksan ve zeval (4/3095-97/248).
Sual de bilgiden doğar, cevap da… Nitekim diken de toprakla sudan biter, gül de! Hem sapıklık bilgiden olur hem doğru yolu buluş… Nitekim acı da rutubetten hâsıl olur, tatlı da (4/3009-10/241)!
Tanrı; bu zıddıyetle gönül hoşluğu meydana gelsin, her şey iyice anlaşılsın diye hastalığı ve kederi yarattı. Şu hâlde gizli olan şeyler, zıddıyla meydana çıkar. Hakk’ın zıddı olmadığından gizlidir. Evvelâ nura bakılır, sonra renge. Çünkü beyaz ve zenci, birbirine zıt olduğu için meydana çıkar. Sen nuru, zıddıyla bildin. Zıt, zıddı meydana çıkarır, gösterir (1/1130-33/91).
Şu dünya, havada bu iki kanatla uçar. Canlar da bu ikisi yüzünden korku ve ümit yurtlarında yurt edinirler. Böylece dünya, şimal rüzgârına benzeyen hayatla ve sam yeli gibi olan ölümle titrer durur (6/1853-4/148).
Mihnetle dolu olan zamanın yücelip alçalması, büsbütün başka bir tarzdadır. Yirmi dört saatin yarısı günden olur, yarısı gece. Zıtlarla uzlaşan mizacın yükselmesi, alçalması da şudur: Gâh insan sıhhatli olur, gâh hastalanır, inler. Dünyanın bütün hâllerini böyle bil. Kıtlık, bolluk, barış, savaş, hep denemelerden meydana gelir (6/1850-2/148).
Halkın yapısı, zıtlar üstüne kurulmuş. Hâsılı biz, zarar bakımından da savaştayız, fayda bakımından da. Ahvalin, birbirine aykırı. Tesir dolayısıyla her biri, öbürüne zıt (6/50-1/6).
Bunun için padişahlığına ayna olmak üzere bir gönül sahibini halife edindi. Ona hadsiz, hesapsız arılığını ihsan etti, ondan sonra karanlıklardan da ona bir zıt verdi. Ak ve kara iki bayrak dikti. Birisi Âdem’di bunların öbürü yol kesen İblis. O iki büyük ordu arasında savaşlar oldu, geldi geçti (6/2153-56/171-2).
Çünkü bu fâni olan şey, bakinin delilidir (4/3050/244).
Kardeş, yoklukta varlık nasıl olur? Zıt, zıddın içine nasıl girer, sığışır? “Ölüden diri çıkarır” hükmünü bil. Yokluk, ibadet edenlerin ümididir (5/1018-19/85).
Mutlak varlık, yoklukları meydana getirip durur. Yokluktan başka var yaratan iş yurdu var mı? (5/1960/161)
Çünkü Tanrı sanatının madeni mahzeni, yokluktan başka bir yerde tecelli etmez. Bundan önce bir remizdir söylemiştik. Sakın bunu ve onu iki görme. Demiştik ki her sanat sahibi, sanatını meydana getirmek için yokluk arar. Mimar, yapılmamış bir yer, yıkılmış, tavanları çökmüş bir yurt arar. Saka, içinde su olmayan kap peşindedir. Dülger, kapısı bulunmayan bir ev aramaktadır (6/1367-71/111).
Yokluk denizini anlattık, duydun ya. Çalış da daima bu denizde ol. Çünkü tezgâhın aslı yokluk âlemidir; orada hiçbir şey yoktur, bomboştur, oranın nişanesi bulunmaz. Bütün ustalar, işlerini göstermek için yokluğu ve sınıklık yurdunu ararlar. Ustaların ustası Tanrı’nın da tezgâhı yokluktur. Nerde yokluk fazlaysa orası Tanrı tezgâhıdır, Tanrı işi oradadır. Yokluk, en yüksek derece olduğundan yoksullar, oraya vardılar, öndülü aldılar (6/1466-71/118).
Sende var olarak görünen deriden ibarettir… fâni görünen yok mu? Asıl var olan odur işte (4/3047/244).
Varlığını o varlığı meydana getirenin varlığında bakırı kimya içinde eritir, yok eder gibi erit, yok et (de altın ol!). Sen, sıkı sıkıya ben’e, yapışmış (yokluğu ve birliğe ulaşmış)sın. Bütün bozuk düzen işler, bütün bu perişanlıklar, ikilikten meydana çıkıyor (1/3011-12/242).
…Yoklukları öyle bir yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan var olmuşlardır (1/2080/166).
Yok olmadıkça hiç kimseye ululuk tapısına varmaya yol yoktur. Göklere yücelme nedir? Şu yokluk. Âşıkların yolu da yokluktur, dini de (6/232-33/21).
Yürü, gölgeden bir güneş bul… (1/427/34)
Kuş havadadır, gölgesi yerde kuş gibi uçar görünür. Ahmağın biri, o gölgeyi avlamağa kalkışır, takati kalmayıncaya kadar koşar. O gölgenin havadaki kuşun aksi olduğundan; o gölgenin aslının nerde bulunduğundan haberi yok! Gölgeye doğru ok atar. Bu araştırma yüzünden okluk bomboş kalır. Ömrünün okluğu boşaldı. Ömür gitti; gölge avı ardında koşmada yandı, eridi! Bir kişinin dadısı, Tanrı gölgesi olursa onu gölgeden ve hayalden kurtarır (1/417-22/33-34).
Bu yaşayış, ölüm suretinde gizlidir. O ölümse yaşayış kabuğunda gizli. Nur, ateş şeklinde görünmede, ateş de nur şeklinde. Yoksa dünya, hiç gurur yurdu, aldanma durağı olur muydu? (5/4135-36/336)
Ölüden diriyi çekip çıkarınca ölen, doğru yolu bulur. Diriden ölüye çıkarınca da diri nefis, ölüm tarafına yönelir, ölüm tarafına dönüp dolaşır (5/549-50/48).
Ölümün görünüşü ölüm, iç yüzü diriliktir; ölümün, görünüşte sonu yoktur, hakikatta ise ebedîliktir. Çocuğun rahimden, doğması bir göçmedir; fakat cihanda ona yeni baştan bir hayat var (1/3928-29/313).
Sonuç:
Mesnevî’deki hikâyelerin kurgulanışında “suret / mana” çatışması / tezadının çok önemli bir rol üstlendiğini söylemek mümkündür. Bunun da temelinde Mevlâna’nın hayatı, zıtlardan oluşan bir birlik olarak algılaması yatmaktadır. Çözüm de bu ikilemden yararlanarak sunulur: “Suretten
kurtul, asla yönel. Surete etme nazar, sirete bak! Bunun için “beyt-i men beyt nîst iklîmest / hezl-i men hezl nîst ta‘lîmest…” ikazında bulunur, Mevlâna.
Mutlaklık, bu dünyaya ait değildir. Bu dünyada bütün değerler nispetle belirlenir, izafidir. Bunun için “der kûy-ı fenâ âkil ü dîvâne yekîst/ der ka‘r-ı muhît seng ü dürdâne yekîst” diyor Fuzuli…
Mesnevî’de varlık iki anlamda kullanılır: Biri görünen varlık/suret diğeri ise görünmeyen varlık/mana… Birisi varlığı işaret eden yokluk yani sıfatlar, diğeri varlığın aslı yani zat…
Hicâb ehli, çeşm ehli, âkil, zâhid olarak nitelenen ve ten gözüyle bakanların gördüğü “varlık” aslında “yokluk”u; irfan ehli, basiret sahibi, can gözüyle bakanların işaret ettiği “yokluk” ise aslında “varlık”ı karşılıyor. Burada Mesnevî’de neredeyse evrenin temel yasası gibi sunulan “zıtların birliği”ne dikkati çekmek gerekiyor: Evrende her türlü zıtlık biri birini var edecek şekilde iç içedir. Biri diğeriyle bilinir ve anlaşılır: İyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik, merhamet-zulüm gibi.
Peki vefa bu bildirinin neresinde?
Vefa; bu nispetler diyarında birbirine zıt gibi görünen şeyler arasındaki birlikte, âhenkte. Vefa; vefat ederek mutlak olana vefasını gösterenin, sözünü tutanın, borcunu ödeyenin ölmesinde, olmasında…
* Doç. Dr., Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi. cakicib@ankara.edu.tr
1 İsmâil Râci el-Farukî-Luis Lâmia el-Farukî, İslam Kültür Atlası (The Cultural Atlas of İslâm), çev.: M. Okan Kibaroğlu-Zerrin Kibaroğlu) İnkılâb Yay., İstanbul 1991, s.367.
2 Abdurrahman Güzel, “Tekke Şiiri”, Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı III (Halk Şiiri), Ankara 1989, s. 334.
3 Geniş bilgi için bkz. Abdurrahman Güzel, “Tekke Şiiri”, Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı III (Halk Şiiri), Sayı: 445-450, Ankara 1989, s. 331-342.
4 Fuzûlî, Rind ü Zâhid, Haz. Kemâl Edîb Kürkçüoğlu, Ankara Üniversitesi DTCF Yay., Ankara 1956.
5 Ey ber-tu sücūd-ı zāhidān vaķt-i namāz
Vey raġbet-i rindān be-tu hengām-ı niyāz
Ger ehl-i ħaķīķatest ver ehl-i mecāz
Her kes be-zebānī be-tu mī-gūyed rāz
6 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 352, 586 (Mecma’u’l-Ezdâd ve Zıd maddeleri).
7 Edeer, Şemsettin, Resimde Zıtlık ve Denge, Sanatta Yeterlik Tezi, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir 1996; Şentürk, Leyla Varlık, Görsel Anlatımda Zıtlık ve Denge, Sanatta Yeterlik Tezi, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir 1999.
8 Mesnevî’den nakledilen beyitlerin çeviri için şu eserden yararlanılmıştır: Mevlânâ (1990), Mesnevî (çev. Veled İzbudak), c. I-VI, İstanbul: MEB Yayınları (alıntılardaki ilk rakam cildi, ikincisi beyit numarasını, üçüncüsü ise sayfa numarasını göstermektedir).
#Bilal ÇAKICI