8. MİLLÎ MEVLÂNA KONGRESİ
MESNEVÎ’NİN BEŞİNCİ DEFTERİNDEKİ, PEYGAMBERİMİZE VE SÖZLERİNE YAPILAN ATIFLAR
Prof. Dr. A. Osman KOÇKUZU
Daha önce başlamış olan bir çalışmayı sürdürerek, beşinci defterdeki atıflarla, onlar üzerindeki kısa düşüncelerimizi arza çalışacağız. Defterlerde ilk atıf, besmeleden sonra yer alan duâ cümlesindedir. Dört defterde buna temas etmemiş bulunmaktayız. “Yarattıklarının en hayırlısı Muhammed’le, bütün soyuna ve müslüman olarak onu görenlere rahmet”. Bu duâ cümlesi âl ve ashâb’ı kapsamaktadır.
Yol almak isteyen kişilerin, karanlıklara karşı mum taşıması, bir ışık kaynağından yardım görmesi tabiidir. İşte Celâleddin Rûmi, dinimizi böyle bir ışığa benzetir. O ışığı, tatbikatlarla, ihlâsla sürdürülen iyi amellerle takviye gerekir. Mevlânâ buna tarikat adını verir. Maksada vusul ise hakikat, ma’rifet ve Allah’a kulluk olarak adlanmaktadır. Bu kulluk, dünya tutsaklıklarından farklı olduğu için, peygamberlerce “en yüce mertebe” olarak görülmüştür. Efendimiz, kendilerinin ubudiyyet kulluk yönlerini her fırsatta vurgulamıştır. Durum böyle olunca, müslümanlığı bir “gönüllü kulluklar zinciri” olarak görmek yanlış olmaktadır. “Herkes kölelikten kurtulunca sevinir, bense, sana köle olunca sevinirim” ilkesi, işte böyle bir temelin ürünüdür.
Beşinci defterdeki atıfları, ötekilerden farklı bir biçimde ele alacağız. Önce sayıları çok az olan, “münferid atıfları”, sonra da, belirli bir başlıktaki konu’lu atıfları göreceğiz.
A- MÜNFERİD ATIFLAR:
454. beyit:
“İyi şeyleri caiz gören o peygamber, ne de güzel söyledi: Bir zerre aklın oruçtan da yeğdir, namazdan da”.
İslam peygamberinin beyanlarında olduğu gibi, bazı mücmel ve müteşâbih âyetlerde de, dinimizin tümüne göre, farklı gibi görünen manalar bulunabilmektedir. Bunların anlaşılması için, tamamının göz Önünde tutulması, özellikle de sözün hedefinin anlaşılması gerekmektedir. Şimdi bu beyitte görünen hedef, tefekkür’ü teşviktir.
Biz, “Mevlânâ namazı da orucu da kale almamaktadır; düşüncenin, tefekkürün, onların yerine geçeceğini söylemektedir” gibi bir düşünceye saplanırsak yanlış olmakta, Mevlânâ’ya töhmet etmiş bulunmaktayız. Şurası sabittir: Hiçbir «veli, hiçbir âlim, kendi peygamberinin sisteminin dışında açıklamada bulunamaz, onun üstüne çıkamaz, onun kayıtlarından vareste olamaz. Mevlânâ’yı, “peygamberler ve dinler üstü görmek, onu Muhammed aleyhisselamdan ayrı mütâlâa etmek,” onu küçültmekle eş anlamlıdır. Kırk yıldan bu yana yapılan ihtifallerde, katılımcıların içinde, bu tür düşünce sahiplerine de rastlanmış, hatta onlar kendilerini daima farklı görmüşlerdir. Durum hiç de öyle değildir.
Akıl söz konusu olunca, kısaca peygamberimizin hadislerine temasta fayda vardır. Hadis alimlerinin belirttiklerine göre, aklı öğen az sayıda peygamber sözü bulunmaktadır. Ama akla ilahlık veren onu herşeyden üstün gören, vahyin de üstünde akla mevkî biçen haberler, asılsız olarak nitelenmiştir. Tefekkür haberleri de böyledir. Onlar içinde de, rical ve mana muhteva tenkidi yapılmadan, özellikle uzmanlarınca değeri belirtilmeden kullanılacak sahih haberler çok azdır. Birçok asılsız haber var ki, orada Allah zü’l- Celâl bile, bir tür aklın hizmetinde gösterilmektedir. Böyle telakkilerden Allah’a sığınırız.
- beyit:
“Bir adam yokluğa erişir, kendisine yokluğu ziynet edinirse, o adamın Muhammed gibi gölgesi olmaz. “Yokluk benim iftiharımdır” sırrına ziynet yokluktur. Bu çeşit adam, mumun alevi gibi gölgesizdir”.
Eski dönemlerde gölgesizlik, şeffaf olmak, kemal işareti sayılırdı. “Nurun gölgesi olmaz” hikmeti bunu anlatmaktadır. Nebiyy-i Ekrem’in de bu hasletinden bahsedilir. Buna itiraz eden, gölgesizliği bir kemâl işareti saymayan görüşler de vardır. Onların anlattığına göre, peygamberimizin gölgesinin olması tabiidir. Çünkü, Kur’ân’ın belirttiğine göre o day farklı özellikleri bulunmasına rağmen insandır. İnsan ise maddedir ve maddenin de gölgesi olması normaldir. Burada zikredilen FAKR, madde planındaki yoksulluk değildir. Hadis kritikçilerinin kabul etmedikleri bu haberde, eğer peygamberimiz, yoksullukla övünüyorsa bunun bir izahı olmalıdır. Çünkü, Kur’ân-ı Kerim bizatihi çalışmayı en büyük ibâdet saymaktadır.
Peygamberler, alınlarının terini yiyen kutsal insanlardır. Efendimiz de tüccardır, bedenen çalışmıştır. Çalışmayı emreden bir dinin en ulu kişisi, “yoksulluk benim övünç kaynağımdır” derse- bilfarz- buradaki FAKR, Allah’a kulluk ve Allah’a muhtaçlık anlamandadır. Ve peygamberimizin böyle bir nitelikle iftihar etmesi de tabiidir. Çünkü ona inen Kur’an şöyle buyurur: “Ey insanlar, Hepiniz Allah fukarasısınız, Allah’a muçtaçsınız. O ise zengindir, övgüye ve hamde lâyık tek varlıktır. Dilerse sizi götürür, yerinize yeni bir halk getirir, bunu yapmak da öyle, Allah’a zannedildiği gibi zor da değildir”. Âyette belirtildiğine göre, en güçlü, en zengin ve en ihtiyaçsız da olsak, yine de hep Allah fukarasıyız. Allah’a minnetle kafa tutma yerine, gönülsüzlükle iltica etmek daha hayırlıdır. Çünkü bize, “aferin, sizler beni kabul edip kulluk etmektesiniz…” gibi bir borcu da yoktur. Aksine yine Kur’ân’da belirtildiği gibi bizim ona karşı minnet ve şükran borcumuz vardır. Kişiliğini Allah’ın ahlakı ile yok edip, insanlarla iyi geçinen ve onlara rahmet olan üstün ahlaklı ve üstün dindar insan, artık Allah’ta fânî olduğu için, bir kesafetten arınmış haldedir. Madde planında onun gölgesi olsa bile, Allah’ın kulu olduğu için, mâna aleminde o Allah’ın irâdesinde yok olmuştur; Allah zü’l- Celâlin ise gölgesi bulunmaktadır. Beyitten anlaşılan odur ki, “iftikar ilallah”, yine Nebbiyyi Ekremin sünnetidir. Allah karşısında varlıktan söz etmeyenlerin ilki ve en üstünü o’dur.
- beyit:
“Peygamber, Tanrı suretlerinize bakmaz, kalbe bakar. Kalp şlerinizi düzene koyun demiştir. Tanrı, ben sana bir gönül sahibinden bakarım. Secdene, altın vermene bakmam bile demektedir”.
Suret, kalp, amel ve bu varlıklara nazar, bir haberin söz konusu ettiği hususlardır. Yaygın ve fakat, hadisçilerce geliş yolları sağlam görülmeyen bir hadiste, “Allah’ın, insanların iç hallerine baktığı, dışlarına bakmadığı” fikri işlenmektedir. Suret-mânâ, zahir ve bâtın tarzındaki ikiliklere zemin teşkil eden bu haber için, değişik şerh ve tafsilât verilmektedir. Bunlar içinde, kulluğa en uygun gelen görüş ise yaklaşık olarak şu fikirdir. Bilindiği gibi insanlar, eşyada ve çevrede, neyi görürlerse temel olarak onu almak durumundadırlar. Onların iç hali (es- Serâir) ise tamamen Allah’ın bilgisini ilgilendirir.
Bu haberin belirttiğine göre, Allah varlıkların dış yüzüne değil onların eylemlerine/ amellerine ve niyetlerine/ kalplerine bakmaktadır. Çünkü iyi bir amel, kötü bir niyetle kötü sonuç verdiği gibi, kötü bir amel de iyi bir niyetle iyi sonuç vermekte ve sahibi sevap kazanabilmektedir. Önemli olan kalbin temiz bir niyet taşıması, gönlün, eylemden önce iyi tespitlerle yolunu belirlemesidir. İyi bir niyetin kötü sonucundan kul sorumlu olmamaktadır. Bunu anlatmak ve sert bir şekilde vurgulamak için; niyet ve eylemin önde tutulduğunu belirtmek için bu edebi sanat uygulanmıştır. Yoksa hiçbir zaman “bâtın zahirden üstündür; dışınız güzel olabilir, ama eyleminiz ve kalbiniz temiz değilse işe yaramaz iyi amelleriniz” gibi, İslâmın beğenmediği bir anlam bulunmaktadır.
“Ben bir gönül ehlinden bakarım…” ifadesi, yine peygamberimizin bir hadisini hatırlatmaktadır. Burada belirtildiğine göre, insan Tanrıyla sohbet için bazan kalbi kırılmışlarla, yoksullarla, kalender kişilerle hem-hâl olmak durumundadır. Çünkü Allah, olabilir ki o aç kimsenin rızasıyla beraberdir, o kalbi kırık kişinin yanındadır. Böylece Allah’ın nazarına kavuşmak dileyen kişi, bu tür mahallere çok uğramalı, kalp onarmalı, mali yardımlarda bulunmalı, halkın, fukaranın, yetimin, dulun işlerini görmelidir. Allah işte bu tür mahallerden bize nazar edebilir. Gün olur, altın ve gümüşümüz de para etmez. “Selim bir kalple Allah huzuruna gitme…” aranır. Bu da doğrudur. Çünkü sadece Allah vardır, onun dışındaki bütün varlıklar fenâ bulmağa mahkumdur: Kullu şeyin hâlikün illâ vecheh’tir.
- Beyit:
“Hadiste gelmiştir ki, kıyamet günü her bedene, kalk diye emir gelir. Sûr’un üfurülmesi, pâk Tanrı’nın: ey zerre’ler, yerden baş kaldırın diye emretmesidir”.
İslamın akaid sisteminde, öldükten sonra dirilme ve bir hesap günü vardır. Bütün varlıkların ayağa kalkması, sûr denilen bir âletin üfurülmesi, Kur’ân nassıyla sabittir. Birinci sûr bütün varlıkların yerlere kapanması ve yok olması ile sonuçlanırken, “sonra tekrar üfurülür, bir de bakarsın ki hepsi ayağa kalkmış, bakışıp dururlar..İsrafil adlı görevli meleğin üflireceği sûr için Arap dilinde Karn: boynuz terimi de kullanılmaktadır. İnsan vücudunun tohumu ve en küçük parçası için kullanılan (zerreler) deyimi, Arapça’da “en-Neseme” olarak adlandırılmaktadır. Nesemu Benî Âdem, toprak olmadan kalan ve muhtemelen insanını belinde veya kuyruk sokumu bölgesinde yer alan, mercimek büyüklüğünde dayanıklı bir maddedir. Bugünün tıbbı, böyle izahlar için neler söyler bilmemekteyiz. Mevlânâ, tenasüh gibi yanlış inançları defedercesine diyor ki: “Bilgi sahibinin canı, bilgi sahibinin bedenine girer. Zulmeden canı, zulmedenin bedenine. Yani
ilk beden, ikinci beden aynı canı taşır. Aklı, hesap gününü ve haşri tanımayanlara da şöyle hitap eder: “Ayak bile karanlıkta ayakkabısını tanırken a güzelim, can kendi bedenini nasıl tanımaz?”.
- beyit:
“Peygamber kanaat’a hazine demiştir. Gizli hazineyi herkes elde edilebilir mi ? Haddini bil de yukarılara uçma. Uçma da kötülük çukuruna düşme”.
Yanlış bir tevekkülle yaşayan bir merkebe, çalışmayı öğütleyen tilkinin sözleri arasına sıkışmış olan bu beyitleriyle Mevlânâ, çalışma, rızk, tevekkül üçlüsünün, anlaşılması güç, insanları yanıltan yönlerine açıklık getirir. Bazan merkebin, bazan da tilkinin ağzından güzel sözlerin çıktığı bu konuşmalarda belirtildiğine göre, peygamberimiz, rızık için kapısı bağlıdır/ kitlidir buyurmuş ve çalışmayı da anahtar olarak tesmiye etmiştir. Tanrı teâlanın sünneti, isteyene ekmek vermektir denilmektedir. Tilki, tanrıya dayanmanın, has tevekkülün erbabının azlığından söz etmekte, kanaati da bu tevekkülün zümresinden saymaktadır. Daha sonra, yatarak ekmek bekleyen birisinin yanlış tevekkülünün doğurduğu hüsran ve küçük bir hareketle elde ettiği rızık anlatılır. Kanaat bu beyitlerde tama’ın zıddı olarak öğülmektedir.
- beyit:
Bir zahit, Mustafa’dan, herkesin rızkı Tanrıdan gelir, dilesen de dilemesen de rızkın, senin aşkınla koşa koşa gelir, sana ulaşır sözünü duymuştur” Durumu denemek için bir dağa çıkan bu zat, ölü gibi yatar vaziyette rızık beklerken, gelen kervanın adamları onu alıp, ekmek ve yemek sundular. Adam rızkın gerçekten kendisine gelip gelmediğini anlamak için dişlerini sıkıp yemeği ağzına koymadı. Zorla ağzı açılan adama yemek yedirilir. Eşek ile tilki, rızk ve kesb konularını, büyük bir kelâm uzmanı gibi, özel olarak seçilmiş bu tür küçük fıkra ve hikâyelerle anlatır dururlar.
Yine eski terbiye ve tasavvuf kitaplarında, kesbi ve çalışmayı yeğ tutan hikâyelerden birisi şöyle biter. Rızkının ayağına gelmesini bekleyen ve hiç hareket göstermeyen adam, fakirleri arayıp, onları doyuranların geldiğini görür, takatsizdir, inattır. Fakat açlık ona galebe çalar ve bir canlılık emaresi gösterip öksürür. “Ha burada da bir fakir var” diyen adamlar onu açlıktan böylece kurtarırlar. Kur’ân’ın ifadesi ne güzeldir: “insan için çalışma esastır. O çalıştığının meyvesini görecektir, ecrini alacaktır”.
- beyit:
“Peygamberlerin hepsi bu çeşit hareket ederler; halk müflistir, öyle olduğu halde onlar halktan bir şeyler isterler. Tanrıya ödünç verin, Tanrıya ödünç verin derler. İşi tersine yürütürler de, Tanrıya yardım ederseniz, Tanrı da size yardım eder derler”.
Gazneli Şeyh Muhammed Serezî’nin hikâyesi başlıklı bölümde geçen bu beyitlerde, yüce kişilerin, Allah rızası için, insanlardan himmet ve hizmet beklediklerini anlatır. Onların ölçülerine göre zaten müflis olan halktan, Hakkın rızasına uygun iş beklemek, Allah’a ödünç vermelerini ummak olur mu hiç?. Allah katında yüzlerce yardım kapısı açıkken, insanlardan nusrat ve yardım talebinin mutlaka bir hikmeti bulunmak gerekir.
Halkın Allah’tan karz-ı hasen talebi, Kur’ân’da da yer alan bir deyimdir. Allah’a ödünç veren, mutlaka kat kat fazlasıyla ödüncünü alacaktır. Bu da, kendi hemcinslerine ödünç vermek, Tanrı yolunda ihsan ile mümkün olmaktadır. Allah borç alsa da, faydası yine topluma ve insanlara olmaktadır. Cennet karşılığı Allah’a benliklerini satanlar deyimi de yine Kur’ân tabiridir. Düşmanla Allah adına cihadı tercih edenler için söylenmiş bir deyim olan, iştira en üstün bir alışveriş, kazançlı bir ticâret olarak tavsif edilmektedir.
Beşinci defterin tamamına serpiştirilmiş olan bu atıflardan daha küçük cümlecikler, peygamberimizin sözlerinden parçalar da bulunmaktadır. Ama onların tamamını tebliğe alırsak o zaman tebliğ kabaracaktır. Şimdi yine beşinci defterin başından sonuna doğru, konulu atıfları görelim:
B- KONULU ATIFLARDAN ÖRNEKLER:
- beyit:
“Hasılı kâfir yedi karınla yemek yer, dini ve gönlü arıktır ama, karnı büyük”.
1- Tanrı rahmet etsin, Mustafa’nın şu; kâfir yedi barsakla yemek yer, inanan bir barsakla hadisini söylemesine sebep başlığı ile verilen 100 kadar beyitte, efendimizin el-Mu’min ye’kulu bi mian vâhid, ve’l- Kâfıru ye’kul bi seb’ati em’â hadisi anlatılır. Hadislerin söyleniş anındaki olaylara esbâb-ı vürûd adı verilir. Tıpkı, âyetlerin iniş ânından bahseden haberlere esbâb-ı nüzul dendiği gibi. Burada çok geniş bir esbâb-ı vürûd anlatılır. Hadis literatüründe tespiti mümkün olmayan bu olaylar şöyle gelişmiştir: Efendimizin mescidine henüz müslüman olmamış konuklar gelir. Aç oldukları için peygamberimizin emriyle sahabe onları paylaşıp evlerine götürürler. Çok iri vücutlu birisini hiç alan olmayınca, efendimiz bizzat onu hâne-i saadete davet ederler. Evdeki keçilerin sütü, o güne kadar bütün ev halkına yetiyordu. Fakat misafir onlara geldiğinde, sütün tamamını içip bitirdi. Hizmete bakan halayık da, öfkelenerek, adamın kaldığı oda kapısının sürgüsünü sürüverdi. Adamın helaya gitme ihtiyacı belirdi, kapıya koştu, kapı kilitli. Nihayet uyuyup uykuda sıkışıklığını geçiştirme yolunu tuttu. Uyudu. Rüyada kendisini bir viranede buldu, oraya kaza-i hacet için oturdu. Uyanınca yatağı yorganı, her tarafı pislik içinde buldu, utandı. Şimdi olanları beyitlerden izleyelim.
- beyit ve devamı:
“Mustafa sabahleyin gelip kapıyı açtı. Sabah o-yolunu sapıtmış kişiye yol gösterdi. Mustafa o belâlara uğrayan utanmasın diye gizlendi. Kapıyı açan görmesin de serbest dışarı çıksın diyordu. Ya bir şeyin ardına gizlendi, ya da Tanrı eteği Mustafa’yı ondan gizledi”.
Yanlışlıkla birisi o pis yatağı peygamberin yanma getirdi. O da, ibrik getir diye emir buyurdu. Hepsini kendi elimle yıkayayım dedi. İsrar ettilerse de, bunda bir hikmet vardır diyerek kendi yıkamayı istedi.
Dışarı çıkmış olan adam, kaybettiği heykelciğini aramak üzere odaya dönünce, peygamberin yatak yıkadığını gördü, üzüldü. Adam saçını başını yolmağa, utancından naralar atmağa başladı, heykeli unuttu, halkı başına topladı.
- beyit
Hadden aşkın çırpınınca Mustafa onu kucakladı, yatıştırdı. Pek çok iltifat etti. Gözlerini açtı, ona kendini tanıttı….”. Olayı kısaca anlattığını söyleyen Mevlânâ, araya soktuğu hikmetli beyitlerle olaydan okuyucuya sonuçlar çıkarır, yollar gösterir. Nasihatler eder. Misafirin yaptığı işten duyduğu utanmayı, dertlenmeyi tıpkı, dadısını arayan çocuğun ağlaması olarak görür ve ağlayanın imdadına yetişileceğini de belirtir. Sonuca yakın şöyle konuşur:
- beyit
“Peygamberin seçtiği işi yap. Deli ile çocuğun yaptığını yapma. Cennet çevrilmiştir? Neyle çevrilmiştir? İnsanın istemediği haşlanmadığı-nefsine yapılması zor gelen şeylerle- (mekârihle). Çünkü ekin bunlarla gelişir, çoğalır. Sonunda adam, peygamberimizin teklifi ile şahadet kelimesini söyler ve emaneti verir, kurtulur. Artık müslüman olan o konuk, peygamberin ısrarı üzerine yine onlara misafir olur. Adam peygamberimizin bizde bu gece kal teklifine şu övgülerle cevap verir:
- beyit:
“Adam vallahi dedi, ebedi olarak senin konuğunum. Nerede olursam olayım nereye gidersem gideyim sana misafirim. Beni dirilttin. Senin azatlın, senin kapıcınım. Bu âlem de senin sofranın başında, o âlem de. Bu seçilmiş sofradan başka bir sofra seçen kişinin boğazını kemik yırtar, deler. Kim senin sofrandan başka bir sofraya giderse, bil ki Şeytan, onunla bir kâseden yemek yer. Kim senin komşuluğundan kaçarsa, şüphe yok ki Şeytan, ona komşu olur. Kim sensiz uzak bir yola giderse onunla yoldaş olur. Onunla bir sofraya oturur.”
O gece yeni müslüman olan bu zata yine süt ikram edilir. Fakat o evdeki altı yedi süt keçisinin sütlerini içen kişi, bu sefer bir keçi sütünün yarısını içer, içmesi için ısrar edilince de şöyle konuşur:
- beyit
“Bu ne tekellüf, ne sıkılma ve ne de hiledir. Dün gecekinden daha ziyâde doydum”.
Bütün ev halkı şaşırır. Mevlânâ der ki: “Kafirliğin aç gözlülüğü ve aç kalırım endişesi ve vehmi baş aşağı düştü. Ejderha bir karıncanın gıdası ile doydu”.
- beyitte peygamberimizin: “Benim Şeytanım müslüman oldu” hadisine küçük bir atıf başlığı varsa da devam etmemektedir. Bilindiği gibi, her insanda görevli melek ve şeytanlar bulunmaktadır. Onlar insanın yakınında, ona yol gösterme türünden, kendilerine yakışanı yaparlar. Fakat efendimizin Şeytanı da melek haslet olmuştur.’
2-Peygamber Aleyhisselam’ın, “Müslümanlıkta papazlık yoktur” hadisi şerifi.
Mevlânâ açtığı bu başlıkta, hadis üzerinde durmaz, orada bir buçuk sayfalık bir bölümde; manasız riyazatın İslâmda olmadığını, insanın muktedir iken kendisini şehvetten çekip uzak durmasını bilmesinin önemli olduğunu vurgular. Bu hadiste iki mesele anlatılmaktadır: Birincisi, İslâm dini, bedene yapılan gereksiz gıda rejimlerini reddeder. İnsan yiyecek, içecek fakat itidalden ayrılmayacaktır, ikincisi, ruhban sınıfı islâmda mevcut değildir. Peygamberler bile. yaptıklarından sorumlu olduklarına göre, ayrı bir ruhanî sınıfın, Allah ile mü’min arasına girmesini Müslümanlık reddetmiştir. İnsan yiyerek ruhbanlığı reddedecek, ama israftan kaçınarak da temiz ve afif kalmayı temel alacaktır.
3-Rasül aleyhisselâmın, “ölümünü ölmeden önce isteyen ölmemiş sayılır. İyiyse iyiliğe ulaşmağa acele eder. Kötüyse kötülüğünün azalmasını diler” hadisi şerifinin tefsiri:
Hadis kitaplarında bu fikri işleyen bir kaç tane haber vardır. Once Kur’ân-ı kerimdeki bir âyeti, “… nefislerinizi öldürünüz…” âyetini hatırlayalım. İnsanların güzel ahlaka kavuşması için yalan, benlik, vahşet, kibir gibi bir takım kötü huyları terkedip, Allah’ın varlığını iyi tanıması, kişinin kendisini ifna etmesi olarak adlandırılmaktadır.
Allah’ı severek, onu sayarak kemal derecesine eren bu tür kimseler, hadiste belirtildiği üzere görürlerken Allah’ın nuruyla görür, giderlerken Allah’ın verdiği güçle gider, bir şeyi tutarlarsa Allah’ın eliyle tutarlar. İşte bu kimseler için ölüm güç değil, Hakka kavuşmaktır. Artık o, dünyevi dertleri ruhundan atmış, gerçekle karşı karşıya kalmıştır. Ölümü bu şekilde kabul eden bir sistem dünya üzerinde bulunmamaktadır. Peygamberimiz ağzından; ölmeden evvel ölünüz; mûtû kable en temûtû şeklinde nakledilen ve tasavvuf dünyamızda, etrafında büyük bir düşünce ve edebiyat birikimi oluşturan bu haber de, bu şekilde yorumlanmaktadır. Konya Taşkentli büyük mürebbi, müderris ve sûfı Fahreddin Kulu efendi hoca tarafından yazılan ve Mevlânâ âsitanesinin en son post-nişini olan M. Sıdkı Dede’ye ait olan kabir taşı da aynı görüşün bir izahı gibidir:
Ölmez diridir, ölmezden evvel ölenler
İşte biridir, gerçi bilir ânı bilenler
Bilmezsen eğer öğrene gel merd-i hakikat
Dergeh-i Hunkârîde yetişmiş mürşidi tarikat
Bu nevi zevatı diri olarak kabul ettiren özellik, onların kendilerini, ölmeden önce ölüme hazırlamış olmaları, hesaba çekilmeden kendi hesaplarını, her günün sonunda kendilerinin görmesidir.
4- Peygamber aleyhisselâmın, “üç kişiye acıyın: bir kavmin aşağı hale düşen yücesine, yoksullaşan zengine, câhillere oyuncak olan bilgine”:
- beyit:
“Peygamber, canım hakkı için dedi; yoksul düşen zengine, hor ve hakir bir hâle gelen yüceye, yahut da bilgisizlikle şöhret kazanan Mudar kabilesinin arasına düşmüş saf ve temiz âlime acıyın. Peygamber dedi ki: “Taş ve dağ bile olsanız bu üç bölük halka merhamet edin”.
Mevlânâ toplumlardaki bir olağan hâle temas eder. İzzetli iken zillete düşmek, zengin iken fakirleşmek, değerini bilmeyen insanlar elinde oyuncak olmak. Halk arasında: “Ne oldum deme, ne olacağım de”, “Allah kimseyi gördüğünden geri koymasın” gibi dualarla özetlenen bu duruma peygamberimizin işaret buyurması, topluma verdiği, insana verdiği değerin bir ifadesidir. Bazan çok sade görülen reçeteler, iyi bir toplum temelini kurar. İnsanı aziz ve zelil kılan Allah’tır. Ama önemli olan izzet günlerinde, zillet zamanlarında aynı sıfatta ve kabulde kalabilmektir. İnsanın izzette azması, zillette âh u figanı iyi değildir. Bunların en önemlisi de, ilmin değerinin, cehl ile bir tutulmasıdır.
Kainatın öyle bir hâkinden ettik kim zuhur
Halkı hep seyyân tutarlar, cehli de irfanı da.
Yukarıdaki beyitleriyle şâir, işte böyle bir toplumdan, böyle bir ortamdan şikayette bulunur. Bu yine iyidir. Cehlile ilmin eşit tutuluşu. Bundan daha kötüsü de mevcuttur: Cehlin ilimden önde tutulması hali.
Yine bir başka şâir şöyle dertlenir:
Bed-baht ana derler ki elinde cühelanın
Kahrolmak için kesb-i kemâl ü hüner eyler.
İşte bu durum, cehli önde tutan Mudar kabilesi ortamına düşmenin ta kendisidir.
5- Mustafa aleyhisselâmın: “Sana, seninle beraber mezara gömülecek bir eş, bir arkadaş lâzım. Sen, onunla gömülürsün, sen ölüsün ama. o diridir. İyi ise sana iyilikte bulunur, kötüyse senden kurtuluşu giderir. Bu eş, bu arkadaş, senin yaptığın işlerdir. Elinden geldiği kadar işlerini iyileştir, iyi amelde bulun” hadisinin tefsiri. Tanrı elcisi doğru demiştir:
- beyit:
“Peygamber dedi ki: Bu yol için amelden daha vefalı bir arkadaş, bir yoldaş yoktur. Amelin iyiyse sana ebediyyen dost olur. Kötüyse mezarında yılan kesilir. Babam, doğruluk yolundaki bu amel, bu kazanç, nasıl olur da üstatsız elde edilebilir? Âlemde en aşağılık sanat bile hiç ustasız elde edilebilir mi? Her sanatın önü bilgidir. Ondan sonra amel gelir. Bu suretle de amel, bir müddet mühletten, yahut ecelden sonra fayda verir”.
cümleleriyle Arapça bir metin olarak verilen bu haber, ilk bakışta şöhretli hadis indekslerinde ve alfabetik hadis kitaplarında bulunmamaktadır. Ama bu fikir, peygamberimizin diğer mübarek sözlerinde vardır. Orada belirtildiğine göre: “İnsanoğlunu üç şey kabre kadar uğurlar: Yakınları, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, sadece ameli onunla kabre girer”. Eğer bu ameller, carî sadakalar, ölümsüz eylemler ise sahibi ondan faydalanır. Yoksa hukuk nazarında bile ölünün, malına tasarrufu ancak üçte birdir. Sağlığındaki istediğini yapabilme gücü, artık üçe bölünmüştür. Hayırlı ameller yapabilme tekniği, Mevlânâ’nın ifadesine göre bir mürşitten öğrenilir. Bu mürşitlerin başı, peygamber efendimizdir. O bize öyle ölçüler vermiştir ki, onları uygularsak, kabirde bize enis olacak unsurları bulabiliriz. Söz gelişi: “Akıllı kişi kendisini, ölümden sonrası için hazırlar” haberi böyle bir düstûrdur. Kendine kabir hazırlamayıp, kendini kabre hazırlamak, peygamberimizin istediği husustur.
6- Mustafa aleyhisselâmın “bütün dertlerini bir dert yapanı, Tanrı başka dertlerden kurtarır. Fakat dertlerini dağıtan, bir çok şeylere dertlenen kişiyi, hangi vadide helak olacaksa Tanrı kayırmaz” hadisinin tefsiri:
Yukarıdaki Arapça metinle verilen bu haber de, aynı lafızlarla büyük hadis mecmualarında bulunmamaktadır. İbn Mâce el-Kazvini, es-Sunen adlı el-Kütübü’s-Sitte içinde sayılan eserinin, mukaddimesinin 23.babında ve aynı eserin Zühd için ayrılan kitabında ikinci babında: “Bütün üzüntülerini âhiret ve hesap günü üzüntüsü yapan kişiye, dünyadaki üzüntü ve kederlerinde Allah teâla yardımcıdır, o ona yeter” haberi hemen bu fikirleri işlemektedir.
Mevlânâ yukarıdaki hadisi verdikten sonra, insana aklını bir noktada toplamasını öğütler. Buradaki (hem) deyimini, ilgi, alaka, insanın zihnini meşgul eden şey olarak değerlendirir. Aslında kelimenin böyle bir anlamı da bulunmaktadır. Dünyaya ait gamm olarak adlandırdığı nesneler, beyitlerden anlaşıldığına göre, insan bedeninin yüklenebileceği maddi sıkıntılar, bedenle yapılabilecek konulardır. Celaleddin Rumî’nin ifadesine göre, her şeyi yaratılış gayesine uygun kullanmak adalet, aksi ise zulümdür.
6-Peygamber “açlık Tanrı yemeğidir. Onunla, özü doğruların bedenlerini diriltir” demiştir. Yine peygamber, “Ben Rabbime misafir olurum, o beni doyurur, suvarır” buyurmuştur.
Sûfılerin belirttiklerine göre, riyâzat, yani yağlı ballı yemekler yeme yerine, yemede iffetli davranmak, ihtiyaçtan da az yemek, insanda başka özellikler meydana getirir. Artık madde âlemi dışından o kişi doyurulmağa, susuzluğu giderilmeğe başlar. İnsan, manevi yol alırken, bu tür değerli yemeklere kendisini verirse, o zaman maddi vücudu semireceği için, feyzi de azalır, Tanrı yemeği olarak adlandırılan yemeği azalır.
Efendimizin belirttiğine göre, onun bu tür özelliği mevcuttur. Sahabeden, kendilerini oruca vermiş- bir takım gençleri uyarırken: “…. Sizlerin üzerinizde hanımlarınızın hakları vardır. Misafirlerinizin hakları vardır… benim durumumu kendinize kıyaslamayın. Ben de zaman zaman oruç tutar, bazan da tutmam. Tuttuğumda ben dayanabirim, çünkü beni rabbim doyurur, suyumu verir” şeklinde onlara, eşlerinin şikâyetleri üzerine orta yolu tavsiye etmiştir. Allah nezdine misafirliği de söz konusudur. Bütün bunlar, izahı müşkil olan hususlardır. Aşağıdaki beyitlerde de Mevlânâ oruca sarıl buyurur.
7- “Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım” hadis-i kutsisinin manası:
Tasavvuf dünyasının önemli bir haberi de budur. Hadis âlimlerinin temelsiz, asılsız olarak gördükleri bu haber, değişik lafızlarla peygamberimize, onun vasıtasıyla da Allah’a isnad edilmektedir. Peygamberimizin, “Allah, rasül-i ekremin belirttiği bir haberde buyurdu ki” veya, Rasül-i ekrem, Allah-ü teâladan naklen dedi ki, tarzındaki haberlerini, daha sonraki dönemlerde âlimler, manası Allah’tan, lafızları peygamberden olmak üzere âyetler ile hadisler arası bir kutsiyyette görmüşlerdir. Birçok sahih kutsî hadis varken, aralarında sızmalar da olmuştur. Belirtildiğine göre, başlıktaki haber de böyledir. Diğer taraftan, tasavvuf edebiyatımızda, bu fikir öyle işlenmiş ki, âdeta bir literatür oluşmuştur.
Kur’ân-ı kerim Allah sevgisinden: Allah’ı seven, Allah’ın da kendilerini sevdiği yüce kişilerden bahseder. Türkçe Mevlidde Süleyman Çelebi:
Ey Habibim, sana âşık olmuşan
Cümle halkı sana bende kılmışam, der. Bu tema çokça şiirlerimizde işlenir. Allah ile peygamberimiz arasındaki bu sevgi, bazı coşkun kişilerce aşk olarak da adlandırılsa, bunun beşerî ve garamî bir yönü olamaz. Çünkü, Allah ile kul, böyle bir sevgide birleşemez. Vücutlar ve mâhiyetler farklıdır. Burada, peygamberimizi Allah’ın sevişini ona lütuf ve ihsanı, muzaffer olması için yardımını, ümmetine bir takım bağışlarda bulunmasını, peygamberlik görevini hakkıyla yapması için kendisini teyidini, son elçi olarak gönderip, diğer enbiyâya onu üstün tutmasını…vb. v anlamak durumundayız. Yoksa, Allah’a yakışmayan bir takım durumlara sebep olmak, bir çok tenkidi bu görüş üzerine çekmek olur.
8- Mustafa aleyhisselâmın, Cebrail aleyhisselâmın geç görünmesi yüzünden daralıp, kendisini Hıra dağından atmağa kalkışması ve Cebrail aleyhisselâmın, “kendini atma… önünde devletler var” diye kendisini göstermesi.
- beyit:
“Mustafa’yı ayrılık derdi kaplayıp, daraldı mı, kendini dağdan atmağa kalkardı. Cebrail: sakın yapma. Kün emrinden sana nice devletler takdir edilmiştir deyince, yatışır, kendini atmaktan vazgeçerdi. Sonra yine ayrılık derdi gelip çattı mı, yine gamdan, dertten bunaldı mı kendisini dağdan aşağı atmak isterdi. Bu sefer Cebrail görünür, ey eşi olmayan pâdişâh, yapma bunu derdi. Hicap keşfedilip (perde kaldırılıp) de o inciyi koynunda buluncaya kadar bu haldeydi”.
Mevlânâ Celâleddin Rumî, bu beyitlerle yine peygamberimizin ilk nübüvvet yıllarına ait bir olayı dile getirir. Onun hedefi ayrıdır. Allah için fedây-i cân işlemektedir. Onun belirttiğine göre: “Herkes bir fennin, bir sanatın fedâisidir; ömrünü o yolda sarfeder, ölüp gider.”
Önemli olan o yol, o san’at olumlu olsun.
Yalnız burada, genelde yapılan bir yanlış mevcuttur. Fetretü’l-vahy; vahyin kısa bir müddet duraklaması olayı, böyle zannedildiği gibi, intiharı düşündürecek boyutlarda olmamıştır. Müddeti üzerinde bile görüş ayrılıkları vardır. Kırk günden üç yıla kadar olduğunu söyleyen bilginler olmuştur. Ama, olayları kronolojik sıraya koyduğumuz zaman, bu sürenin bir iki ayı geçmediği ortaya çıkmaktadır. Kaldı ki, o sırada peygamberimizin şehir dışına, Hırâ’ya gitmesi mümkün değildir. Çünkü Kureyş’in boykotu vardır. Etrafları çevrilmiş, Ebû Tâlib Mahallesinde (Şu’b-ı Ebî Talip) mahsur durumdadırlar.
Her yönden kuşatılmış olan ilk Müslümanlar ve -tabii ki peygamberimiz üzüntü içindedir ve teselliye muhtaçtır. Cibril ile ilk ünsiyetler, onda aşırı bir ilgi de uyandırmıştır. Peygamberlik müessesesine farkında olmadan yapılan bu tür yanlış tavsiflerin aslı yoktur. Kaldı ki, Cibrilin görevi bellidir. Onun gelişi en büyük ilgi olmuştur. Efendimiz Allah tarafından terkedilmemesini her zaman istemektedir. İlticaları o istikamettedir. Nitekim, Tâif dönüşü, en kötü durumda Allah’tan, onu terketmemesini istemektedir O zamanda bile cana kıyma düşüncesi yoktur.
Beşinci defterde bazı küçük atıfları, yazımızın kabarması için terketmiş bulunmaktayız. Bu beş defterde ve bundan sonra çalışmayı umduğumuz altıncı defterde Mevlânâ Celâleddin Rumî, en çok peygamberimize atıflar yapmaktadır. İndekslerde adı en çok geçen zat, Muhammed ve Mustafa’dır. Bunu olağan karşılıyoruz.Peygamberimizin dışında Mevlânâ’nın bir diğer yolu ve dini yoktur. Aşk ve benzeri fârik vasıfları da, hep Muhammed’in yolu ile kayıtlıdır. İslamın şerîat ahkâmını omuzdan aşıran, değişik dinlere mihrap olacak bir Mevlânâ Celâleddin bulunmamaktadır.
Mevlânâ tedkikleri, birçok büyüğümüz gibi, henüz bilimsel ölçülerle, bol tahsisatla, dünyada benzerleriyle işbirliği içinde çalışan ilim kurumlarıyla temsil edilmemektedir. Bu iş üniversitelere düşmektedir. Öğretimle boş saati kalmayan, yorgun, alet ve edevatı olmayan öğretim üyesinden bir şeyler beklemek haksızlık olur. Sadece araştırma ile görevli olacak kadroların, vakit geçirilmeden bolca yetiştirilmesi şarttır. Sayısal yolu, sözel ve gönülsel ile takviye edilmedikçe ne kemâl olur, ne de kalkınma.
Mevlânâ’nın kullandığı hadisler içinde sahih olanlar büyük sayıdadır. Temellendirilmeyen, hadis bilginlerinin asılsız veya zayıf kabul ettiği bir takım müteşâbih sözler de vardır ki, bunlar İslâm tasavvufunun üçüncü asırdan sonra çok kullandığı haberler olmuştur. İlk sûfılerin, hadisçi yönleri kuvvetlidir ve onlar, rivayet ilimlerini, tarihî tenkidi de bilmektedirler. Daha sonra, sırf belirli meseleleri anlatmak için bu tür asılsız veya ispatı mümkün olmayan haberlerden de yararlanılmıştır. Gerek eski dönemde ve gerekse günümüzde mesele iki türlü değerlendirilmiştir:
1-Bir kısım bilginler ve süfil’er, bu tür haberleri çok kullanarak, kendilerine göre daha sert buldukları şeriatın ahkâm bölümünden kaçmağa çalışıp, halka sevgi ve müsamahayı tavsiye eden bu haberleri yeğlemiştir. . Ortaya iki türlü İslâm belirmiştir: Zahir, bâtın. Zahir İslâmı daha kaba bulunup elit bir zümre kendisini, daha da ileri götürerek, sorumluluktan, ibâdet ve taattan müstağni sayma cür’etini göstermiştir. Halbuki, kendilerine bilmeden bu malzemeyi veren kişilerin böyle bir sonuçtan haberleri ve rızaları yoktur.
2- Şer’in ve İslâm kaynaklarının temellendirmediği bu tür haberleri diline dolayan bir zümre ise sûfıyye’yî zındıklıkla İslâm dışı olmakla suçlamış ve hala da suçlamaktadır. İşe hangi yönden bakılırsa bakılsın, aşırılıklar vardır ve zarar gören ise müslümanlıktır. Birisi, dinin evrensel boyutunu daraltmış, diğeri ise, onun ahlâk ve zühd yanını, sırf birkaç kişinin hatası yüzünden inkâr edip, başka dinlerin kalıntısı olarak görmüştür. Bu iki ifrat noktasından kurtulmanın yolu, gerçek anlamda ilmi hakem kılmaktır. İyi ve temelli ilim, doğruları öğretecek; İslâmın şeriat, ahlâk ve zühd olduğunu gösterecek, diğer yandan herkesi İslâm dışına atma bedbahtlığı da son bulacaktır.
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis anabilim dalı mensupları olarak bizler, müslüman dünyasının tasavvuf ve zühde olan ilgisini, dünya insanının İslama bu kapıdan girme isti’dadını da ön planda tutarak, ilme katkı yapmak amacıyla üç mensubumuzu bu istikamete yönlendirdik. Rahmetli Veysel Ünler, tasavvuf kökenli bu tür haberler üzerinde çalışıyorken Allah’ın rahmetine kavuştu. Şimdi bu işi daha bir vukufla inşallah doktora öğrencimiz, aynı fakültenin Arap Dili ve Belâğati öğretim görevlisi Muhittin UYSAL yüklenmiştir. Tasavvufta, münakaşalı olan hadisler, inşallah onun çalışmasıyla yeni bir açıklık kazanacaktır. Yakında profesörlüğünü dilediğim değerli doçentimiz Bilâl SAKLAN ise, doktora’da, .hadislerin işârî (tasavvufı) şerhlerine yönelmiş, Kûtu’l-Kulub adlı ilk tasavvuf dönemi ana kaynaklarından olan bir eserin kritiğini yapmıştır. Tasavvufla uğraşan ilim mensubu, Bilâl Sakla’nın, kullanılan hadisler konusunda olurunu almalıdır. Eser maalesef basılmamıştır. Türkiye Diyanet Vakfı’ndan bu hizmeti-her ne kadar konuyu fazla spesifik bulsa da-dört gözle beklemekteyiz. Doçentlik döneminde ise Dr. SAKLAN Gülâbad’lı Ebû Bekir’in Miftâhu Maani’l-Ahbâr adlı şerhinde aynı hizmeti yapmıştır, Yüzlerce tasavvuf muhtevalı hadis kritiği, bu iki eserdedir. Ve bunlar basım için himmet beklemektedir.
Sosyal Bilimler Enstitülerinde- diğerleri de öyle-yapılan çalışmalar adı geçen kurumun kütüphanesinde bir nüsha, jüri üyelerinde üç nüsha, yedek üyelerde iki nüsha olmak üzere beklemektedir. Bunların basımı ülkemizin bilgi, kültür ve medeniyet düzeyini yüceltecek, yanlışları, yanlış yönlenmeleri ve istismarları önleyecektir. Devlet başta olmak üzere her kesim, dinin yanlış ellerdeki istismarından söz etmekte, bu istirmarcılar, kendi eserleri için çok kolay basın ve yayım imkanları bulurken, gerçek ilmi çalışmalar yedi yazma olarak- maalesef- kalmaktadır. İnşallah altıncı defterde sağ- salim buluştuğumuzda yakındığımız bir çok olumsuzluk giderilmiş olur.