Mesnevinin Fatihası: İlk 18 beyit… ve sembolik dil
Zafer Acar
-1-
Horasan’ın Belh şehrinde doğan Mevlâna Celâleddin Rûmî (1207-73), birçok büyük isim gibi ilk eğitimini babasından alacaktır. Babası vefat ettiğinde 24 yaşındadır ve büyük bir donanıma sahiptir. Daha sonra Seyyid Burhâneddîn Tirmizî’nin yanında eğitimine devam eder ve burada aklî ve naklî bilgilerden başka, duygu ve sezgiye dayanan irfanın varlığını fehmeder. Bu yıllarda Mevlâna, tasavvufun sırlarını keşfetmeye başlayacaktır. 37 yaşına geldiğinde ise hayatında büyük bir tekamül gerçekleşir. O yıl, büyük bir çekim gücüne sahip bir derviş olan Şems-i Tebrîzî ile tanışır. Bizim şu an sözünü ettiğimiz asıl Mevlâna işte o tarihte doğacaktır. Şems-i Tebrîzî, Mevlâna’yı kalıpların dışına çıkararak, hür düşünmenin ufuklarında gezdirir ve Mevlâna bu cezbe haliyle şiirler söylemeye başlar.
O mûsikîdeki ritmi, şiir ve insan vücudundaki mistik ahengi keşfetmiş ve semâ ile Tanrı’ya ulaşmanın yollarını aramıştır. En büyük semâsını ise şeb-i arûs (düğün gecesi) adını verdiği ölüm anında gerçekleştireceğine inanmış ve ölüm onun için şiddetle arzulanan bir durum hâline gelmiştir.
Mevlâna Celâleddin Rûmî XIII. yüzyıl Anadolu’suna İslâm bilgisini değil, duyarlılığını yerleştirecek; kuru bir şiirden bizi kurtarıp bize sanatlardan güç alan derinlikli bir şiir bırakacaktır. Kendinden önce kaleme alınmış Kutadgu Bilig ve Atebetü’l-Hakaayık gibi dinî eserler daha ziyade halkı eğitmek amacını gütmekteyken Mevlâna bir sonraki aşamaya geçmiş, şairlere sanatı ve özellikle şiiri öğretmiştir.
Mevlâna yeni bir geleneğin adı olmuş ve ondan faydalanmadan hiçbir isim geleceğe kalamamıştır.
-II-
Edebiyat tarihlerine göre dünya şiiri modern ve sistematik bir sembolizme ilk olarak Fransız şair Baudelaire ile kavuşur; Türk şiiri ise Ahmet Haşim’i beklemek zorunda kalacaktır. Halbuki göstergeler insan var olalı beri kullanılmakta. İlk insan, karşılıklı anlaşabilmek için el kol hareketlerinden, mimiklerden, sesten ve bir yerlere çiziktirdiği şekillerden yararlanmıştır. Sözlü veya yazılı kelimelerin birer sembol olduğu hiç mi akıllara gelmemişti. Aslında Homeros’un şiirleri, Sokrates’in konuşmaları sembolizmin ustalıklı örnekleriydi.
Mevlâna geride bir çok önemli eser bırakmasına rağmen daha ziyade Mesnevi’siyle tanınır. O, Mesnevi’nin girişindeki 18 beyitle âdeta maharetini sergiler. Edebiyatımızda daha önce karşılaşmadığımız olgunlukta bir sembolizmle karşılaşırız bu beyitlerde. Belki de Mevlâna’nın bu başarısı, ilk 18 beyti titizlenerek kendi yazmasından kaynaklanıyor. Geri kalan birçok kısmı, Mevlâna söylemiş mürîdi Hüsamettin kayıt altına almıştır.
Tam bir metafor niteliği taşıyan Ney’in, hangi varlığı temsilen kullanıldığı ise açıkça belirtilmemiştir. Zaten Aristoteles’ten beri metafor; bir şeyi başka bir şeye ait olan bir adla çağırmak, şeklinde tanımlanır.
Şurası ise kesin: İlk 18 beyt, Mesnevi’nin Fâtiha’sıdır. İnsanın trajik macerası sıkıştırılmıştır bu beyitlere
1. Bu neyi dinle, nasıl şikâyet ediyor? Ayrılıklardan hikâyet ediyor.
Bir memnuniyetsizlik dile getiriliyor bu mısralarda. Dinle, şeklinde emreden kim? Buradaki emir ifadesi kutsal kitaplardaki ifadeye benziyor. O halde bütün mesnevi şerhlerinde vurgulandığı gibi ney, şairin kendisi değil yalnızca bedenidir; neyin içine üflenen nefes ise Tanrı’nın nefesidir. Yani Tanrı, şairin oyulmuş, işlenmiş içinden bizlere ve de şairin kendisine seslenmekte. “Ben cisimden ve hayalden soyundum; visalin nihayetlerinde salınıp gezerim”(Mesnevi,c.6/4639) Yani şikâyet eden şair değil, Tanrı’dır. Çünkü suçlu olan, kendini cennetten kovduran, Tanrı’nın bir parçası iken ondan kopan biziz.
2. Ney der ki, beni kamışlıktan kestikleri zamandan beri, nâlemden erkekler ve kadınlar inlemişlerdir.
İnsan, dünyada mutsuz. Anlık mutluluklarla idare ediyor, işitemesek de kalp kulağıyla duyduğumuz İlâhî ağıtlardır sebebi. Kopan parmaktan çok parmağını kaybeden el ağrılar çeker. Parmak, zaman gelir macerasını, nereye ait olduğunu unutur, benlik derdine düşer. Fakat unutan akıldır, kalbin hafızası bu hususta hiçbir zaman zafiyet göstermez, bilinç-altından bizi rahatsız eder. İşte bütün huzursuzluklarımızın sebebi budur. Ayrıca kamış, kökünden sökülmemiş, kesilmiştir. Hem kesilme acısını hem de varlık sebebinden ayrılmış olmanın ıstırabını yaşar. Durumun veameti vurgulamak amacıyla kadınların inlemesine erkekler de eklenmiştir. Kolay kolay erkekler ağlamaz çünkü.
3. Ayrılıktan pare pare sîne isterim, tâ ki iştiyak derdinin şerhini söyleyeyim.
Şairin içinden seslenen Tanrı, realitedeki ney’in yapılışıyla insan arasında benzerlikler kurar. Kamışın ney’e dönüşmesi, içinin parça parça oyulmasıyla mümkündür; yani günahlarından çile çekerek arınmalıdır kamış. Âdeta bu beyitle insan-ı kâmil makamına erişmenin yolları öğretilir bize. Ancak bu makamdan sonra temizlenmiş bir nefisle Tanrıya dönülebilecektir. Özlem derdinin sırlarını ancak keskin bıçaklarla doğranmış kalp anlayabilir.
4. Her bir kimse ki, o kendi aslından uzak kaldı, tekrar kendi vasimin zamanını ister.
“Allah’ım, senden sana sığınırım” hadis-i şerifinin açılımı gibidir bu beyit.
Tanrı, kamıştan değil artık fenafillahı arzulayan ney’den bahseder. Kendinden ayrılan birinin kendine kavuşma durumudur bu.
5. Ben her bir cem’iyyette inleyeni oldum. Kötü halliler ile, iyi hallilerin eşi oldum.
Tanrı, mesajlarını iyi kötü ayrımı yapmadan herkese iletir ve cezada acele etmez. Hakikatleri öğrenen herkes içinde bulundukları durumdan dolayı ağlamaktadır.
6. Her bir kimse, kendi zannı cihetinden benim yârim oldu. Benim bâtınımdan esrarını istemedi.
İnsanların büyük çoğunluğu zahire önem verir, bâtından haberdar değildir. Nesnelerin içindeki gizli denize dalabilen pek az Tanrı âşığı vardır.
7. Benim sırrım nâlemden uzak değildir; fakat gözün ve kulağın o nuru yoktur.
Nurla görmek ve duymak, kalbini rehber edinmiş insân-ı kâmilin yapabileceği iştir. Ney’in ağlaması; müziktir. Ney sesi, insanda bir inleme, ağlama hissi yaratır. Demek ki müzik İlâhî olana en yakın ses. Şairin içinden seslenen Tanrı, sırları anlamlı kelimelerle değil, bir anlamı olmayan ve sadece duygulara hitap eden müzikle çözebileceğimizi vurgular sanki. Anlamın ötesine geçebilen, anlamsızdaki mistik anlamı bulabilen kişiler sırların muhatabı olacaktır.
8. Ten candan, can da tenden örtülmüş değildir; fakat bir kimseye, canı görmeğe izin yoktur.
Aslında her şey ortadadır ve hiçbir şey kendini gizleme gayretinde de değil. Varlığı bizden gizleyen yine biziz.
9. Bu neyin sesi âteştir ve hava değildir. Her kimde bu âteş yok ise, yok olsun.
Bu beyitten anlaşılacağı üzre; ateş (ney sesi), Tanrıyı imlemekte. İçinde Tanrı aşkını taşımayan kişilere beddua ediliyor.
10. Aşkın ateşidir ki “ney” e düştü. Aşkın kaynayışıdır ki, meye düştü.
Tanrı Adem’e kendi ruhundan üfleyerek onu kendinden kılmıştır. Ney’in üflenmesi, yaratılış anını çağrıştırıyor. Tanrı en çok da aşk duygusuna yakın durur. Tanrı’nın ateşi, Âdem’e düştü desek bu beyti açmış oluruz herhalde. Şarap da bu ateşten nasiplenmiştir ki ney gibi sarhoşluk verir muhatabına.
11. Ney, bir yârinden munkatı’ olan her bir kimsenin musâhibidir. Onun perdeleri bizim perdelerimizi yırttı.
Ney, ayrılık acısı çeken herkesin yardımına koşar. “Onun perdeleri bizim perdelerimizi yırttı”, ifadesindeki perdeden kasıt ney’in sûrî “ney”de yegâh, aşîrân, ırak, segah ve çargâh şeklindeki yedi perdesidir ki, insân-ı kâmile ulaşmada nefsin aşamaları da “nefs-i emare, nefs-i levvâme, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i râziye, nefs-i marzıyyeve nefs-i safîye” şeklinde yedi tanedir. Yine burada insanın kafasındaki yedi delik de hatırlanabilir. Perdelerin yırtılmasından kasıt: gözün daha iyi görmesi, kulağın daha iyi işitmesi, dilin daha doğru konuşması ve burnun gaybi koklamasıdır. Perdeleri açılan ney, Tanrı’ya kavuşur ve O olur.
12. Ney gibi bir zehir ve bir tiryak kim gördü? Ney gibi bir dost ve bir müstâk kim gördü?
İmanın şartlarından biri olan “Hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmak.” ile “Ney gibi bir zehir ve panzehir” ifadeleri kardeş gibi görünüyor. Bu şekilde akrabalık kurduğumuzda ney’in Tanrı’yı imlediği fikri desteklenmiş oluyor. Ney’in eşsizliğini vurgulayan ikinci mısra da aynı doğrultuda oluşturulmuştur. Geçmişte yapılmış şerhlerdeki gibi ney’in şairin kendisi olmasının imkânı yok gibi. Bu övgüler Tanrı’ya yakışıyor.
13. Ney, kan dolu olan yolu. söylüyor; Mecnûn’un aşkının kıssalarını söylüyor.
Kan dolu olan yol, İlâhî yoldur; daha önce bu yoldan geçen insân-ı kâmillerin kanıyla dolmuş bir yol. Mesnevî, bu yolda yürüme kılavuzudur.
14. Bu aklın mahremi akılsızlıktan başka bir şey değildir; zîrâ kulaktan başka dile müşterî yoktur.
Mutasavvıflara göre akıl, insanı yanıltır; deliliğe övgü vardır hep. Mecnun, deliren kişi anlamına gelir ve eski edebiyatımızda hemen her usta şair yeni bir tatla Leylâ ile Mecnun hikâyesini anlatır. Kalptir insanı Tanrı’ya ulaştıracak olan.
15. Günler gamımızın içinde akşam oldu; günler yanmalar ile yoldaş oldu..
İnsân-ı kâmilin dünyadaki hayatı koyu bir karanlıktan ibarettir; “dünya, mü’minin cehennemidir.” hadis-i şerifi burada hatırlanabilir. Ancak gün ışığı, bu karanlığı akşama (beyaz gece] çevirebilir diyor bize bu mısralar. Yanmalar yine aşk ateşini imler.
16. Günler geçtiyse de ki: Geçsin korku yoktur bize; sen kal ey o kimse ki, senin gibi pâk yoktur.
Bakî olan Tanrı’dan söz ediliyor bu mısralarda. Geçici olan zaten kirlenerek geçecektir.
17. Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.
Balık, insani; su ise Tanrı’yı imler. İnsan varlığın içinde varlıktan habersizdir. Rızkı olmayan insan çile çekmekte ve bu nedenle -psikolojik bir durumdur bu- günler uzamaktadır.
18. Pişmişin hâlini, çiğ olan hiç anlayamaz. Binâenaleyh söz kısa gerektir vesselam.
Yedi İklim Dergisi – Mevlana Özel sayısı
#Zafer Acar