MEVLÂNA BİR İSLÂM ERENİDİR
Aydın BAŞAR
Bugün dünya üzerinde birçok farklı din mensubunun Hazreti Mevlâna’ya ilgi gösterdiğini görüyoruz. Mesnevî’nin dünyada en çok okunan kitaplardan birisi olması, Mevlâna’nın Konya’daki türbesinin dünyanın her tarafından gelen misafirleri ağırlaması, ona olan ilginin bir göstergesidir. Bu kadar çok sevilmesinin kuşkusuz ki en önemli sebebi onun gönüllere hitap etmiş olmasıdır. Mesnevî’de işlediği evrensel hakikatler her dinden ve inançtan insanın ilgisini çekmiştir. Hakeza Yunus Emre Hazretleri de yine aynı şekilde sevilmekte ve ilgi görmektedir. Belki de farklı din mensuplarının fıtrî olarak tevhide ve fıtrat dinine olan özlemleri, Mevlâna ve Yunus sevgisi olarak tezahür etmektedir. Ruhlarını tevhide aykırı üçleme gibi inançlarla kirletmiş olanlar, belki de onların berrak hikmet havuzunda tevhidin dinginliği buldukları için fıtraten onlara ilgi gösteriyor olabilirler. Nitekim Yunus Emre; “Dört kitabın manası,/ Bellidir bir elifte/ Sen elifi bilmezsen,/ Bu nice okumaktır.” diyerek insanlığı “elif” ile sembolize edilen tevhid inancına çağırmıştır. Hikmet, derin kavrayış yoluyla bir şeyin arkasındaki gizli nedenleri sezebilmek demektir. Yani hayatın anlamına getirilen bir açıklamadır. Bir anlam arayışına giren ve hikmetin peşine düşen insanlar hemen her devirde olmuştur. Şu da bir gerçektir ki hikmetin dili evrenseldir ve hikmet bütün insanlığın ortak malıdır. Dolayısıyla farklı din mensuplarının Mevlâna’nın hikmetli sözlerinden etkilenmesini pek fazla da garipsememek gerekir.
Davet Dili
Dünya insanının Mevlâna’ya ve Yunus Emre’ye ilgi duymasının en önemli nedenlerinden birisi de onların benimsemiş olduğu davet üslubudur. Onlar hayatlarını adadıkları hakikate insanları çok naif bir şekilde çağırmışlardır. Mevlâna ve Yunus insanlara karşı gönül iletişiminin imkânlarını en güzel şekilde kullanarak onlara gönlünü açtıkları için bir davet ortamını hazırlayabilmişlerdir.
Bugün dünya üzerinde birçok farklı din mensubu Mevlâna’ya, Yunus Emre’ye ve İbni Arabî’ye olan ilgileri dolayısıyla Müslümanlığı benimsemişlerdir. Kimilerine de hidayet nasip olmasa da onlara muhabbet duymuşlardır. Mevlâna’nın tebliğ anlayışına baktığımızda tıpkı onun da Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gibi herkesin bir gün mü’min olabileceği düşüncesi ile insanlara yaklaştığını görüyoruz. Mevlâna’nın bu anlayışına Mesnevî’deki şu sözlerinde rastlıyoruz: “Ümitsiz olmamak gerekir. Kâfir koruklara da Allah acır, onların içindeki istidatlı iyi koruklar, sonunda gönül ehlinin nefes ve terbiyesi ile mü’minlere karışır, bir tek gönül sahibi olurlar. Hepsi de üzüm olmaya koşarlar. Aradaki ikilik, yani korukluk ve üzümlük farkları ile beraber, kin ve kavga da kalkar. Korukların hepsi de üzüm olunca, kabuklarını yırtarlar, birbirlerine karışır, şıra olurlar. Böylece vahdet, birlik hepsinin vasfı olur.”
Mevlâna’nın tebliğ anlayışını korukta üzümü, üzümde de pekmezi görmek olarak özetleyebiliriz. Bu olumlu ve müsbet anlayış bugün bütün Müslümanlar için ufuk açıcı bir örneklik teşkil etmektedir. Davette insanları uzaklaştırmak değil kendimize çekmek esastır. Dolayısıyla onları potansiyel mü’minler olarak görmek, davetin amacına ulaşmasında bize yardımcı olacak çok güzel bir düşüncedir. Bendeniz bu anlayışın somut bir örneğini Japonya’da İslâm’ı yayan Nimetullah Yurt Hocaefendi’de görmüştüm. Gayrimüslimlere davet usulünü bana şöyle anlatmıştı: “Ben herkesi İslâm’a muhtaç birer insan olarak görüyorum. Onların da bu güzelliği yaşaması için onlara kelime-i tevhid tekrarlatıyorum. Sonra onlara kartımı ve telefonumu verip yanlarından ayrılıyorum. Onlara Müslüman olmuş gözüyle bakıyorum. Tamam, onlar Müslüman oldu artık, böyle düşünüyorum.” Böylesi bir anlayış, hem iyiyi çağırma anlamında bir dua mahiyeti taşıyor, hem de tebliğde karamsarlığı ortadan kaldırdığı için dinamik bir tebliğ sürecinin oluşmasını sağlıyor.
Cenazesinde Yaşananlar
Yahudi ve Hıristiyanların Mevlâna’ya olan ilgisi yeni bir durum da değildir. Bu ilgi onun yaşadığı dönemlerde de olmuştur. Nitekim onun cenaze töreni bu tespiti doğrular mahiyettedir. Cenazesinde Hıristiyan ve Yahudiler; “Biz dinimizi ondan öğrendik” diyerek Müslümanlarla birlikte yürümüşlerdir.[1]
Abdulbaki Gölpınarlı cenaze törenindeki bu manzarayı şöyle anlatıyor: “Cenazede şehirliler, köylüler, baş açık, yalınayak tabutu kucaklaya bilmek için can atıyor, her kes tabutun önünde ardında, ağlaya ağlaya dönüp duruyordu. Ana cadde adam almıyor, halk bir kerecik olsun tabuta dokunabilmek için ara yollardan sel gibi akıyordu. Bilginler, sufiler, ahiler, futüvvet erleri, rintler, hükümet ricali ve… Ve Hıristiyanlar, Hıristiyan papazları, Yahudiler ve Hahamlar, bütün insanlık, Mevlâna’yı baş üstünde taşıyordu. Papazlar dinî ayinlerini yapıyor, Hahamlar Tevrat okuyordu. Bir ara hamervahlardan biri Hıristiyanlarla, Yahudileri bu törene karışmaktan menetmek istedi. Feryat ettiler; o bizim Mesih’imizdi, o bizim İsa’mızdı. Musa’nın İsa’nın sırrını biz onda gördük. Güneşti o, güneş bir yeri değil bütün dünyayı aydınlatır. Bir papaz, gözyaşlarını yeniyle sildi de hıçkırıklarla bağırdı; Mevlâna ekmeğe benzer, ekmekten kaçan var mıdır ki?”[2]
Mevlâna üzerine yapılan konuşmalarda, panellerde, söyleşilerde konuşmacılardan mutlaka bir veya iki tanesi tarafından Mevlâna’nın cenazesine atıf yapıldığı görülmektedir. Bazı konuşmacılar nedense her şeyden bir hoşgörü mesajı çıkartmaya çok hevesliler. Bazı kimseler de Hristiyan ve Yahudiler cenazesine katıldı diye bu büyük zatı dinler arası diyalog ve hoşgörü masallarına alet etmeye kadar gitmişlerdi. Hatta bununla da kalmayıp Mevlâna’nın adını dinlerin birliği gibi sapkınlıklara bulaştırmak isteyenler de var.
Mevlâna’nın cenazesine Hristiyan ve Yahudilerin gelmesi ancak insaf sahibi bazı Ehl-i Kitab’ın onun söylediği bazı hakikatleri takdir ettiği ile açıklanabilir. Bunun dışında bundan türlü türlü manalar çıkartmak ve ılımlı bir anlayışla Hazret’i bir hoşgörü kahramanı olarak lanse etmek gerçeklere aykırıdır. Bir insanın cenazesine Yahudi ve Hristiyanların katılmış olmasını bir büyüklük kıstası olarak görmemek lazımdır. Bu durum Mevlâna’ya artı bir değer katmamaktadır.[3] Onun bir İslâm ereni olduğu hakikati ortadayken, bilgili bilgisiz eline mikrofonu alanın onu İslâm’dan ayrı bir hümanist olarak lanse etmeye çalışması Prof. Dr. Hüsrev Hatemi’nin de dikkatini çekmiştir. Bu konuda şöyle demiştir: “Mevlâna’nın hayatı karanlıkta kalmamıştır. Fakat Mevlâna için uzun süreden beri mikrofon edebiyatından başka ne yapıyoruz?”[4]
Onların bu sevimsiz tavırlarının bir uzantısı da Mevlâna’yı ve Yunus’u sanki “dinler üstü” kimselermiş gibi gösterme çabası olmuştur. Açıkçası onlar bu tutumlarıyla bu büyük isimleri kendi batıl ideolojilerine alet etmeye çalışıyorlar. Bu zatları insanlara olduklarından farklı tanıtarak bundan bir şekilde nemalanıyorlar. Yok, hümanistmiş, yok insancılmış diyerek kendilerince onu bir şablona sokmak istiyorlar. Bu zatları anlama konusunda nasipsiz olan kimselerin, yerli yersiz yorumlar yapmaları bir çeşit kültür kirlenmesine de sebebiyet vermektedir. Bu durumu Prof. Dr. Hüsrev Hatemi şöyle değerlendiriyor: “Mevlâna, Yunus Emre, Mehmed Âkif ve daha birçoklarının etrafında onların savunucusu olduklarını iddia eden aslında bu kişiliklerin yanlış tanınmasına yol açmaktan başka işe yaramayan, çeyrek aydın tabakası olmuştur. Mesnevî’yi kendimiz okuyarak, Yunus Emre’yi ve Sâfâhat’ı kendimiz okuyup düşünerek kültür kirlenmesinden korunmak mümkündür.”[5]
Mevlâna İslâm Erenidir
İslâm dışı dinlere inanan kimselerin Yunus ve Mevlâna’ya olan ilgilerinden yola çıkarak onlar için “Dinler üstü kimselerdir.” yorumunu yapmak da isabetli değildir. Çünkü onların yaydığı öğretiler apaçık İslâm’ın öğretileri iken, bu gerçeği es geçerek bir değerlendirme yapmak bizi yanlış bir yere götürür. Mevlâna hiçbir zaman İslâm’ın dışında kalan uydurulmuş bir dini veyahut bazı batıl inançları benimsemiş değildir. Allah katında tek din olan İslâm dininin göstermiş olduğu dosdoğru çizgiden zerre kadar sapmamıştır. Diğer dinlere karşı ise son derece seviyeli bir yaklaşım içerisinde olmuştur. Gerçekte Mevlâna bütün dinlere saygı göstermiştir ama bütün dinleri eşit görmemiştir.
Netice de Mevlâna dinler üstü bir inancın taraftarı değil, İslâmiyet’in özüne vakıf bir Müslümandır.[6] Bu hakikati Sezai Karakoç şöyle dile getirmiştir: “Mevlâna bir İslâm ereni, bir İslâm önderi, bir İslâm düşünürü, bir İslâm şairidir. Bu en basit gerçeği bile saptırmak için nice yıl ne diller dökmediler. Fakat güneş balçıkla sıvanmaz.”[7] Mevlâna’nın ahlak ve eğitim sisteminin temelini Kuran- Kerim’de ki ilâhî emir ve tavsiyeler oluşturur. Eserleri bu açıdan tetkik edilince, özellikle Mesnevî’sinde hâkim olan ruhun İslâmiyet’in özü olduğu açıkça görülür.
Mevlâna’yı anlamayıp, onun İslâmiyet’ten farklı sözler söylediğini zannetmek, Mevlâna’yı yalnızca şair ve filozof olarak değerlendirmek; onun şiir, musiki ve sema cephelerinden ele almak hatalıdır.”[8] Mevlâna’nın çoğumuzun bildiği şu tek sözü bile bu konudaki hakikati ortaya koymaya kâfidir: “Canım tenimde oldukça Kur’an’ın kölesiyim ben, Allah’ın seçkin peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yolunun toprağıyım. Her kim benden bunun dışında bir söz naklederse hem o sözden şikâyetçi olurum hem nakledenden.”[9]
[1] Emine Yeniterzi, Mevlâna Celâleddin Rûmî, Ankara, 1997, s. 112.
[2] Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna, İstanbul, 1996, s. 21.
[3] Bkz. Aydın Başar, İrfan Yolculuğu, İstanbul, 2020, s. 366.
[4] Türk Aydını Dünü-Bugünü, İstanbul, 1991, s. 89.
[5] A.g.e., s. 89, 90.
[6] BkzEmine Yeniterzi, Mevlâna Celâleddin Rûmî, Ankara, 1997, s. 112.
[7] Sezai Karakoç, Mevlâna, İstanbul, 1999, s. 77.
[8] Emine Yeniterzi, Mevlâna Celâleddin Rûmî, Ankara, 1997, s. 111.
[9] Rubailer, Rubai 1052.
Aydın BAŞAR