Mevlânâ Bize Neyi Hatırlattı?

Mevlânâ Bize Neyi Hatırlattı?

Aristotales, Bilgeler prensipleri, esas­ları koyanlardır, der. O esasları aça­rak hayata tatbik etmek ise bilgeleri izleyen mütefekkirlerce gerçekleşti­rilir. Prensip vaz’ etmek, Küllî Akıl ile Evrensel Ruh ile irtibat kurulması­nı gerektiren yüce bir iştir, bunu yapabilen bilge sayısı da doğal olarak azdır. Siz bu kişileri, ortaya koymuş oldukları düşünce tarzlarının oluşturduğu medeniyetler, sanatlar ve edebiyatların arkasında rahatlıkla görebilirsiniz. Olan bitene sadece olgular ve sonuçlar düzeyinden bakmak, eşyânın hakikatini bize veremez. Oluşum ve sebepler düzeyinden ala­rak görebilme bilgi düzeyine çıkılmadıkça da “ilim” gerçekleşmez. Çünkü ilim, evrende olup biten ara­sındaki irtibatı kurabilme sanatıdır. Toplumsal, si­yasal ve sanatsal olguların arkasında hep bir fikir babası vardır. Bir tabloyu yorumlarken, bir mimarî eseri incelerken, bir melodiyi dinlerken yahut bir la- boratuvarda çalışırken karşınıza dikilirler bu abide şahsiyetler. Çin medeniyetinin arkasından Konfiçyüs, antik Grek’in sokaklarından Platon, Roma İmparator­luğumun ihtişamından Marcus Aurelius, Rönesans’ın arkasından Averroes tebessüm eder. Uzun insanlık tarihinin her devresini, sanat eserleri kadar yönetim biçimlerini de o şahsiyetlerin nefeslerinden bağımsız olarak düşünemezsiniz. Hindistan yarım adasında Tac Mahal gibi bir şâheserin Muhyiddin İbn Arabî’nin Mekke Fetihleri kitabından ilhamla yapıldığı bilinir. Osmanlı Devleti’nin birden çok din ve kavmi, “millet sistemi” anlayışı altında bir arada tutabilmesinin fikrî şablonunun, tasavvuf düşüncemizin “birlik içerisinde çokluk” (kesret der vahdet) anlayışından alındığı da bir gerçektir. Ne var ki, muayyen bir kültür ve me­deniyet çizgisini belirleyen kurucu figürlerin kimler olduğunu doğru tespit etmek gerekir. Her yapıyı kendi referans sistemi içerisinde değerlendirmek en doğrusudur. Aksi ise bizim kendi referanslarımızla o tarihî dönemi yorumlamaya kalkışmak olur ki bu bir bilimsel saptırma örneğidir. Bütün referanslarının İbn Arabî ve Mevlânâ ikilisine dayandığı aşikâr olan bir Osmanlı kültür dünyasını, İbn Rüşd ve Cabirî iki­lisinin referanslarıyla okumaya kalkışmak, bunun en bâriz örneğidir.

Modernizmin akıl ve teknik tasvirlerinin büyüsüne kanan modern Müslüman aydın her ne kadar gör­mezden gelse de, Osmanlı insanını araştıran uzman­lar, onu, bir elinde Mesnevi, bir elinde pilav kaşığı tutan bir adam şeklinde tarif ederler. O dönemde birçok şair, şiirlerinin konusunu Mesnevî’nin müellifi Mevlânâ’dan aldı. Birçok metin, onun görüşlerini şerh etmek üzere yazıldı. Kitabını okumak ve okutmak üzere Mesnevîhâneler adı altında eğitim müessese- leri açıldı. İlhamını ondan alan pek çok beste yapıldı. İmparatorluğu ziyarete gelen hemen hemen bütün seyyahlar, ya yazılarında yahut çizimlerinde onun dervişlerinden bahsettiler, onları resmettiler. Bu irfan meclislerinin müdavimleri arasında sultanlar, vezir­ler, şeyhülislâmlar baş köşelerde yer aldı. Devletin en mühim meşveret toplantılarında ise Eflatun’un bu İhtiyarlar’ına yahut Kutadgu Bilig’in Aksakallılar’ına görüşleri soruldu, dedikleri kanunlaştırıldı.

Peki, Selçuklu ve Osmanlı zihniyet dünyasını anla­mamızın en mühim anahtarlarından birisi olan bu bil­geler, bugün bize ne ifade ediyorlar? Bugünün Müs- lümanı, neden eslâfından daha mesafeli durmaktadır böylesi kurucu şahsiyetlere? Geleneksel değerler sistemi parçalanmamış toplumlarda yüksek paye­lerle taçlandırılan bu bilgeler, modernlikle beraber neden anlaşılmaz oldular? Gerçekte onlar mı anlaşıl­mazdı yoksa bizler mi anlaşılmaz olduk? Mânâsında kayma olan biz miyiz onlar mı?

Psikologlar, ruh sağlığı bozulan modern insanı teda­vi etmek üzere sekiz yüze bâliğ olan tedavi yönte­mi geliştirdiklerini söylerler. Son zamanlarda, ciddi tedavi merkezlerinde, bunlar arasına Mevlânâ’dan alınan düsturlar üzerine kurulan tasavvûfi yöntemleri de katanların sayısında artış olması calib-i dikkattir. Mesela varoluşsal psikiyatride, sorunun kökenlerine inilir. Kişinin varlıkla irtibatının anlamlı kılınmasında yaşanılan enerji kesintisi, yeniden kurtulmaya çalı­şılır. Mevlânâ tam da bu noktada restoratör olarak devreye girer, kişinin kendini tanımasına yardımcı olur.

Doğaya yönelik tahribatın yerküreyi nasıl yaşanılmaz hale getirdiğine isyan eden birçok çevre kuruluşunun manifestolarında da Mevlânâ’dan deyişlere rastla­nılması, onun restoratörlüğünün her alanda sürdü­ğünün bir göstergesidir. Mevlânâ’nın Fîhi Mâ Fîh kitabının isminin İngilizceye tercümesi, o dilde yeni bir deyim oluşmasını sağladı. Başkanlık seçimini kaybettiğinde Dick Cheney’in bu deyimi kullanarak yaptığı basın açıklamasında dediği gibi: “Olan oldu.” Tıpkı Türkçemizin “Eyvallah” tabirini, “Aşk olsun” ta­birini o ocaklardan devşirdiği gibi, diğer diller de bu bilgenin sözlerinden tesirler aldı. Birleşmiş Milletler binasının girişinde yazan, “İnsanlık birbirinin âzâsı- dır.” cümlesinin bir diğer sûfî mütefekkir Sâdi’nin, “Benî âdem âzây-ı yek-dîgerend” sözünün tercümesi olduğunu, orada daimî temsilciliği bulunan kaç Müs­lüman ülkenin temsilcisi bilmektedir acaba?

Bütün dünyada, Mevlânâ’nın görüşlerine her geçen gün artan rağbetin arkasında yatan gerçek, aslında insanın kendi gerçeğine olan özlemdir. İdeolojiler ve teknolojik oyuncaklar insana bunu sunamadılar. Aslında ideolojiler insan hayatının anlamını değiş­tirmek suretiyle onun hayatından çaldılar. Hayatının anlamını değiştirerek onu yanlış yere yönlendirdiler. Böylece modern insanın sorunlarını, geleneksel insa­nın sorunlarından daha karmaşık ve varoluşsal hale getirdiler. Maneviyatından koparılan din, modernlerin elinde sadece bir sosyal olguya indirgenince, toplum­salın yoğunluğu altında ezilen insan kendini kaybetti. Kendi varlığının sırrını, kutsallığını yitirdi. Günümüz­de bu kırılmayı fark eden bazı dünya aydınları, en te­mel varoluşsal sorular üzerinde yoğunlaşmaya baş­ladılar. Zamanımızda ontolojiye yapılan referanslar, adeta Ortaçağ felsefesini geçti. Varoluşun gayesi, günümüzün en temel felsefî sorusu oldu.

Geleneksel düşüncede insan, Allah’ın kendisiyle ko­nuştuğu yegâne varlıktı. O’nun ruhunu taşımaktaydı. O’nun sûreti üzere yaratılmıştı. O’nun isimlerini yük­lenmişti. Bu varoluşsal kimliği, insanın aynı zaman­da vatanı ve huzur eviydi. Bundan gayrı bir yerde, bundan gayrı bir kimlikte o garipleşecek, yabancı kalacaktı. Şunu açıkça söyleyebiliriz ki bu unuttuğu kimliğini çağınız insanına hatırlatan en mühim bilge, Mevlânâ oldu. Kitaplarının, tercüme edildiği dillerde çok satan listelerinde yer alması, bu gerçeğin bir göstergesidir. İnsanlık onda kendini buldu. Kimseye yabancı gelmedi onun söyledikleri. O sadece insanlık durumuna bir tercüman oldu.

Peki, bu gidişat karşısında bizim mütefekkirlerimiz ve yöneticilerimiz hangi konumdalar? Bu sorunun ceva­bını, Tanzimat’a kadar giderek incelemek mümkünse de asıl kopuş, 1980’lerden sonra oluştu. Bedenler ölse bile ruh ölümsüzdür, düsturundan hareketle mü­esseseler kapansa bile düşünceleri sürer, diyebiliriz. Bu açıdan bize göre Mevlânâ, 1980’lere kadar bir şekilde yaşadı. Hasan Âli Yücel’in Kemalizm’i yerini “Stalinleştirilmiş Kemalizm”e, Mehmet Âkif’in İslâmcılığı da yerini “İslâmcı Yazar” kavramına bırakınca, Mevlânâ işte o zaman öldü. Aslında her iki cenahın da tavırlarında birbirine benzeyen çok yönler var. Her şey zıddı ile kaimdir, fermanınca, bunlar da birbirini fikrî mânâda besler oldular. Nitekim her iki taraf da dünya insanlığının hal-i hazırdaki durumunu doğru okuyabilmiş ve reçete sunabilmiş değildir. Rasyona­lizmin doğum yeri olan ileri Batı toplumları, insanın bilme melekelerini duygusal akılla beraber daha da genişletmeye çalışırken -ki bu durum aslî ve gele­neksel akıl teorilerine geri dönüştür- ülkemizin bazı ihtiyaçları ve İslâmcı yazarları, onlara rasyonalizm vaazları vermeye kalktılar. O toplumlarda duygusal zekâsı olmayanlar işe dahi alınmazken, bizde ne­redeyse dindarlığı bile IQ testi ile ölçen yaklaşımlar gelişti.

Geleneksel düşünceden koptukları için, “Akleden kalpleri olsun.” âyeti kendilerine gösterilince çok şaşıran İslâmcı yazarlarla karşılaşır olduk. İslâm sa­natı ve estetiğine haram gözüyle bakan bazı Körfez uleması, bu ülkelerdeki sanat anlayışının ekseninin kaymasının fikrî arka planını hazırlamış oldular. Bu­gün sanat eseri olarak sadece beş yıldızlı gökdelen oteller ve alışveriş merkezlerini gösterir olmaları, gerçekten çok düşündürücüdür. Çünkü artık buralar­daki tevhid anlayışı, ne Medine Mevlevîhânesi şeyhi Aşkî Mustafa Efendi’nin Vahdetnâme’sinde anlatıla­na ne de Medine şehri, aynı zâtın kaleme aldığı üç ciltlik Medine Tarihi’ndeki şehre benzemektedir. Aşkî Mustafa Efendi, huzûr-ı Nebevî’de yazdığı, mey’i ilâhî aşka, sâkî’yi Hz. Peygamber’e ve Kâbe’yi de meyha­neye benzettiği o muhteşem Sâkînâme mesnevîsini iyi ki Türkçe kaleme almıştı. Zira bu durum, kimile­rinin onu Mansur’un dârına çekmelerinden koruya­caktı.

Sağ olsun UNESCO, 2007 yılında, insanlığa unut­tuğumuz bir gerçeği hatırlattı. Bu sayede, Mevlânâ Celaleddin Rûmî’nin doğumunun 800. yılını değişik faaliyetlerle kutladık. Peki, bütün dünyanın onun görüşlerinden istifadeyle bazı sorunlarına çözüm aramaları, bizim toplumumuzda ne kadar karşılığını buldu dersiniz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, devletin Hasan Âli Yücel çizgisinden gelerek onu farklılaştıran yerleşik bürokrasisi ile Mehmet Âkif çizgisinden ge­lip o çizgiyi selefîleştiren dindar kanadı, aslında aynı muamelede bulundular bu durum karşısında. Birta­kım münferit gayretlerin dışında, tam bir ilgisizlik ve lakaytlık sergilendi üst kademelerde. Yurt içinde ve yurt dışında yapılan bütün etkinlikler ise alt kade­melerdeki insanların büyük özverileriyle gerçekleşti.

Hatırlarsınız, Kemal Derviş Türkiye ekonomisini düze çıkarsın diye anavatanına davet edildiğinde, önce ve­rileri incelemek üzere çalışma odasına kapanmıştı. Birkaç gün sonra o odadan çıkıp ilk çalışmasını yaptı: “Beyler! Türkiye’nin sorunu ekonomikmiş gibi görü­nüyor oysa psikolojik…” derken neyi kastediyordu acaba? Gazete köşelerinde unutulup gitti bu söz. Psikofilozofik referanslarındaki tıkanma mı kastedilmiş­ti? Ve o kastedilen sorunun çözümüne Mevlânâ’nın bir katkısı olmaz mıydı? Bilinmiş olsaydı, çözüme katkısı olacağından eminiz.

Ülkemizin etnik unsurlarını bir araya nasıl getiririz, arayışında olanlar acaba, “Aynı gönlü paylaşanlar, aynı dili konuşanlardan yeğdir.” diyen Mevlânâ’dan neden istifade etmeyi düşünmezler? “Biz birleştir­meye geldik ayırmaya değil!” diyen, yine o değil mi? Kültürel ve manevî planda kolaylıkla halledilebilecek olan bu hususu, sadece cebri tedbirlerle çözmede neden ısrar ediliyor. Mevlânâ felsefesi bilinmediği için bu böyledir. Alevî-Sünnî kardeşliğini tesis et­meye çalıştığını iddia edenler “Mezhebimiz aşktır bizim…” diyen bir Mevlânâ için niye bir hutbe dahi okutmazlar? Eskiden İstanbul’un belli başlı selâtin camilerinin vakfiyelerinde, Mesnevî dersleri yapılma­sı şartı vardı. Şimdilerde camilerimizde Mevlânâ’dan bir beyit bile okunmaz oldu.

Netice itibarıyla şunu söyleyebiliriz. Mevlânâ bir zirvedir. Bu zirvelere çıkabilen fertler ve toplumlar yükselirler. Kendisini anlattığımız ve takdir ettiğimiz zaman, ülkemizin insanı da, toplumu da, devleti de bir başka olacaktır. Bir mihenk taşıdır Mevlânâ. Bir toplumun kalitesini anlamada kullanabilirsiniz. 2007 yılında kullandık. Sonuç: Daha çok yolumuz var! Ba­kalım önümüzdeki senelere kredi notumuz nasıl sey­redecek! Mamafih, onun dediği gibi:

Ümitsizlik dergâhı değil bizim kapımız, kırk kere gelenekten sapsan da, kırk kere onu anlamasan da yine gel!

 

 

PÎR MEVLÂNÂ CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ VE MEVLEVÎLİK KÜLTÜRÜ

Başakşehir Belediye Başkanlığı Yayını