Mevlana gündelik hayatımızın neresinde?
Mahmud Erol Kılıç
Aristoteles; “Bilgeler prensipleri, esasları koyanlardır” der. O esasları açarak hayata tatbik etmek ise bilgeleri izleyen mütefekkirlerce gerçekleştirilir. Prensip vazetmek ‘küllî akıl’ ile ‘evrensel ruh’ ile irtibat kurulmasını gerektiren bir yüce iş olduğundan bunu yapabilen bilge sayısı da doğal olarak azdır. Fakat siz bu kişileri ortaya koymuş oldukları düşünce tarzlarının oluşturduğu medeniyetler, sanatlar ve edebiyatların arkasında rahatlıkla görebilirsiniz. Tabii ki, olan bitene sadece olgular ve sonuçlar düzeyinden bakmak eşyanın hakikatini bize veremez. Oluşum ve sebepler düzeyinden alarak görebilme bilgi düzeyine çıkılmadıkça da zaten “ilim” gerçekleşmez. Çünkü ilim, evrende olup biten arasındaki irtibatı kurabilme sanatıdır. Bazı toplumsal, siyasal ve sanatsal olguların arkasında hep bir fikir babası vardır. Bir tabloyu yorumlarken, bir mimari eseri incelerken, bir melodiyi dinlerken veyahut bir laboratuvarda çalışırken çıkar karşınıza dikilirler bu abide şahsiyetler. Çin medeniyetinin arkasından Konfüçyüs, antik Grek’in sokaklarından Platon, Roma İmparatorluğu’nun ihtişamından Marcus Aurelius, Rönesans’ın arkasından Averroes tebessüm eder. Uzun insanlık tarihinin her devresinin sanat eserleri kadar yönetim biçimlerini de o şahsiyetlerin nefeslerinden bağımsız olarak düşünemezsiniz. Hindistan yarımadasında Tac Mahal gibi bir şaheserin Muhyiddin İbn Arabî’nin Mekke Fetihleri kitabından ilhamla yapıldığı biliniyorsa, Osmanlı Devleti’nin birden çok din ve kavmi “millet sistemi” anlayışı altında bir arada tutabilmesinin fikrî şablonunun tasavvuf düşüncemizin “birlik içerisinde çokluk” (kesret der vahdet) anlayışından alındığı da bir gerçektir. Ne var ki muayyen bir kültür ve medeniyet çizgisini belirleyen kurucu figürlerin kimler olduğunu doğru tespit etmek gerekir. Her yapıyı kendi referans sistemi içerisinde değerlendirmek en doğrusudur. Aksi ise bizim kendi referanslarımızla o tarihî dönemi yorumlamaya kalkışmak olur ki bu bir bilimsel saptırma örneğidir. Bunun en bariz örneği ise hemen hemen bütün referanslarının İbn Arabî ve Mevlânâ ikilisine dayandığı bütün yönleriyle âşikâr olan bir Osmanlı kültür dünyasını İbn Rüşd ve Câbirî ikilisinin referanslarıyla okumaya kalkışmadaki yanlışlıktır.
İnsanın kendi gerçeğine olan özlemi
Modernizmin akıl ve teknik tasvirlerinin büyüsüne kanan modern Müslüman aydın her ne kadar görmezden gelse de “Osmanlı insanı”nı araştıran uzmanlar onu bir elinde Mesnevi bir elinde pilav kaşığı tutan bir adam şeklinde tarif ederler. O dönemde birçok şair şiirine konuyu Mesnevi’nin müellifi Mevlânâ’dan aldı. Birçok metin onun görüşlerini şerh etmek üzere yazıldı. Kitabını okumak ve okutmak üzere Mesnevihaneler adıyla eğitim müesseseleri açıldı. İlhamını ondan alan pek çok beste yapıldı. İmparatorluğu ziyarete gelen hemen hemen bütün seyyahlar ya yazılarında veyahut çizimlerinde onun dervişlerinden bahsettiler, onları resmettiler. Bu irfan meclislerinin müdavimleri arasında sultanlar, vezirler, şeyhülislamlar başköşelerde yer aldı. Devletin en mühim meşveret toplantılarında ise Eflatun’un bu ihtiyarlarına görüşleri soruldu, dedikleri kanunlaştırıldı.
Peki, acaba Selçuklu ve baştan başa bir Osmanlı zihniyet dünyasını anlamamızın en mühim anahtarlarından birisi olan böylesi bilgeler bugün bize ne ifade ediyorlar? Bugünün Müslüman tipi neden eslâfından daha mesafeli durmaktadır böylesi kurucu şahsiyetlere? Geleneksel değerler sistemi parçalanmamış toplumlarda yüksek payelerle taçlandırılan bu bilgeler modernlikle beraber neden anlaşılmaz oldular? Gerçekte onlar mı anlaşılmazdı yoksa bizler mi anlaşılmaz olduk? Manasında kayma olan biz miydik onlar mı?
Psikologlar ruh sağlığı bozulan modern insanı tedavi etmek üzere 800’e baliğ olan tedavi yöntemi geliştirdiklerini söylerler. Son zamanlarda ciddi tedavi merkezlerinde bu tedavi yöntemleri arasına Mevlânâ’dan alınan düsturlar üzerine oturan tasavvufi yöntemleri de katanların sayısında artış olması calibi-i dikkattir. Mesela varoluşsal psikiyatride sorunun kökenlerine inilir ve kişinin varlıkla irtibatının anlamlı kılınmasında yaşanılan enerji kesintisi yeniden kurulmaya çalışılır. Mevlânâ tam da bu noktada restoratör olarak devreye girer, kişinin kendini tanımasına yardımcı olur. Yine doğaya yönelik tahribatın yerküreyi nasıl yaşanılmaz hale getirdiğine isyan eden birçok çevre kuruluşunun manifestolarında Mevlânâ’dan deyişlere rastlanılması onun restoratörlüğünün her alanda sürdüğünün bir göstergesidir. Onun “Fîhî-mâ-fîhî” kitabının isminin İngilizceye tercümesi o dilde yeni bir deyim oluşmasını sağladı. Baba Bush’un seçimi kaybettiğinde bu deyimi kullanarak yaptığı basın açıklamasında dediği gibi, “Olan oldu”. Tıpkı Türkçemizin “Eyvallah” tabirini, “Aşk olsun” tabirini o ocaklardan devşirdiği gibi diğer diller de bu bilgenin sözlerinden tesirler aldı. Birleşmiş Milletler binasının girişinde yazan “İnsanlık birbirinin âzâsıdır” cümlesinin bir diğer sûfî mütefekkir Sa’dî’nin “Benî âdem a’zây-ı yek-dîgerend” sözünün tercümesi olduğunu orada daimi temsilciliği bulunan kaç Müslüman ülkenin temsilcisi bilmektedir acaba?
Bütün dünyada Mevlânâ’nın görüşlerine her geçen gün artan rağbetin arkasında yatan gerçek, aslında insanın kendi gerçeğine olan özlemdir. İdeolojiler ve teknolojik oyuncaklar insana bunu sunamadılar. Aslında ideolojiler insan hayatının anlamını değiştirmek suretiyle onun hayatından çaldılar. Hayatının anlamını değiştirerek onu yanlış yere yönlendirdiler. Böylece modern insanın sorunlarını geleneksel insanın sorunlarından daha karmaşık ve varoluşsal hale getirdiler. Zira maneviyatından koparılan din, modernlerin elinde sadece bir sosyal olguya indirgenince toplumsalın yoğunluğu altında ezilen insan kendini kaybetti. Kendi varlığının sırrını, kutsallığını yitirdi. Günümüzde bu kırılmayı fark eden bazı dünya aydınları artık en temel varoluşsal sorular üzerinde yoğunlaşmaya başladılar. Zamanımızda ontolojiye yapılan referanslar adeta ortaçağ felsefesini geçti. Varoluşun gayesi günümüzün en temel felsefi sorusu oldu.
Oysa geleneksel düşüncede insan, Allah’ın kendisiyle konuştuğu yegâne varlıktı. O’nun ruhunu taşımaktaydı. O’nun sûreti üzere yaratılmıştı. O’nun isimlerini yüklenmişti. Bu varoluşsal kimliği insanın aynı zamanda vatanı ve huzur eviydi. Bundan gayrı bir yerde, bundan gayrı bir kimlikte o garip kalacak, yabancı kalacaktı. Şunu açıkça söyleyebiliriz ki bu unuttuğu kimliğini çağımız insanına hatırlatan en mühim bilge Mevlânâ oldu. Kitaplarının tercüme edildiği dillerde en fazla satanlar listelerinde yer alması bu gerçeğin bir göstergesidir. İnsanlık onda kendini buldu. Kimseye yabancı gelmedi onun söyledikleri. O sadece insanlık durumuna bir tercüman oldu.
Peki, bu gidişat karşısında bizim mütefekkirlerimiz ve yöneticilerimiz hangi konumdalar? Bu sorunun cevabını Tanzimat’a kadar geri götürerek incelemek mümkünse de aslında asıl kopuş 1980’lerden sonra oluştu. ‘Bedenler ölse bile ruh ölümsüzdür’ düsturundan hareketle müesseseler kapansa bile düşünceleri sürer diyebiliriz. Bu açıdan bize göre Mevlânâ 1980’lere kadar bir şekilde yaşadı. Hasan Ali Yücel’in Kemalizm’i yerini Stalinistleştirilmiş Kemalizm’e bırakınca, Mehmet Akif’in İslamcılığı yerini “İslamcı yazar!” İslamcılığına bırakınca Mevlânâ işte o zaman öldü. Aslında her iki cenahın da tavırlarında birbirine benzeyen çok yönler var. Belki de her şey zıddı ile kaimdir, fermanınca bunlar da birbirini fikrî manada besler oldular. Nitekim her iki taraf da dünya insanlığının hâl-i hazırdaki durumunu doğru okuyabilmiş ve reçete sunabilmiş değiller. Rasyonalizmin doğum yeri olan ileri Batı toplumları insanın bilme melekelerini duygusal akılla beraber daha da genişletmeye çalışırken (ki bu durum asli ve geleneksel akıl teorilerine geri dönüştür) ülkemizin bazı ilahiyatçıları ve İslamcı yazarları onlara rasyonalizm vaazları vermeye kalktılar. O toplumlarda duygusal zekâsı olmayanları işe dahi almazlarken bizde neredeyse dindarlığı bile IQ testi ile ölçen yaklaşımlar gelişti. Geleneksel düşünceden koptukları için “Akleden kalpleri olsun.” [22/46] ayeti kendilerine gösterilince çok şaşıran “İslamcı yazar”larla karşılaşır olduk. İslam sanatı ve estetiğine haram gözüyle bakan bazı körfez uleması bu ülkelerdeki sanat anlayışının ekseninin kaymasının fikrî arka planını hazırlamış oldular. Bugün sanat eseri olarak sadece beş yıldızlı gökdelen oteller ve alışveriş merkezlerini gösterir olmaları gerçekten çok düşündürücüdür. Çünkü artık buralardaki tevhit anlayışı ne Medine Mevlevîhânesi şeyhi Aşkî Mustafa Efendi’nin Vahdetnâme’sinde anlatılana ve ne de Medîne şehri aynı zatın kaleme aldığı üç ciltlik Medîne Tarihi’ndeki şehre benzemektedir. Yine aynı zat huzûr-ı Nebevî’de yazdığı, meyi İlâhî aşka, sâkîyi Hz. Peygamber’e ve Kâbe’yi de meyhâneye benzettiği o muhteşem Sâkînâme mesnevîsini iyi ki Türkçe kaleme almıştı. Zira bu husus kimilerinin onu Mansur’un dârına çekmelerinden koruyacaktı.
“Aynı gönlü paylaşanlar”
Sağ olsun UNESCO bu yıl insanlığa unuttuğumuz bir gerçeği daha hatırlattı. Bu sayede Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin doğumunun 800. yılında değişik faaliyetlerle onu anmış olduk. Peki, yukarıda arz etmeye çalıştığımız üzere bütün dünyanın onun görüşlerinden istifadeyle bazı sorunlarına çözüm aramaları bizim toplumumuzda ne kadar karşılığını buldu dersiniz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi devletin Hasan Ali Yücel çizgisinden gelerek onu farklılaştıran yerleşik bürokrasisi ile büyük şair Mehmet Akif çizgisinden gelip o çizgiyi selefileştiren dindar kanadı aslında birbirlerinin aynısı muamelede bulundular bu durum karşısında. Birtakım münferit gayretlerin dışında tam bir ilgisizlik ve lakaytlık sergilendi üst kademelerde. Yurtiçinde ve yurtdışında yapılan bütün etkinlikler ise alt kademelerdeki insanların büyük özverileriyle gerçekleşti.
Hatırlarsınız Kemal Derviş Türkiye ekonomisini düze çıkarsın diye anavatanına davet edildiğinde önce verileri incelemek üzere çalışma odasına kapanmıştı. Birkaç gün sonra o odadan çıkıp ilk açıklamasını yaptığında, “Beyler Türkiye’nin sorunu ekonomikmiş gibi gözüküyor, oysa psikolojik.” derken neyi kastediyordu acaba? Gazete köşelerinde unutulup gitti bu söz. Psiko-filozofik referanslarındaki tıkanma mı kastedilmişti acaba? Ve o kastedilen şeyin çözümüne Mevlânâ’nın bir katkısı olamaz mıydı? Bilinmiş olsaydı çözüme katkısı olacağından eminiz. Ülkemizin etnik unsurlarını bir araya nasıl getiririz arayışında olanlar (tabii ki varsa) acaba, “Aynı gönlü paylaşanlar aynı dili konuşanlardan yeğdir” diyen Mevlânâ’dan neden istifade etmeyi düşünmezler? “Biz birleştirmeye geldik ayırmaya değil” diyen yine o değil mi? Kültürel ve manevi planda kolaylıkla ve de kansız halledilebilecek olan bu husus neden sadece cebrî tedbirlerle çözmede ısrar ediliyor? Mevlânâ felsefesi bilinmediği ve de izlenmediği için bu böyledir. Alevî-Sünnî kardeşliğini tesis etmeye çalıştığını iddia edenler, “Mezhebimiz aşktır bizim” diyen bir Mevlânâ için niye bir hutbe dahi okutmazlar. Eskiden İstanbul’un belli başlı selâtin camilerinin vakfiyelerinde Mesnevî dersleri yapılması şartı varken niye şimdilerde camilerimizde Mevlânâ’dan bir beyit bile okunmaz oldu? Netice itibarıyla şunu söyleyebiliriz: Mevlânâ bir zirvedir. Bu zirvelere çıkabilen fertler ve toplumlar yükselirler. Kendisini anladığımız ve takdir ettiğimiz zaman ülkemizin insanı da, toplumu da, devleti de bir başka olacaktır. Bir mihenk taşıdır o. Bir toplumun kalitesini anlamada kullanabilirsiniz. Bu yıl kullandık. Sonuç: Daha çok yolumuz var! Bakalım Mevlânâ’nın doğumunun 801. yılı olan 2008’de kredi notumuz nasıl seyredecek! Mamafih, onun dediği gibi; ümitsizlik dergâhı değil bizim kapımız, kırk kere gelenekten sapsan da, kırk kere onu anlamasan da yine gel!