Mevlâna Hümanist mi?
Peren Birsaygılı
Hümanist düşüncenin önde gelen sözcülerinden Corliss Lamont”un ““Hümanizm Felsefesi “” adlı kitabı , konu hakkında araştırma yapmak isteyenler için oldukça faydalı bir kaynaktır. Kolombia Üniversite”sinde verdiği “The Philosophy of Humanism” derslerinden derlenerek , ilk olarak 1949 senesinde basıma hazırlanmış olan eserinde Lamont, hümanist düşüncenin tarifini bir çok örnekle çeşitlendirir. Ancak dönüp dolaşıp geldiği nokta , 1933 ve 1973 senelerinde deklare edilen hümanist manifestolarında olduğu gibi , insan [ human ] üzerinden tüm gerçekliğin doğadan hasıl olduğu ve yaratılış fikrine karşı evrenin temelinde yer alanın madde yani materyal olduğudur. Bu anlamıyla hümanizm de , kilise ve ruhban sınıfının baskılarına karşı reaksiyon göstermiş olan tüm düşünce akımlarında görüldüğü üzere, dinin kişisel ve toplumsal özgürlükler üzerinde tehdit oluşturduğu tezi ile seküler bir kimlik taşır. O nedenle çağımızın önemli hümanist düşünürlerinden Lamont”un fikirlerinden geriye doğru giderek, hümanizm düşüncesinin meydana geliş şartları üzerine düşünürsek, farkına varacağımız en önemli nokta hümanizm de çağdaşı olan birçok başka düşünce yapısı gibi , kilise karşıtlığından doğan bir akım olduğu olacaktır.
Düşünceyi ve sorgulama yetisini esaret altına almaya çalışan kilise ideolojisine karşıt olarak hümanizm, eleştirel yanı ile göze çarpar. Fikrin, zamanın aydınlarının düşüncelerinde hasıl olmaya başladığı dönemin şartları ve skolastik kilise yapısı düşünüldüğünde bu anlaşılır bir çıkıştır. Sonuç olarak , yeryüzünün doğusunda yada batısında insanoğlu, tarih sahnesine çıktığı ilkçağlardan beri, içinde yaşadığı evren üzerinden ayakta kalmaya gayret ettiği zaman dilimini bir biçimde anlamlandırmaya çalışır. Ve kaynağı her ne olursa olsun baskının da bir yere kadar hükmünün olduğu, bir zaman sonra mutlak biçimde türlü itirazlara maruz kalacağını da düşünürsek , bu karşı çıkışın anlaşılır pek çok yanı olduğunu kolayca görürüz.
Ancak hümanizm kavramı incelenirken üzerinde önemle durulması gereken bir nokta vardır . O da bu karşı çıkışın Katolik kilisesi üzerinden dinin ifsad olmuş yanlarına değil de bizatihi dinin kendisine yöneldiğidir o nedenle kişisel gelişimin ve insanın özgürleşme gayretinin olmazsa olmaz şartının seküler bir dünya görüşü olduğu fikri , hümanist düşünürlerce de benimsenerek, sekülerizmin bu arayışın merkezine yerleştirilir. Bu noktada hümanist düşünürlerce , Tanrı-Kul ilişkisi konusunda tepkiden doğan gevşek bir tutum sergilendiğini veyahut bunun görmezden gelinerek fikrin ateist zemin üzerinden inşaya çalışıldığını söyleyebiliriz. Cemil Meriç ;yitirilen inancın yerine inşa edilen hümanist düşünceyi “” imanını kaybeden bir çağın dini “” olarak tanımlar ve ekler ” Filhakika , hümanizmin ikinci manası insanlık dinidir . Kilisenin abesleriyle bunalan serazad zekalardan kimi – tabiatta tanrı yoktur , tanrıyı yaratan insandır yani toplum kendi değerlerini gök kubbeye aksettirmiş , beşeriyi ilahileştirmiştir – dedi ; kimi ise – insanlığı kurtaracak tek kılavuz ilimdir , ne Rab ne ibad “”…
Cemil Meriç”in hümanizm üzerine olan tanımlarında tespit ettiği hümanistlerin insanlığın tek kılavuzu olarak ilmi öngördüğü gerçeği , Rönesans ve Reform hareketleri ile toplumsal yaşamın bir çok alanında uygulamaya konulur. Hedeflenen ilmin kılavuzluğunda , insanı salt insan olarak sevme ülküsüdür ve Klasik yunan ve roma filozoflarının çalışmaları , toplumsal dinamiklerin merkezine konularak tasavvur edilen üstinsan fikrinin dinamoları olarak güncellenir. Eski yunan filozoflarının eserlerinden çeviriler yapılarak , edebiyat sanat ve felsefede Antikiteye doğru bir yöneliş gerçekleşir. Üst insan fikrinin merkezine bireyin mutluluğu ve özgürlüğü yerleştirildiğinden , bu bir zaman sonra doğal olarak insanın özellikle metafizik boyutta kendi dışında kalana karşı herhangi bir mesuliyet taşımadığı fikrini beraberinde getirecektir. Bireyin mutluluğunun her şeyin üzerinde olduğu ve ruhun Tanrı ile olan ilişkisinde zincirlerini kırması gerektiği düşüncesi akabinde de özellikle sanat/edebiyatta aşırı adlandırılabilecek bir özgürlük algısını ve çıplaklığı da beraberinde getirir.
Üzerinde asıl önemle durulması gereken nokta, – hümanist – sözcüğünün günümüzde özellikle doğuda neden bu kadar kolay telaffuz edilir hale geldiğini olmalıdır. Yani basitçe ifade etmek gerekirse , Batı insanının bunalan ruhunu teskin etmek için ihtiyaç duyduğu yeni bir boyuta geçerken sığındığı mazisinden çekip çıkardığı seküler algı ile türettiği sözcüklerinin Doğu özeli ile bağdaştırılacak ne gibi tarafları olabilir.
Mevlana”yı, teşbihte hata olmaz derler tarif etmeye çalıştığımız hümanizm düşüncesinin ve çizdiğimiz bu tablonun içinde nereye oturtabiliriz ? O nedenle çok bahsedilse de maalesef bir türlü anlaşılamamış olan Mevlana ve hümanizm üzerine bolca düşünmekte fayda var.
“Canım bedenimde oldukça Kur”an“ın kölesiyim. Tanrı”nın seçkin peygamberi Muhammed”in yolunun toprağıyım. Kim benden bundan başka bir söz naklederse, o sözden de bezmişim ben onu söyleyenden de.”
Mevlânâ, bu sözleriyle bir İslâm âlimi olarak peygamberlerin mirasının gerçek vârisi olduğunu, Tanrı ve insan arasındaki ilişkiyi anlamak için Kur”an ve sünnete başvurmak gerektiğini söylemekte, bu ikisine uymayan noktalarda kendisine yapılacak yakıştırmalar ile alakası olmadığını bizzat kendisi bize bildirmektedir.
O nedenle Mevlana”yı bilmek için onun pınarı olan Kur”an-ı Kerim”in ruhuna temas etmek gerekir. Kaldı ki Mevlana da bir çok değerli Müslüman düşünür gibi ömrünü Kuran”ın ruhundan üflenen bir nefes olmaya adamış bir zattır. Mevlânâ”yı anlamak için onun Kur”an ve sünnete olan yaklaşımı , titizlikle incelenmelidir çünkü hayatını Sevgili”ye hizmetle geçirmiş olan bu büyük İslâm düşünürünü, İslâm”ın temel kaynaklarından ayrı anlamaya çalışmak yada anladığını sanarak anlatmak mümkün değildir. O nedenle Mevlana”nın çok dillendirilen ve neredeyse tek bilinen ama ona ait olduğu kesin olmayan ” gel , gel ne olursan ol gel ” dizelerinden yola çıkarak kendisinin adeta gayet geniş görüşlü bir kimse olarak adlandırılması akabinde hoşgörü timsali olarak lanse edilmesi çok dehşetli bir dezenformasyondur . Bu Mevlana”ya yapılan büyük bir haksızlıktır çünkü onun fark gözetmeden tüm insanlığı gerçeğe çağıran evrensel mesajı ve sevgi dolu yaklaşımının sınırları bellidir ve bu herhangi bir izm in değil bizzat İslâm dininin tüm insanlığı davet ettiği gerçektir. Yani Mevlana , hümanist düşünürler gibi her tip insana iman eden yani modern paganist bir kimlik taşımaz . Batı hümanizminde Tanrı”dan uzaklaşma ile özdeşleşen özgürlük fikri , Mevlana”da Tanrı”ya yaklaştıkça anlam bulur. Mesnevi”den yükselen özlem Tanrı”ya duyulan hasretin tezahürleridir ve Mevlana”nın dizelerinde çokça karşımıza çıkan – ney- sembolü , Tanrı”ya duyulan özlemin insan bedeniyle özdeşleştirilmesinin sembolünden doğan bir kamil insan tanımıdır. İnsan merkezli anlayış Mevlana”da , insanın Tanrı”ya duyduğu inanç ve aşkla değer kazanır. Kamil insanın anlamı da zaten budur. İşte bu nedenle hümanist düşünürlerin üst insan tanımı ile Mevlana”nın kamil insan tanımının mukayesesi dahi bizlere Mevlana”nın hümanist bir düşünür olarak lanse edilmesinin ne kadar abesle iştigal bir durum olduğunun göstergesidir. Kaldı ki hümanist düşünürlerin huzuru bu dünyada arama ve bunun üzerinden üstinsanı hedefleme ideali , Mevlana”nın düşüncesi ile mukayese edildiğinde pek yavan , yavan olduğu kadar da tek boyutlu bir anlama tekabül edecektir. Hümanist düşünürler zahire Mevlana ise batına yönelmişken ortada mukayese kabul edecek bir durum yoktur. Cemil Meriç”in çok da güzel özetlediği gibi hümanizmin temel fikrinin insanlığı kurtaracak tek kılavuzun ilim olduğu gerçeği , ilim üzerine yapılmış bu tanımlamadan Mevlana”ya dönüldüğünde “ilmin , kişiyi kurtuluşa götürecek olan yolda sadece bir araç hatta vesilelerden biri olduğu” gerçeğini karşımıza çıkarır. Ömrünün tamamını ilme adamış olan bir kimsenin ilim hakkında olan tanımı çok net ve tartışmaya mahal bırakmayacak bir kararlılıktadır. Antikiteye dönüş ile bir anlamda ruhu teskin etmek için kutsallaştırılan ve tek kılavuz mertebesine yükseltilen ilim Mevlana”da ancak Tanrı sevgisi ile bütünleştirilirse anlam kazanır. Aksi sadece , ilim öğrenen için hamallıktır ve kendisinin ilim hakkında yaptığı ” eğer tenine kullanırsan yılan olur , gönlüne kullanırsan sana yar olur ” benzetmesi , hümanist düşünürlerce kabul edilebilecek bir yaklaşım biçimi değildir.
İnsanlık hakkında kaygılananlar ve sorumluluk duyanların sadece batılı düşünürler olduğunun sanıldığı bir coğrafyada, evrensel değerlerimiz bile, bizler tarafından adeta birer mahalle imamı mertebesine indirgeniyorsa, ciddi bir sorun olduğu ortada. Mevlana”da olduğu gibi ucu bucağı olmayan düşünce ve aşk ehillerinin, beş dakikada özetlenebilecek bir takım terimler ile ifade edilmesi düşünce tembelliğin önemli kanıtlarından. Düşünce tembelliği bu coğrafyanın sari hastalıklarından olduğundan beri de kimden çıktığı belli olmayan bazı ifadelere sarılmak ve bu ifadelerin bir zaman sonra zihinlerde iyice yer ederek, tanımlarımızın vazgeçilmezleri arasına girmesi, büyük bir haksızlığın akabinde de kimliksizleşmenin iyice alıp başını gittiğini gösteriyor.
O nedenle Mevlana”yı hümanist mertebesine indirenlerin ona büyük bir özür borcu vardır.