MEVLÂNA, İBNİ ARABİ VE AŞKIN YARATICILIĞI

MEVLÂNA, İBNİ ARABİ VE AŞKIN YARATICILIĞI

Amerikalı bir bilim adamı William Chıttıck, Tasavvuf üzerine yazdığı eserleriyle tanınıyor. Onun İslâm tasavvuf geleneği üzerine yaptığı çalışmalarında öne çıkardığı nokta, tasavvuf’un bir metot ve yaşama biçimi olarak insanlık için kurtuluşa kapı açacağı esprisidir. Önemli eserlerinden “Tasavvuf” dilimize çevrilerek yayımlandı. Burada, Tasavvufu incelerken İbni Arabî ile Mevlâna’yı zaman zaman birlikte düşünüp yorumlar ve ikisinin tasavvufun farklı cephelerini geliştirdiklerini anlatır:

“İlahî ve beşerî aşk konusunda yazılar yazmış çok büyük sayıda yazar bulunmasına rağmen, İbn Arabî ve Rumî geleneğin iki ulu şeyhi olarak görülebilir. İbn Arabî İspanya’da Mürsie’de doğdu ve 1240’ta Şam’da öldü. Arapça olarak ciltler tutan eserler yazdı ve önde gelen Sufî kelamcı ve filozof olarak görülmeye başladı. Daha sonraki asırlarda, onun adı vahdetu’l-vücud, yani “Varlığın Birliği” ifadesiyle neredeyse eşanlamlı hale geldi; öyle ki bu öğreti sık sık onun bakış açısını az halinde veren bir akide olarak kabul edilir. O, bazısı fevkalâde uzun, 500’den fazla düzyazı eser telif etmiştir. O aynı zamanda yirmi bin dize tutarında şiir de yazmıştır. Ondan daha genç olan çağdaşı Rumî, bugün Afganistan’da bulunan Belh’te doğdu ve gençliğinde Anadolu’ya göç etti, ve nihayet Türkiye’nin Konya şehrine yerleşti, ve 1273’te burada öldü. Mevlâna Celâleddin-i Rumî üç kısa düzyazı eseri yanında yaklaşık 65.000 dize nefes kesici Farsça şiirler yazmıştır. Türkiye’den Hindistan’a kadar, Farsça ile tanışmış olan dünya, tıpkı bütün İslâm dünyasının İbn Arabî’yi en büyük Sufî nazariyecisi olarak gördüğü gibi, Rumî’yi tarihin en büyük ruhani şairi olarak görür. İbni Arabî ve Rumî Tasavvufun iki farklı damarına aittir. Bunlardan her biri kendi tarzında geleneğin doruk noktasını belirtir. Tasavvufi öğretilerin bu iki şahsiyetten sonraki çoğu ifade ve izahları ilhamını bir dereceye kadar bunlardan birinden ya da ikisinden birden almıştır. Onların bakış açıları birçok bakımdan birbirinden ayrılır bununla birlikte, başta aşk konusu olmak üzere, çok sayıda ortak konuyu da paylaşırlar.” (1)

Yazar, bu ifadelerinin ardından eserlerinden örnekler vererek ikisinin karşılaştırmasını yapar:

“Aşk tanımlanamaz; ama onun iç ve etkilerini anlatmak mümkündür. Bu konudaki nazariyeci İbn Arabî ile Şair Rumî tam olarak anlaşırlar:

“Aşkın bilinmesini mümkün kılacak hiçbir tanımı yoktur. Tam tersine, olsa olsa, onun betimleme ve söze dayalı tanımları yapılabilir. Aşkı tanımlayanlar onu bilmemiştir; onu yudum yudum tatmış olanlar onu bilmemiştir, ve aşka kandığını söyleyenler onu bilmemiştir; çünkü aşk kanmak nedir bilmeden içmektir” (2)

“Aşıklık nedir?” diye sordu biri.

Dedim, “Bu konularda bana sorma,

Benim gibi olursun, bilirsin;

O seni çağırınca anlatırsın hikâyesini.” (3)

Aşık olmak nedir? Yanmak susuzluktan,

En iyisi âb-ı hayatı anlatayım ben. (4)

İlahî düzeyde, aşka Allah’ın yaratıcı etkinliği denebilir. Gizli Hazine Hadisi üzerine yaptığı çok sayıda yorumdan birinde, İbn Arabî, Allah’ın yaratma aracılığıyla ulaşmayı sevdiği bilgi türünün zamana dayalı olan bilgi olduğunu söyler bize; zira O Zatını ve her şeyi ezelî ve ebedî olarak zaten biliyordu. İbn Arabî bu sözü çocuk sahibi olmak amacıyla yapılan cinsel birleşme ile Allah’ın âlemi yaratma gayesiyle bilinmeyi sevmesi arasında bir benzerlik kurduğu sırada söyler.

“Üreme ve çoğalma sevgisinden dolayı vuku bulan evlilik, âlem diye bir şey olmadığı ândaki ilahî sevgiyi andırır. O “bilinmeyi sevdi.” Böylece, bu sevgiden dolayı, şeyler yokluk durumunda iken O iradesini onlara yöneltti. Onlar kendi imkanlarının hazır olmasından dolayı asıl makamı’nda beklemekteydiler. O, onlara, Ol! Dedi, ve onlar da olmaya başladı; öyle ki O her türlü bilgi ve bilinebilirdi. Bu, zamana bağlı bilgi idi. Henüz hiçbir nesnesi yoktu; çünkü onunla bilen henüz varoluşla nitelenmemişti. Onun sevgisi bilginin mükemmelliği ve varoluşun mükemmelliğini aradı.” (5)

Başka bir yerde, “Nerde olursanız olun O sizinle birliktedir.” (6) âyetini yorumlarken, İbn Arabî, Allah’ın bilinmeyi sevmesinin anlamını açıklar. Allah’ın insanlara olan sevgisi, onları asla gözden ırak tutmayacağı anlamına gelir.

“Allah’ın kullarına olan sevgisi başlangıç ve sonla nitelenmez; zira bu sevgi geçici ve arizî olan nitelikleri kabul etmez. …bu bakımdan, Allah’ın sevgisinin onlarla olan ilişkisi, onlar nerede olursa olsunlar, O’nun onlarla birlikte olması (7) olgusuyla aynıdır. Tıpkı onların varoluşları durumunda onlarla birlikte olduğu gibi, yoklukları durumunda da onlarla birliktedir; zira onlar O’nun bilgi nesneleridir. O onları sonu gelmeyecek bir şekilde gözetir ve sever… O yaratıklarını, tıpkı her zaman bildiği gibi, her zaman sever. Onun varoluşunun başlangıç noktası diye bir şey asla yoktur, dolayısıyla O’nun kullarına olan sevgisinin hiçbir başlangıcı yoktur.” (8)

Düzyazı eserlerinden birinde, Rumî Gizli Hazine’nin anlam ve önemini, Allah’ın sıfatlarının iki şıkkına, yani rahmet ve gazap yada lütuf ve kahır sıfatlarına atıfta bulunarak açıklar. Allah bu âlemi bütün sıfatlarını izhar etmek için yaratmıştır, ve bu a sonsuz farklılığı gerektirir:

“Allah, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim” diyor. Başka bir ifadeyle, “Bütün âlemi yarattım, ve tüm bunlardan maksat, bazen lütufla ve bazen kahırla Kendimi izhar etmek idi. “Allah, kendisine bir tek habercinin kafi geldiği türden bir padişah değildir. Âlemin tüm zerreleri O’nun habercileri olmuş olsaydı, yine de O’nu anlatmaktan aciz ve kusurlu olurlardı.” (9)

Rumî Hz. Muhammed’e yönelik, “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım” İlahî hitabını yorumlayarak, sık sık aşkı Allah’ın yaratma dürtüsü olarak gösterir. Hz. Peygamber gerçeklik kazanmış olan aşkın kemalidir; âlem onunla ve onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır.

Aşk bir kazan gibi kaynatır denizleri,

Aşk kül eder dağları savurur kum gibi.

Çatlatır aşk, yüz yerinden yarar göğü,

Sebepsiz sarsıntıya salar yeryüzünü.

Saf aşk Muhammed’e eş oldu da,

Aşk yüzünden Allah, “Sen olmasaydın” dedi O’na.

Yalnız o olduğundan aşkın gayesi,

Tüm peygamberler içinden o seçildi.

“Eğer saf aşk olmasaydı sebebi,

Niçin var edeydim ki gökleri?

“Sen anlarsın diye aşkın yüceliğini,

Ben öyle yükselttim yüce gökleri.” (10)

HAKİKİ SEVGİLİ

Allah âlemi sevgiyle yarattı; bu yüzen âlemi dolduran çokluğu aşk üretir. Allah, yaratıkları sevmeye asla son vermez; dolayısıyla onları yaratmayı asla sona erdirmez, ve bu durum âlemi daimî bir dönüşüm ve akış durumunda tutar. Her şey aşkla karılmış ve aşka karışmıştır; çünkü onları Allah’ın sevgi sıfatı varlığa getirir ve tüm eylem ve etkinliklerini o harekete geçirir.

“Hz. Peygamber, “Allah güzeldir ve güzeli sever” demiştir, ve bu sahih bir hadistir. Buna göre, O Kendisini güzelliği seven biri olarak tavsif etmiştir; dolayısıyla O âlemi sever. Ve O güzeldir; güzellik aslî olarak sevilen bir şey olunca, bütün âlem de Allah’ı sever. O’nun Sun’unun güzelliği yaratıklarına işlemiştir; değil mi ki, âlem O’nun zâhir olduğu bir mahzar (görünme yeri)’dır. O halde, âlemin bir kısmının başka bir kısmına olan sevgisi Allah’ın kendisine olan sevgisinin bir esintisidir.” (11)

Hakk’ın hikmeti, kaza ve kaderle

Aşık kılmış bizi birbirimize.

Çift kılmış ezelî takdir dünyada her şeyi,

Ve sevdirmiş.birbirine eşlerini.

Tamamlamak için her biri ötekinin işini

Erkeğe akar dişi.

Bâki kalsın diye dünya onların bileşmesiyle,

Bir meyil koymuş Allah erkeğin ve kadının gönlüne. (12)

Aşkın yaratıcı gücü âlemin belirip ortaya çıkması ve devamında durup kalmaz. Her ne kadar Gizli Hazine’nin mücevherleri ortaya saçılmışsa da, çoğu yaratıklar bunların niçin böyle olduğunu anlayamadıkları gibi, kendi sevgilerinin Allah’ın sevgisini dışa vurduğunu da kavrayamazlar. Onların sevgileri, olsa olsa Allah’ın yaratıklara yansımış olan kendi sevgisidir. Bundan, İbn Arabî’nin söylediği gibi şöyle bir netice ortaya çıkar: “Allah’ı Allah’tan başka kimse sevmez” (13). ve “Allah’tan başka hiçbir aşık ve hiçbir sevgili yoktur”(14) Aşıklar bu durumu her şeyde Allah’ı görme noktasına ulaştıkları zaman kavrarlar. Bu şu hadiste zikredilen tam olarak gerçekleşmiş sevgidir: “en kulumu sevdiğim zaman, işittiği işitmesi (kulağı), gördüğü görmesi (gözü) olurum. İbn Arabî şöyle diyor:

“Nefis, O’nu kendi kendine eğil, ancak O’nun vasıtasıyla gördüğünü ve O’nu ancak O’nun vasıtasıyla sevdiğini anlar. O halde, o Kendi Kendisini sevmektir –O’nu seven nefis değildir. Nefis var olan her şeyde O’na bizzat O’nun gözüyle bakar. Bu yüzden bilir ki, O’nu ve O’ndan başkası sevmez. Seven ve sevilen, arayan ve aranan O’dur.” (15)

Rumî, Allah’ın her şeyde ve her şeyle akan sevgisi konusunda çok sayıda buna benzer açıklamalar yapar. Ama onun bakış açısı nazarî olmaktan çok amelî olan üzerine odaklanır; bu yüzden o okurlarına kendi durumu hakkında mütemadiyen hatırlatmalarda bulunur:

Dost’u aramak farz olmuştur aşıklara,

Boşanarak yüzüstü sürünen seller gibi O’nun ırmağına.

Kaldı ki isteyen bizzat O, bizse gölgeler gibiyiz;

Ey bütün konuşmalarımızda hep O konuşmakta.

Kâh çağlarız seller gibi Dost’un ırmağında

Kâh bir su gibi hapsoluruz O’nun bardağında.

V olur haşlanırız bir güveç çömleğinde havuçlar gibi;

O ise kepçe salar bir şeyler düşünerek boyuna.

Böyledir Dost’un huyu; dayar ağzını ta kulağımıza,

Fısıldar durur, aksın diye bütün kokusu canımıza.

Canlar canı gibi gelir; çekilir ayrılık aradan;

Dost’a düşman tek bir can görmedim be dünyada.

Eritir seni nazla, inceltir, kıla döndürür;

Değişmezsin yine de iki dünyayı O’nun bir kılına.

“Dost, Dost nerdesin?” diyoruz Dost’la oturmuşuz da,

“Nerdesin?” diyoruz boyuna sarhoşluktan, O’nun yanında.

Yersiz kuruntular, ve uğursuz düşünceler

Gerçek bir tabiattan gelir bunlar, uğramaz O’nun yanına.

Sus, sus, O övsün Kendisini!

Ne ilgisi var senin, “hay hay”ının O’nun “hay hay”ıyla! (16)

İbn Arabî ve özellikle Rumî, herhangi bir yaratığa duyulan sevginin ancak Allah için sevgi olabileceğini okurlarına mütemâdiyen hatırlatırlar. İnsanları neyi sevdiklerini idrak etmekten yalnız cehalet perdeleyebilir. İbn Arabî şöyle yazmaktadır:

“Varlıklarda Allah’tan başkası sevilmez. Her aşığın gözünde her sevgilide zâhir olan O’dur -ve bir aşık olmayan hiç- bir varlık yoktur. O halde; âlem hep sevenler ve sevgililerden oluşmaktadır, ve bunun tamamı da O’na döner. Keza, O’ndan başka hiçbir şeye tapılmaz; zira tapınan hiç kimse taptığı şeye, onda bir Uluhiyyet hayal etmedikçe tapmaz. Yoksa, ona tapmazdı. Nitekim, Allah, “Rabbin yalnız kendisine ibadet etmenizi emretti” (17) demektedir.

Aşk da böyledir. Hiç kimse Yaratan’ından başkasını sevmez; ama o Zeynep, Suat, Hind, Leylâ, bu dünya, para, makam ve dünyada sevilen her şeye duyulan sevgi dolayısıyla ondan perdelenir. Şairler sözlerini tüm bu varlıklar üstüne tüketirler; ama onlar bilmezler. Arifler, şekillerin perdesi arkasında gizli Allah hakkında olmayan bir dize, bir muammâ, bir kaside, bira aşk şiiri asla işitmezler.” (18)

Büyük düzyazı eserinde, Rumî bu hususu şu sözlerle dile getirir:

İnsanlar- anne, baba, dostlar, gökler, yer, bahçeler, saraylar, bilgiler, işler, yiyecek, içecek gibi çeşitli şeylere karşı duyduğumu umut, arzu ve tutkularının hepsi Allah’a karşı duyulan arzulardır, ve bütün bunlar perdedir. İnsanlar bu dünyadan göçüp Ezelî- Ebedî padişah’ı bu perdeler olmaksızın görünce, tüm bunların birer perde ve örtüden ibaret olduğunu bilirler. Onların tüm güçlükleri bellidir, kalplerindeki tüm sorular ve müşkülatlar cevaplandırılır, ve her şeyi yüzyüze apaçık görürler.” (19)

Bütün aşıklar gerçekte Allah için açıktır. Aşk iyidir; çünkü İlahîdir; ama aşıklar onun hakiki nesnesini tanımayacak olurlarsa o aldatıcı bir perde olarak kalır.

Aşk, muhtaç olmayan Allah’ın bir sıfatıdır,

Aşka bir şeye duyulan aşk mecazdır.

Altın kaplamadır çünkü başkalarının güzelliği;

Dışından pırıl pırıl, ama zifirî dumandır onun içi.

Parıltı gidip de açığa çıkınca duman,

Buza keser mecazî aşk o zaman.

Geri döner o güzellik kaynağına,

Beden kalır geride: kokuşmuş, adi ve kaba.

Geri döner hani aya ay ışığı,

Kalmaz kara duvarda yansıması.

Şekilsiz bir kerpiç, kesek kalınca geride,

Aysız duvar döner bir ifrite.

Kalp altının üstündeki altın dökülüp de,

Gelip yerleşince kendi madenine.

Artık adi bakır bir is gibi kalır;

Aşığının yüzüyse daha da kararır.

Gözü olanların altın madenindedir tutkuları;

Günden güne daha da gelişir onların aşkları.

Çünkü madenin ortağı yoktur altınlıkta.

Merhaba, ey Altın Madeni! Sen’de şüphe yok asla! (20)

Aşk her zaman yürürlükte olan bir gerçekliktir; ama insanlar kendilerini Sevgilinin yansımalarına kaptırdıklarından, o dağılmaya ve solmaya yüz tutar. Burada tekrar bilginin merkezî bir şey olduğu hususuna geliyoruz. Gerçi Rumî tüm eserlerini aşka ayırmışsa da, o sık sık hakiki aşkın tefrik ve temyize dayandığını hatırlatır bize. Aşık som altını kap olanından ayırt edebilmelidir.

Muhabbetten acılar tatlanır,

Muhabbetten altına dönüşür bakı.

Muhabbetten tortular süzme şarap olur,

Muhabbetten dertler şifa bulur.

Muhabbetten ölürler dirilir,

Muhabbetten şahlar köle kesilir.

Bu muhabbet ki, bilginin sonucudur.

Aptal biri bu tahta ne zaman oturmuştur?

Nerede eksik bilgi bu aşkı doğurmuştur?

Doğurur doğurmasına da, bu, nesnelere aşk olur.

Görünce cansız nesneler arzuladığı rengi,

Bir ıslıktan işitir sevgilinin sesini.

Bilmez farkı eksik bilgi,

Güneş sanır çakan şimşeği. (21)

Kısacası, Allah aşkı temel iman ikrarından, Allah’ı biricik gerçeklik olduğu iddiasından doğar ve gelişir; yani, “Allah’tan başka tanrı yoktur” dan. Aşk İlahî bir sıfat olduğuna göre, bundan da, “Allah’tan başka hiçbir hakiki aşık ve hakiki sevgili olmadığı” sonucu çıkar. Aşıklar şeyleri apaçık görünce, yaratılmış her şeyi sevdiklerini anlarlar; çünkü yaratıkların hepsi Allah’ın güzelliğini sergiler ve kendi aşk ve muhabbetleri de Allah aşkını dışa vurur. İbn Arabî’nin bildirdiğine göre, sâlikler “doğal” ve “ruhanî” aşkın ötesine geçince, “ilahî” aşk mertebesine ulaşırlar, ve burada onlar Allah’ın şeylere olan sevgisi aracılığıyla her şeyde Allah’ı severler. Nihayet onlar varoluşun her boyutunda her şeyi severler:

“İlahî aşkın selameti, ister ruhanî, ister duyusal, ister hayalî ve ister imgesel bir şey olsun, her alan (hazret) da her şeyi sevmektir. Her hazretin, Onun Nûr isminden aldığı bir gözü vardır, ki o Hazret O’nun Cemal ismine bu gözle bakar.” (22)

Bunların aşkları tam olduğu zaman, aşklar hem seven, hem de sevgili olan Bir’le birliklerini tecrübe etmenin neşesinde yaşarlar. Rumî’nin ifade ettiği gibi:

Neşesi de O aşıkların gamı da,

Ücretleri de O, hizmetlerinin karşılığı da.

Bakmış olmasalardı Sevgili’den başkasına,

Aşk olur muydu bu kuru sevda?

Aşk o yalıdır ki bir parlayıverdi mi,

Yakar sevgilinden başka her şeyi.

Doğrar Allah’tan başkasını lâ kılıcıyla,

İyi bak, ne kalır geriye lâ’dan başka.

İllallah kalır, uçup gider gerisi,

Şâd ol, ey aşk ey ulu kül edici başka her şeyi.

Kaldı ki,öncekiler de, sonrakiler de hep O idi,

Şaşı gözden başkası asla görmez şirki. (23)

Chıttıck, İbn Arabî ile Mevlâna’nın anlayış beraberliklerinin hareket noktası olarak “Aşk”ı görür. Bu Aşk ikisinde de insanda doğup Allah’ta biten aşktır. Sekli bir anlamda Allah’ın insanı yaratırken kendi cevherini insana vermesinin doğurduğu bir aşktır. Çünkü aşkın ana cevheri İlahî’dir. Aşk’ın böyle bir zemin üzerinde insanın ruhunu yakıp kavurması, maşuka doğru koşturması, onunla bütünleştirmesi insan hayatının yaratılış gayesinin gereğidir. Eğer insan bundan haberdarsa, mutludur, huzurludur ve dolayısıyla bütün vehimlerden, korkulardan ve sıkıntılardan uzaktadır. Çünkü aşk bir nevi insanın ruhunu yıkayıp arındıran bir ırmağa benzemektedir. Bu iki büyük mutasavvıfın bunu fark ederek sanki birbirlerinin devamı gibi sürdürmeleri oldukça anlamlıdır. Yazar bunun içindir ki, meselenin üzerinde durur ve bu birbirini tamamlayan halkaların açtığı pencerelerden hep ileriye bakar. Onun,kitabında Aşk’a ayırdığı bölüm. Yukarıya aldığımızla sınırlı değildir.Bu defa Aşk Dini” der ve bu bölümde de şunları anlatır:

“Aşkın ön şartı doğruyu görme yeteneğidir. Bu durum kendi eksikliklerimizi ve sınırlarımızı anlamamızı gerektirir. Biz kim olduğumuzu bilmek durumundayız. Kendi bilgisizlik ve yeteneksizliğimizi bilmekle, yalnız Allah’ın yeterli olduğunu biliriz. Biz Hakk’tan, bütünlükten, dengeden, itidalden, hikmetten, merhametten ve arzuya şâyan başka her nitelikten uzağız. Bu yetersizliği hakkıyla anlamak ve tatmak, nefiste, Rumî’nin sık sık “dert” dediği, derin bir arzu uyandırır:

Kim daha uyanıksa, daha dertli,

Kim daha iyi anlamışsa, daha sarı benizdi. (24)

Dert ve eksiklik içinde olmak ancak çare dileğinde bulunmaya götürebilir. Rumî, okurlarına, susamak ve su aramamak için sık sık ısrarla dert ve acı peşinde olmalarını salık verir.

Dünyanın çaresi dert ve bela olduğundan,

Kestik kendimizi çarelerden, dert ehliyiz. Külliyât, (25)

İnsanî yetersizliği ilişkin bilgi aslî hiçliğimize ilişkindir. Kur’an bazen bu insanî hiçliğe “yoksulluk, bağımlılık (fakr)” adını verir; öyle ki bu sözcük, İslâmî diller de, İngilizce’de “Sufîsm” olarak adlandırdığımız şeye bizzat tasavvuf’tan çok daha yaygın bir şekilde delalet eder. Hem fakir (Ardapça’da fakîr), hem de derviş (Farsça derviş) “Yoksul kimse” anlamına gelir; yani Tasavvuf yolunun yolcusu. Terim Kur’an’dan özellikle de şu âyetten alınmıştır: “Ey insanlar Allah karşısında yoksulsunuz (fukarâ); ve Allah, O Ganî ve Hamde Değer Olan’dır” (26) İbn Arabî’nin dediği gibi, “Yoksulluk (iftikâr) Allah’tan başka her şeyin tabiatında bulunan bir husustur. Bunun kaçmanın hiçbir yolu yoktur.” (27) Rumî şöyle demektedir:

Ne darlıktan dolayı bu yoksulluk, ne geçim sakıntısından;

Tam tersine, Hakk’tan başka hiçbir şey olmamasından(28)

Tasavvuf Allah karşısında yoksul olmaktır. O’nun karşısında yoksul ve aciz olmak O’na muhtaç olduğumuzu kabul etmektir, ve bu kabul ne kadar içten ve ihlaslı olursa, Sevgiliye erişme konusunda o ölçüde şiddetli bir dürtüye dönüşür. Çok az dert ayrılık derdi çeken aşıkların derdi kadar derin olur. Dertlerini bilen aşıklar her derdin tedavisini özerler, ki bu da Sevgilileridir. İşin sonu dert ve kederlerden kurtuluş ve neşeye garkolmadır; ama dert olmadan yolculuk asla başlamaz.

Önce ayrılığın kucağına atarsın aşıkları Sen,

Sonra tepeden tırnağa altınla doldursun onları (29)

Rumî’nin ayrılık ve buluşma, umut ve korku, ayıklık ve sarhoşluk, yok olma ve bâki kalma, dert ve neşe arasındaki etkileşimle ilgili binlerce beyti vardır. Bu, aşkın diyalektiğidir. Yaratılmışlık, alanına özgü altüst oluşlar olmaksızın hiçbir aşk mümkün değildir. Mevlâna, okurlarını mütemâdiyen maceraya atılmaya davet eder. Şu gazel özellikle ilgi çekicidir:

Öyle acı çektirdi ki sevgili bana,

Sonunda bu durum oturdu göz yaşına, ciğer kanına.

Birlerce ateş, binlerce duman, binlerce gam; “Aş” oluyor hepsi,

Binlerce dert, binlerce bela-cefa; “Sevgili” deniyor tüm bunlara.

Canınıza susadıysanız, gelin, haydi, bismillah!

Buyurun, can vermeye, buyurun inleyenleri katliama!

Ne korku Dildâr’ın bıçağından, ne çekinme benim için,

Değer buluyorum O’nu böyle binlerce cana.

Nil’in suyu gibi iki yüzlüdür bu aşkın azabı;

Sudur kendi halkına, kandır başkalarına.

Ha ödağacı olmuş, ha bir kuru çalı,

Ne önemi var eğer ödağacı ve kandil yanmıyorsa!

Kılıç, mızrak ve ok yarası yoksa bir savaşta,

Ne fark kalır puşt oğlanla yiğit Rüstem arasında?

Kılıç baldan daha tatlıdır Rüstem için,

Yağan ok olur fark atar çekicilikte sarı altınlara.

O aslan yüzlerce cilveyle alır avını;

Can atar dalga dalga avlar ona av olmaya.

Kanlar içinde inler durur can veren av,

“Bir daha öldür beni!” der, “Allah aşkına!”

Ölünün gözleri saplanış kalmış yaşayana,

“Ey, donup kalmış gafil,” der, “gel başını kaşıyıp durma” (30)

Eğer Rumî, aşkla ilgili kendi şiirsel ifadelerini tasvip etmeyecek olsaydı, İbn Arabî ve diğer nazarî kafaya sahip Sufîlerin aşkın gerçekliğini izah çabalarına haydi haydi karşı çıkardı. Aşkın tadılması ve tecrübe edilmesi gerekir, ve şiir, tecrübeyi anlatma konusunda aklî açıklamalardan çok daha ileride bir yeterliliğe sahiptir. İbn Arabî’nin açıklamalarından daha fazla alıntı yapma yerine, imaj ve imalara açıklık kazandırmaya çalışmaksızın, Rumî’nin üç gazelini takdim edeceğim. Şiirlerin, niçin insan sevgiliyle değil e İlahî Sevgili’ye atıfta bulunduğu şeklinde okunması gerektiğini açıklama yolunda da gitmeyeceğim (belirsizlik Farsça’dan kaynaklanmaktadır, çünkü bu dilde zamirlerin cinsiyeti yoktur ve büyük harf de kullanılmaz). Aşıklar için bir güçlük sozkonusu değildir. İbn Arabî’nin biraz önce iktibas edilen pasajda belirttiği gibi, “Arifler, şekillerin perdesi akasında gizli Allah hakkında olmayan bir dize, bir muamma, bir kaside, bir aşk şiiri asla söylemezler.”

O çayır çimen elbisesine kaptırmışsa bir kimse kendini,

Hiç şaşma, yitirmiştir aşkta benim gibi kalbini.

Sabırdan söz etmeyin, ki sabır

Asla varamaz kalbe, o Dost’un denediği.

Eflatun da delirir, İbn Sînâ’da,

Aşk bir şıkırdattı mı aklın zincirlerini.

Andolsun aşkın canına! Hiçbir can kurtulamaz aşktan,

İsterse yüz bur, yüz kale bedeni korusun kendisini.

Aslan olsan, büyük bir aslan avcısıdır aşk;

Güçlü bir gergedandır aşk, olsan Afrika fili.

Kaçıp da kuyunun dibine insen,

Dolanır, bir kova gibi, boynuna aşkın ipi.

İnce bir kıl olsan, kılı kırk yaran olur aşk;

Kebap olsan, aşk kebap şişi.

Dünyanın sığınağıdır aşk, bütün adaletin kaynağı,

Ne kadar celse de kadın ve erkeğin aklını, fikrini.

Sus, sus! Gönül Dimeşki’dir sözün yurdu;

Kes, böyle bir yurdu olana garip demeyi. (31)

Benim gibi aşık olsaydın, genç, ne olurdu…

Her günün çılgınlık, her geçen ağıt dolu.

Bir ân bile gitmezdi O’nun hayali gözlerinden,

Gözlerinde o Yüz’den yüzlerce ışık parlar dururdu.

Keserdin kendini eşten, dosttan, arkadaştan;

Yurdun ellerini dünyadan, terk ederdin bu yurdu.

“Kurtardım kendimi kendimden” derdin,

“Bu can sana râm oldu.”

“Şu halka karıştığımda, dışardan kaynaşığım,

“Ayrışığım içerden, sanki yağla su.”

Bütün heveslerden geçer delirirdin;

Ama bir hekimin durman bulacağı bir delilik değil bu.

Bir ân için olsun bu derdi tatsaydı hekimler,

Kurtulurlardı bağlarından, yakarlardı kitaplarının topunu.

Yeter! Bırak bütün bunları, bir şeker madeni bul!

Eri, dağıl o şekerde; andırsın durumun sütle hamuru. (32)

Hurilerin soran olursa sana, göster yüzünü “İşte böyle” de,

Aydan söz açarsa biri, çık dama, “İşte böyle” de.

Kim peri peşindeyse, göster yüzünü kendisine;

Miskten dem vurursa biri, dök zülfünü, “İşte böyle” de.

“Ay buluttan nasıl çıkar? Derse sana biri,

Çöz gömleğini düğme düğme, ve “İşte böyle” de.

Birisi Mesih’ten söz açarsa da, “Ölüleri nasıl diriltti?” derse,

Öp dudaklarını onun önünde, ve “İşte böyle” de.

Birisi söz alıp, “Söyle bana, ne demek aşk şehidi?” derse,

Göster canını ona, ve “İşte böyle” de.

Eğer biri ilgi duyup, halimi öğrenmek isterse,

Kaşlarını göster ona, “İki büklüm dolaşıyor” de, “İşte böyle” de.

Can nasıl bedenden ayrılır da tekrar girerse,

Gel, gir evimize, göster inkarcılara, e “İşte böyle” de.

Ne yandan bir aşık feryadı duyarsan, derin bir inleme,

Benim hikâyemdir onların hepsi, Allah için, işte böyle.

Her meleğe yurt kesildim; göğsüm döndü gök rengine;

Kaldır gözlerini ve bak göğe, neşeyle işte böyle.

Dosta kavuşmanın sırrını, söylemedim seher yelinden başkasına,

Kendi sırrımın saflığıyla sonra, fısıldadı seher yeli “işte böyle.”

“Kul Allah’a nasıl erişir?” diyenler kör değil de ne?

Bir saflık mumu tutuştur ellerine, ve “İşte böyle” de.

Dedim, “Yusuf’un kokusu nasıl gider şehirden şehre?”

Hakkın kokusu bir esti ki Hû cihanından “İşte böyle.”

Dedim, “Yusuf’un kokusu nasıl açar kör gözleri?”

Esinti geldi ve aydınlattı gözlerimi, “İşte böyle.”

Olur ya Şemseddin de Tebriz’de, bir kerem eder de,

Gösterir vefasını inceliğiyle işte böyle. (33)

______________________

1- William Chıttıck, Tasavvuf, s.144. İz Yayınları, (Çev. Turan Koç), İstanbul-2003
2- Fütûhât II. 111.12; krş II 325. 13, İng.Çev. W.C. Chittick, “The Divine Roots of Human Love,”Jounal of the Muhyiddin ibn ‘Arabî Seciety WVII, 199. ss. 55-78 (s. 57).
3- Rumî, Külliyât-ı Şems, ed. B. Furuzanfer (Tahran: Dânişgah, 1336-46/1957-67), beyit 29050-51;
4- Küllyât 17361.
5- Futûhat II 167.12.
6- Hadîd 57:4
7- Hadid 57: 4
8- Futûhat II 329. 5; SOD 22
9- Fihi mâ Fih bb.176-7 SPL 198; Türkçe’ye çev. M. Ü. Anbarcıoğlu (İstanbul Milli Eğitim Basımevi, 1969) s.270-71.
10- Mesnevî, c. V. 2735-40 SPL 198
11- Futûhat II 114.8
12- Mesnevî, III. 4400-1, 14-15; SPL 198-9
13- Futûhat II 113.2
14- Futûhat II 114.14; Chodkiewicz, Illuminations, s. 98.
15- Futûhat, II 331.17.
16- Külliyât, Gazel no 442; krş. Türkçe çeviri, Divân-ı Kebir, Çev. Abdülbaki Gölpınarlı, cilt II, Bahr-ı Muzâri kısmı gazel no XV.
17- İsrâ 17: 23.
18- Fütûhât II 326. 19; krş. SPK 181.
19- Fihi Mâ Fih, s. 35; SPL 201: s. 54.
20- Mesnevî, VI 971-80; krş. SPL 202-3
21- Mesnevî, II. 1529-35
22- Fütûhât, II 113.6
23- Mesnevî V. 586-91; SPL. 215
24- Mesnevî 1. 629.
25- 35477; SBP. 209
26- Fâtır 35; 15.
27- Futûhat II 600.32.
28- Mesnevî II 3497.
29- Kulliyât 29753.
30- Kulliyat gazel no 1138; krş. A. Gölpınarlı Divân-ı Kebîr, cilt III. Bahr-i Müctes CXVI.
31- Kulliyât, gazel no 920. A. Gölpınarlı, Divân-ı Kebîr, cilt III. Bahr-i Müstes XC
32- Kulliyât, gazel no 244; A. Gölpınarlı, Divân-ı Kebîr, cilt III. Bahr-i Hafif, I.
33- Kulliyat, gazel no 1826. A. Gölpınarlı, Divân-ı Kebîr, cilt VII. Başka Bahir, Hezec Mahbûn Matviyy XLIV. I.