Mevlânâ, Şimdi Seni Anladım…

“MEVLÂNÂ, MEVLÂNÂ! ŞİMDİ SENİ ANLADIM…” Yukarıdaki yazı başlığı tanınmış Batılı müsteşrik Raynold A. Nicholson’a aittir. Bu sözlerini de ruhunu teslim ederken söylediğini nakleder Ayten Lermioğlu. Yazar’ın “İslam Sufileri” isimli eserini inceleyince böyle bir sözün söylenmekten başka çaresinin olmadığını da düşünebiliriz. Yazar’ın biyografisinin ana başlık halindeki özetine bakınca da bu kanaate varılması normaldir: 1868 yılında Yorkshire’de […]

“MEVLÂNÂ, MEVLÂNÂ! ŞİMDİ SENİ ANLADIM…”

Yukarıdaki yazı başlığı tanınmış Batılı müsteşrik Raynold A. Nicholson’a aittir. Bu sözlerini de ruhunu teslim ederken söylediğini nakleder Ayten Lermioğlu. Yazar’ın “İslam Sufileri” isimli eserini inceleyince böyle bir sözün söylenmekten başka çaresinin olmadığını da düşünebiliriz. Yazar’ın biyografisinin ana başlık halindeki özetine bakınca da bu kanaate varılması normaldir:

1868 yılında Yorkshire’de doğdu. Tahsilini Cambridge’de tamamladı. Bu üniversitede görev aldı ve emekli olduğu 1933 yılına kadar burada görev yaptı. Dedesi ve babasının Doğu dillerinde çalışıyor olması onu da bu alana yöneltti. Farsça ve Arapça’yı öğrendi. Üniversitede bu dillerde dersler okuttu. Mevlânâ’nın Mesnevi’sini sekiz cilt hâlinde yayımladı. 1945’te de vefat etti.

Nicholson, İslam Tasavvuf kültürünün Batı’da tanınması için çalışan önemli isimlerden birisidir. Birçok Batılı aydın Mevlânâ’ya ilgi duyarken referansı genellikle Massıgnon ve Nicholson’dan alırlar. Bunların her ikisi de Mevlânâ üzerine önemli çalışmaları olan isimlerdir. Nicholson, belki Müslüman olmadı, ama İslam tasavvufu araştırmalarından ötürü İslam’a hayli yaklaştı. Bir defa, Batı’daki o katı İslam düşmanlığının kırılmasında etkin rolü oldu. Bugün görüyoruz ki, birçok insan daha hür düşünceli ve daha realist bir tavır benimseyince Müslüman olmakta ve hatta Mevlânâ’nın manevi evladı durumuna gelebilmektedirler. Onun ölürken, “Mevlânâ Mevlânâ! Şimdi seni anladım”, deyişi bu yakınlaşmanın belki de bir gizli kabulün ifadesidir. Bakınız, Yazar, İslam duyarlılığını nasıl anlatıyor:

“Rumî’nin edebi üstünlüğü, muhteviyatında muazzam olduğu kadar büyüklükte hayret verici, Şems-i Tebrizî Divanı’nı meydana getiren tasavvufi gazellerin koleksiyonundan mürekkeptir. Altı kitapta 25. 000 beyitlik Mesnevi’si, 1. 600 civarındaki Rubaisi veya dörtlükleri bilinmektedir. Dinî felsefesi kendisinden evvel yaşayan ve iki büyük sufi şair Gazneli Senai ile Nişaburlu Ferideddin Attar’ın tarzındadır. Buna rağmen onların ikisine de sır borcu yoktur. Rumî’nin pervazı daha geniş bir saha kaplar. Fikir malzemeleri çok çeşitli ve daha zengin, konuyu elde ediş metodu tam ‘yeni bir üslup’ diye tarif olunan şahsına münhasır (kendine özel) bir şekildedir. Çok ustalıklı ve girift tarzdadır, zor tahlil edilir. Bununla beraber genel ifadesi basit ve açıktır. Mantıka uyup uymadığına aldırmaksızın, okuyucuya Mesnevî’de serbestlik ve genişlik mefhumunun neşesini verir. İtiyatlara meydan okur; halka mahsus hayat lisanını cesaretle kullanarak basit şeylerden alınan hayal bolluğu ve samimi hikâyelerle herkese hitap eder.

Şiir, izi olmayan umman gibidir, hudutları yoktur. Manayı taşıyan ve genişçe izah eden doktrininin ‘kabuk‘ ve ‘öz‘ü arasında hudut çizgisi bulunmaz. Her memlekette bedii güzellikte olduğu gibi, konunun gayretsiz yayılması ve tefsiri Rumî’nin felsefesinin Vahdet felsefesi fikrinden doğduğunu mükemmel bir surette belirtir:

‘Mesnevi vahdet dükkânıdır, orada Bir’den (Allah) gayrı gördüğün her şey puttur’ der. O, varlık meydan savaşını aşıp, kâinatın düzeni içinde yalnız mutasavvıfların idrak edeceği gibi, bütün mücadelelerin ve ahenksizliklerin tayin edilmiş oynanan roller olduğunu keşfeder.”

“Sufi Vahdet-i Vücud felsefesi yahut tevhidi aşağıda zikredilen meseleleri içine alır:

Bütün hayatın esas kaynağı bir Hakiki Varlık’tır. Bu Hakikat, Allah (İlahi Zat), yahut dünya (gizli Cevherin sonradan ortaya çıkışı) gibi düşünülebilir.

Zamanda yaratılış yoktur. Daimi ilerleme ilahi sıfat tecelliyatıdır (meydana gelişi). Kainatın şekilleri değişirken ve geçerken fasılasız bir anda yenilenir; cevherinde (özünde) Allah ile ebediyeti birdir. Hiçbir zaman yoktur ki, Kendi bilgisinde tam olarak var olmasın.

Allah, hem her şeyde mevcuttur, bütün arızî (sonradan meydana gelen) şekillerdeki hudutlu görünüşle, manada zahir (açık) olur ve hem tabiattan üstündür, yücedir. Her görünüş üstünde ve ötesinde manada o Mutlak Hakikat’tir.

İlahi Zat bilinemez. Allah, Kur’an’da bildirdiği isimleri ve sıfatları ile bize Kendini bildirir. Hakikatte aynı oldukları halde İlahi sıfatlar, bizim görüş noktamızdan farklıdır ve birbirine zıttır. Bu fark edilişler tabii hadiselere ait dünyayı meydana getirir. İyiyi kötüden ayırt ettirmeksizin Mutlak İyilik diye bilinir. Hakikat küresinde kötülük diye bir şey yoktur.

‘Mahlûkatı bilinmekliğim için yarattım’ kudsi hadisine göre, Allah bilgisinin tam muhteviyatı kâinatta ve üstün olarak insanda görünür. Kâinat manzumesi içinde bulunan nizama göre tanzim eden ve harekete getiren Akl-ı Küll, kendini tam olarak insan-ı kâmilde açıklar. İnsan-ı kâmilin en mükemmel numunesi (örneği) ‘nur’u Âdem’le başlayıp Peygamberler silsilesini aydınlatan Muhammed’in (a.s.) önceden mevcut Hakikati veya ruhudur. Onlardan sonra Muhammed’in (a.s.) manevi varisleri olan Müslüman valiler kutbudur. Peygamber olsun, veli olsun, insan-ı kâmil Allah ile birliğini idrak eder. O, yani insan-ı kâmil Hakk’ın gerçek tasviri, zuhurudur (var oluşudur). Bundan dolayı yaratılışın sebebi hikmetidir. Ancak onunla Allah tam olarak bilinir.

Bunlar, Rumî’nin şairliğinin temelini teşkil eden konulardan bazılarıdır. O, bunların ilk yazarı değildir. Dokuzuncu sıradan beri sufi mütefekkirlerinin geliş silsilesiyle ileriye doğru tedricen inkişaf ettirilmiş, sonra bir araya toplanmıştır. Neticede meşhur Endülüslü mutasavvıf İbnu’l Arabî (1165-1240) tarafından esaslı şekilde ifade edilmiştir. Her hakkı teslim eden kişi, İbnu’l Arabî’ye İslam Vahdet-i Vücud felsefesinin babası ismini verir. O, nizam ve birleştirme ihtiyacıyla sistem kurmak için çok büyük akıl ve muhayyile kudretini bütün esası ve belki bütün düşünüleni fıkrada bir araya getirmeye vakfetmiştir. Bu dünyanın daima gördüğü tasavvufî fikir düşüncesinin en üstün abidesidir. Rum’da seyahat eden ve Şam’da toprağa verilen daha yaşlı aynı asır adamının fikir ve üslup bilgisinden Rumî’nin faydalandığı âşikâr olduğu zaman, zihinleri düşüncenin şekilleriyle Mesnevi’ye yabancı fakat İbnu’l Arabî’nin Füsûs’ül Hikem ve El Fütuhat’ül Mekkiye’sine alışkın olan sonraki müfessirleri, bu istifadenin çoğunu ilimle belagatı bir arada toplayan tam felsefî gaye ile yazmıştır. Rumî’nin böyle bir gayesi yoktur. E.H. Whinfiel’in dediği gibi, onun tasavvufu ‘ilmî’ değil, beynelmilel manada ancak ‘amelî’dir Kafadan ziyade kalbe hitap eder. Mekteplerin mantığına iltifat etmez. Hiçbir hal ve vaziyette bir kaidenin esasını bile felsefî lisanla anlatmaz. Dante’nin İlahi Komedi’de kullandığı sözler Mesnevi’nin bir izahı olarak mükemmel fayda sağlar: ‘Şiir felsefenin manevi veya ahlâkî kısmına aittir. Mahiyeti nazari değil, fiilîdir ve asıl gayesi hayatın sıkıntılarına uğrayan insanı saadet merhalesine ulaştırmaktır.’

Mesnevi’nin büyük bir kısmında Rumî, mükemmel manevi mürşid gibi, kemale erdirme mücadelesini, dervişliğe yeni başlamış olanları kemale erdirmeyi ve meseleleri ustalıkla ihtiyaca uygun işlediğini gösterir. Okuyucunun iyi bildiği birlik felsefesi nazariyesini arz ederek sufi idrâk felsefesinin (Allah’ı doğrudan doğruya seziş) umumi manzarasını arz eder. ‘Başlangıçta tevhide gark olanların’ vecdini ve sırların müşahedesini anlatarak onların özlemlerini arttırır.”

Yazar bundan sonra, Mesnevi’den seçmelere yer verir. Ancak, bu seçmelerden önce bir şiiri vardır. Şiiri takdiminde, “Bu tercüme değildir; orijinal metni yoktur. Zevkim için yazdım, fakat Rumî’nin karakteristik bazı fikirlerinin basit tarzını taşıdığını görünce mevcut çalışmaya başlangıç olarak koymanın faydasını düşündüm” demektedir. Bu, anlaşılan kendisinin yazdığı bir şiirdir, kendi duygularını anlatmaktadır. Ancak bu duygulara Mevlânâ’nın ruhaniyeti ve üslubu öylesine sinmiştir ki, bu notu koymasa, çok rahatlıkla bu metni Mevlânâ’ya ait bir parça olarak düşünebiliriz. Sözü Nicholson’un bu şiiriyle bitirelim:

BAŞLANGIÇ

Kalbimin derinliklerinde Tanrı’nın nuru parlıyor
Sessiz ve kıyısız deniz üzerinde.
Oh, ne mutludur her yönde bağlananlara ki
Hepsinin hayali insanları sevmek.

Hoş görünen şeylere ahmakla bağlanan kör gözler
Yalnız sonunda meş’um aldanmaya lanet eder.
Şu bir çift melek, Hârut, Mârut gibi
Kendilerini temizin temizi tahayyül ettiler.

Cehaletimiz, nefsanî arzumuz ve kötü gururumuz
Parçanın ve bütünün ahengini tahrip eder.
Boş yere biz ararız riyazetsiz nefsaniyetle
Et olan Ezelî ve Ebedî Ruhtan bir görünüş.

Aşk, Aşk! Tek başına o katledebilir görünen cansızlığı,
Donmuş yılan olan ihtirası. Tek başına Aşk,
Gözü yaşlı ibadet ve ateşle beslenmiş hasret
Hiç bilinmeyen bilgi derecelerini gösterir.

Allah âşıkları O’ndan sırlar öğrenirler
Kâinatın nizamını, Takdir-i İlâhî’yi
O’nda yaşamayı, daima O’nda methini terennümü
İnsan için vaktin binlerce dünyasını yapanı.

Onlar kötülüğü bilmediler, çünkü O’nda yoktur
Oysa kötü olmadan iyi nasıl görünür?
Aşk cevap verir: “Benimle duy, benimle bir ol,
Neredeysen durma araya gir.”

Canlarda Rahmânî nurun izleri var;
Peygamberler ve veliler geçtikleri yolu gösterdiler,
Başlama noktasını, merhale, durak ve gayelerini
Tek hedef Allah’a rehberliği.

Aşk, sâdık kulunu usanmaya bırakmaz
Ebedî güzellik onları ileri vardırır, ileri
Şereften şerefe, daha yakînine çeker
Her hareket ve sevgide daha yakın olur.
Hakikat parladı mı söz kalmaz, bir şey denmez

MUHSİN İLYAS SUBAŞI

muhsinilyas@gmail.com