Mevlânâ Ve Nükte – II KİM İÇMİŞ?
Nihat ÖZTOPRAK
Hazret-i Mevlânâ sema* ederken sarhoşun birisi de meydana gelmiş ve semaya katılmış. Başlamış semazenlerle birlikte sema etmeye. Fakat kendine tam sahip olamadığı için dönerken Mevlânâ’ya çarpıyormuş. Bu yüzden müridler ona kızmış, onu itekleyip, tartaklayarak dışarı atmak istemişler. Durumu fark eden Mevlânâ müridlerine hitaben,
«O içmiş ama siz sarhoşluk yapıyorsunuz.» demiş.
Bu nükte ile Mevlânâ müridlerine muhtemelen: «Sarhoş kavgayı sever, kavga etmek ister. Ama burada tam tersi bir durum görüyorum. Bizim semamıza katılan içkili insan değil, sema etmekte olan sizler kavga etmek istiyorsunuz.» demek istemiştir.
Bu hadisede görüldüğü gibi Mevlânâ, aşk ve muhabbet yoluyla insanları irşad ederken zaman zaman da nükte yaparak onları eğitme yoluna gitmiştir. Ona göre şaka ve nükte insanları irşad ve terbiye içindir. Ancak nükteyi, yalnızca kemal sahipleri yapabilir. Bu olgunluğa ulaşmayan nükte yapmamalıdır. Şöyle der:
«Nükte lokması olgunlara helâldir. Mademki sen olgun değilsin, yeme ve sus!» Demek ki nükte, olgunlara helâl olan bir lokmadır.
HER REKÂTTA KÂFİRÛN
Mevlânâ’nın yediği nükte lokmalarından biri de şöyle gelişmiştir: Kübreviyye hulefâsından Mirsâdü’l-İbâd sahibi Necmeddîn-i Dâye (öl. 1230), Sadreddîn-i Konevî (öl. 1274) ve Mevlânâ, Konya’da bir arada bulundukları bir sırada namaz vakti gelmiş dayanmıştı. Abdest alıp namaza hazırlandılar. İmamete Necmeddîn-i Dâye’yi geçirdiler. Dâye, her ne sebeptendir bilinmez, her iki rekâtta da Fâtiha’dan sonra «Kâfirûn Sûresi»ni okumuş. Cemaatle kılınan bu farz namaz sûrelerin sesli okunduğu akşam, yatsı veya sabah namazlarından biri olduğu için Mevlânâ ve Sadreddîn-i Konevî de bu duruma vâkıf olmuş. Bilindiği gibi herhangi bir sebep yoksa her rekâtta aynı sûreyi okumak mekruhtur. Bu durumun farkına varan Mevlânâ namazdan sonra, Sadreddîn-i Konevî’ye dönerek, Necmeddîn-i Dâye’nin de duyacağı bir şekilde şunları söylemiş:
«Birinciyi senin için, ikinciyi benim için okudu.»
Bu kıssa Türk edebiyatında nükte anlayışına çok güzel bir örnek teşkil eder. Zira nükte ancak dikkat edildiğinde anlaşılan ince söz ve mânâdır. Nüktede zekâ vardır, uyarı vardır, dikkat çekme ve eğitme vardır. Nükte, az ve öz sözle duruma uygun çarpıcı söz söylemektir. Güldürür veya tebessüm ettirirken düşündürür. Böylece bilhassa muhatap gerekli dersi çıkarabilecektir. Nüktede ortaya konan meselede gizlilik de vardır. Gizlilik sayesinde muhatap herkesin diline düşürülmez. Gizlilik sebebiyle nükteyi herkes anlamayabilir, ancak muhatap mutlaka anlar. Çünkü nüktede muhatabı incitmeden tenkit ve uyarı esastır.
Yukarıdaki kıssada da Mevlânâ hem imamette her rekâtta aynı sûrenin okunuşunu tenkit etmiş, hem de Sadreddîn-i Konevî’yi uyarmıştır. Bu uyarının içine kendini de katması muhataplara saygı ve sevgisinden olmalıdır.
EN ACI KAYIP HANGİSİ?
Bir gün Mevlânâ, Şeyh Selâhaddîn-i Zerkub’un dükkânında oturuyordu. Dostları da etrafında sohbet ediyor, ilâhî bilgiler ve sırlarla meşgul oluyorlardı. Birdenbire yaşlı bir adam dövünerek, ağlayıp sızlayarak içeri girdi ve Mevlânâ’nın ayaklarına kapandı. Ona;
“–Yedi yaşında bir oğlancağızım vardı. Onu kaçırdılar. Günlerdir arıyorum, dermanım kalmadı, ama yine de onu bulamadım.” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ büyük bir hiddetle hem adama hem de orada bulunanlara hitaben:
“–Tuhaflığa bakın! Bütün varlıklar Allâh’ı yitirmişler, onu hiç aramıyor ve onun için de bir istekte bulunmuyorlar. Ne göğüslerini ne de başlarını dövüyorlar. Sana ne oldu da göğsünü dövüyorsun. Senin gibi bir ihtiyar, kendi çocukcağızının hasretiyle harap ve rüsvâ oluyor. Neden bir an Allâh’ı aramıyor ve O’ndan imdat istemiyorsun ki kaybolmuş Yûsuf’unu Yâkub gibi bulasın.” buyurdu.
Az önce dövünen o ihtiyar kendine verilen mesajı anlamış olmalı ki göğsünü kapattı ve tövbe etti. Tam o sırada kaybolan çocuğunun bulunduğu haberi geldi.
Çocuğu kaybolan bir babanın yüreğinin yangınını söndürmek, onu sakinleştirmek elbette çok zor bir iştir. Ana ve babalar için dünyada en acı şey evlât acısıdır. Bu yüzden insanlar dualarında: «Allâh’ım bizi evlât acısıyla imtihan etme!» diye niyaz ederler. Yukarıdaki kıssada böyle bir acıyı yaşayan babayı Mevlânâ daha büyük bir acıyı hatırlatmak sûretiyle teskin etme yoluna gitmiştir. Böylece hem acılı babayı sakinleştirmiş hem de daha büyük bir acı gerçeği hatırlatmıştır.
SİYAHLIĞI BEYAZLIKTA, BEYAZLIĞI SİYAHLIKTA GİZLEMEK
Nüktedan bir kişiliğe sahip olan Mevlânâ, kendisi nükte yaptığı gibi yapılan nükteleri anlamada ve çözmede de mahir idi. Karşılaştığı hâdiselerde mevcut olan nükteleri bilir ve onları insanlara anlayabilecekleri bir dille anlatırdı. Aşağıdaki kıssa böyledir:
Bir gün Mevlânâ ve müridleri yolda yürürken bir grup rahip ve papazla karşılaştılar. Mevlânâ’nın müridleri onlardan tiksinerek:
“–Ne kadar gönülleri kara ve nahoş insanlar.” dediler. Mevlânâ onlar gibi düşünmüyordu. Şöyle dedi:
“–Dünyada onlardan daha cömerdi yoktur: Çünkü onlar hem bu dünyada İslâm dinini, temizliği ve türlü ibadetleri bize vermişler; hem de öteki dünyada ebedî cennetten, hurilerden, cennet şarabından ve bağışlayıcı Allâh’ın yüzünden mahrum edilmişlerdir. Zira; «Allah dünya ve âhireti, kâfirlere haram etmiştir.» bu kadar nankörlüğü, karanlıkları ve cehennemin azaplarını onlar yüklenmişler… Ancak Allâh’ın inayet güneşi birdenbire onların üzerinde parlayınca onlar derhâl nurlanacak, yüzleri ak olacaktır.” dedi ve şunları söyledi:
“Yüz senelik kâfir eğer seni görse secde eder ve çabucak Müslüman olur.”
Bunun üzerine rahipler ve papazlar saygı göstererek, Mevlânâ’ya yanaştılar ve tam bir doğrulukla îman getirerek Müslüman oldular. Bu gelişmelerin ardından Mevlânâ işin başında papazlar hakkında menfî görüşler beyan eden müridlerine dönerek şöyle söyledi:
“–Yüce Allah, kendisine gizli lütuf sahibi demeleri için zehrin içine panzehiri gizledi.
Yüce Allah siyahlığı beyazlıkla gizliyor, beyazlığa da siyahlıkta yer veriyor.”
* Mûsıkî heyeti eşliğinde belli bir düzen dâhilinde icra edilen Mevlevî âyinine sema, bu âyine katılan dervişlere semazen, âyininin icra edildiği yere semahane denir.
#Nihat ÖZTOPRAK