MEVLÂNÂ’DA AKLIN YETERSİZLİĞİ VEYA SINIRLI OLUŞU
Bilindiği ve Mevlânâ’nın da belirttiği gibi, insanların akılları farklı farklıdır.[1] Bu farklılık içinde bütün akılların yapması gereken Hakk’ı bulmaktır. Ancak bazılarının akılları bu konuda eksik, bazılarının akl-ı cüz’îsi ise nefis karşısında yenik düşmüş durumdadır. İster yaratılıştan gelen farklılık olsun isterse tecrübeyle zenginleşme yoluyla ortaya çıkan farklılık olsun bir akıl başka bir akılla birleştiğinde güç kazanır ve yetersiz aklını takviye etme imkânını bulmuş olur. Haliyle Mevlânâ insanların işlerinde doğruyu bulması için yetkinliğe ulaşmış kişilerin aklının rehber edilmesi ve onlara danışması gerektiğini söyler.[2]
Mevlana’ya göre akıl, bir takım sebeplere başvursa, bir takım tedbirler alsa da sahibini yine de birtakım ziyandan kurtaramaz.[3] O, insanın uzun uğraş ve çabalarının sonunda aklın insan için sadece bir bağ olduğunun anlaşılacağını söyler. Bununla ilgili olarak felsefeye kapılan adamı örnek verir. Felsefeci, zekâsını saçma ve akılsız yerlere sürüklemenin pişmanlığını yaşamaktadır.[4] Aklın gücü sınırlı olduğundan, kurtuluş aklın haddini bilip üst akla veya İlâhî olana teslim olmadadır.[5]
Mevlânâ Ebu Cehil’in his ve akıl bakımından kâmil olduğunu, aklın işleyişi ve ilkeleri bakımından onun durumuyla Hz. Ömer’in arasında fark olmadığını fakat iş hakikatleri, can bahsini algılamaya gelince onun kapkara bir cahil kesildiğini ifade ederek aklın hakikati anlamada yetersiz olduğunu söyler. Çünkü akıl, sebep- sonuç zinciri içerisinde düşünür.[6] Fakat inanmak için bunun üstünde bir sıçrayışta bulunmak gerekmektedir. Haliyle Mevlânâ aklın dünya işleri konusunda padişah olduğunu ama din alanında aklın yokluğa düştüğünü belirtir.[7]
Mevlânâ “bahtı yaver ve talihi kutlu olan bilir ki akıl ve zekâ taslamak İblis’tendir, aşk Âdem’den!”, “ihtiyar, akıl ihtiyarıdır oğlum. Saçın sakalın ağarmasıyla adam, adam olmaz! İblis’ten daha ihtiyar kim var? Fakat değil mi ki aklı yok, hiçbir şeye yaramaz!”[8] ifadelerinde yerdiği aklın doğruyu bulmaktan uzak olan sebep-sonuç zincirinin dışına çıkamayan akıl olduğunu; övgüye mazhar olan aklın ise hakiki akıl olduğunu belirtmek ister.
Mevlânâ’ya göre akıllı, bilgili kişi iyidir. Fakat bu kendi başına yeterli değildir. Bununla ilgili olarak İblis’i örnek gösteren Mevlânâ, İblis’in bilgisinin olduğunu fakat din aşkına sahip olmadığı için Âdem’in yalnız topraktan yaratılan suretini gördüğünü söyler.[9]
Mevlânâ, insanın hayatında aklın ortaya koyduğu çözümün sınırlı olduğunu anlatmak için, bir kayığa binen ve kibirle kayıkçıya gramer bilip bilmediğini soran bir gramer âliminin hikâyesini anlatır. Sorulan soruya cevaben, kayıkçı hayır anlamında başını sallar. Bunun üzerine âlim; “Senin hayatının yarısı heba olmuş” der.
Kayıkçı, bu karar üzerinde bir müddet ciddi ciddi düşünür. Bu sırada çıkan fırtına kayığı girdabın kenarına sürükler. Âlime doğru dönen kayıkçı sorar: “ Yüzme biliyor musun?”
“Hayır” der gramerci. Bunun üzerine kayıkçı: “şimdi senin bütün hayatın heba olmuştur.” der.[10]
Mevlânâ’nın bu hikâyede reddettiği akıl, insanın hem çok kıymetli hem de işine pek yaramayan melekesidir ki nahivcinin temsil ettiği aklın terk edilip gerçek akla ulaşılması istenmektedir. Mevlânâ “bu kulağı tıka da hakiki kulak kesil”[11] diyerek gerçek aklın aranması gerektiğini söylemektedir.
Mevlânâ, biraz sonra aklın nefisle savaşında göreceğimiz gibi, kendilerini dünya işlerine kaptıranların, vehim ve şehvet karanlığında kıvrananların; nefsin arzularına hevâ ve hevesine kapılanları akıllarını eksik ve zafiyet içinde görür. O, bu durumda olanların, akıllarını başlarına almalarını, şayet bu mümkün görülmüyorsa o aklı terk etmelerini tavsiye eder:
Ey yiğit, akıl, şehvetin zıddıdır; şehveti dokuyan akla akıl deme!
Vehimle akıl, mihenkler olmadıkça meydana çıkmaz; her ikisini de hemen mihenge vur![12]
Akıl keskindir ama ayağı gevşektir; çünkü gönül yıkılmıştır da beden sağlamdır.
Bu çeşit aklı olan (halk)ların akılları, dünya işine sımsıkı takılır; ama şehvetten geçmek hususunda düşünceleri, hiç mi hiç yoktur.[13]
Mevlânâ insanı aldatan, emel, hırs, benlik ve bencilliğe bağlanmış akla zayıf, noksan, yalancı, nefse mağlup, aşağılık akıl gibi adlar takmakta[14] ve bu nitelikteki aklın ise insana her şeyi ters göstereceğini belirtir.[15] Eğri akıl, boyuna eğri görür zâten.[16]
Hz. Mevlânâ akıl noksanlığını kötü bir hastalığa benzetir. Ona göre bu illetten uzaklaşılması gerekir. Fakat aklın noksanlığı ise tamamen ortadan kaldırılamayacak bir durum da değildir. Bedendeki bir eksikliğin tamamlanmasının mümkün olmadığını fakat akıllardaki eksikliklerin ise giderilebileceğini dile getirir.[17]
Mevlânâ noksan bilgi nereden aşkı doğuracak diye soruyor ve ardından kendi cevaplıyor: “noksan bilgi de bir aşk doğurur ama o cansız bir şeydir.”[18] Dolayısıyla bu bilginin ortaya koyduklarına itibar edilmemektedir.
“Peygamber, akıl noksanı olan kişiye mel’un demiştir” diyen Mevlânâ’nın burada kastettiği Allah’ın varlığını, birliğini kavramaktan uzak olan akıl noksanlığıdır. Bu akıl insanların Allah’tan uzaklaşmasına sebep olmaktadır. Bunun yanında bu noksanlığı tamamlamak yani akıllanmak ya da aklı iyi kullanmakla mümkündür.[19]
Hz. Mevlana şu beyitlerinde de aklın sınırlı, eksik ve yetersiz olduğu fikrini işlemektedir.
Kabuktan ibaret olan akıl, bir işi yüzlerce delille ancak anlayabilir.[20]
Mecazi akıl, göklere uçabilir mi hiç? [21]
Bu akıl, mezardan topraktan ileriye geçemez; bu ayak şaşılacak şeylerin bulunduğu sahaya gidemez.
Bu ayaktan, bu akıl’dan bez, yürü, kendine gizli âlemi gören bir göz ara da dileğini elde et![22]
Ben, birçok defalar aklı sınadım; bundan böyle bir tarla arayacağım da oraya delilik tohumu saçacağım![23]
Cüz-i akıl, şimşek ve aydınlık gibidir; şimşeğin verdiği aydınlıkla vahye erişebilir misin hiç?
Şimşeğin ışığı yol göstermeye yaramaz; o ağla diye buluta bir emirdir!
Bizim akıl şimşeğimiz de ağlamak içindir… Yokluğun, varlık iştiyakı ile ağlamasına yarar.
Çocuğun aklı, yazı yazanların etrafında dön dolaş der ama insan, kendi kendine bir şey belleyemez ki!
Hastanın aklı onu doktora çeker, götürür; ama aklı kendisine ilaç olamaz![24]
Olgun bir aklın yoksa özü-sözü diri bir akıllının karşısında kendini ölü say, ona sığın.[25]
Akıl, kendi yetki ve faaliyet alanını aştığında yanılması kaçınılmazdır. Mevlânâ’nın aklın gücü veya sınırı konusunda bu kadar durması aklı bir tür kritiğe tabi tutması, ona bir sınır çizmesi demektir. O çizdiği bu sınır sonucunda akla rehber olacak peygamber, veli veya dost önermektedir.[26] Tabi bu rehberlerden önce, ilâhî inayet hepsinden önemli rol oynamaktadır:
Allah, akıldan bir an inayeti kesti mi zekâ sahibi olan akıl, aptallıklar yapar.[27]
Mevlânâ, aklı, insan vücudunun işleyişini idare eden bir emire yani yöneticiye benzetir. Ona göre akıl vücutta emir, diğer varlıklar ise halktır. Buradaki halkın kendi aklı ve bilişi olmasına rağmen, onlar, daha üstün bir akla uymalılar ki aklı yaratan yüce Allah’a ulaşabilsinler.[28]
Mevlânâ’ya göre akıl her ne kadar, insanın her zaman başvurduğu güçlü bir yardımcısı olsa da, yukarıda da belirttiğimiz gibi, kendine bir rehber almaksızın, bir yol gösterici edinmeksizin hedefe varması pek mümkün olmaz. Hatta manevi alanın bilgisi ve sırları yanı sıra dünyanın büyüsünü çözmek için bile akıl o rehbere ihtiyaç duymaktadır:
Bir büyücü karı olan dünya, pek bilgiç bir kadındır; onun büyüsünü çözmek, herkesin harcı değil!
Eğer akıllar, onun düğümünü çözebilseydi Allah, peygamberi yollar mıydı hiç?[29]
Ey Mustafa, bu nur denizinde kaptanlık et. Çünkü sen ikinci Nuh’sun!
Akıllara bir yol gösterici lâzım; hele yol deniz yolu olursa.[30]
Mevlânâ aklın yetersizliğinin en bariz örneklerinin metafizik alanda olduğunu söyler. O alan aklın değil, ileride akıl-aşk ilişkisini işlerken göreceğimiz gibi, aşkın hüküm sürdüğü alandır.
Akıl oldun mu, bütün olgunluğuyla aklı bilirsin, âşık oldun mu, aşkın yanıp kavrulmuş fitillerini anlarsın.[31]
Âşıktan daha deli kimse yoktur; ama akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır.[32]
“Akıl, Allah gölgesidir, Allah ise güneşe benzer; gölgenin, onun güneşine karşı parlaklığı mı olur, ona karşı dayanabilir mi?[33]
Mevlana’nın düşüncesine göre; akıl sınırlı olduğu için ona dayalı olarak deliller, sebep göstermeler, önermeler sıralayarak bir sonuca ulaşma, yapay bir yoldur. Bu yolla çok sınırlı ve eksik sonuçlar elde edilebilir. Cüz’i akılla dini gerçekleri ispat etmek de zordur. Akıl sınırlı olduğu gibi, düşünceleri ifade etme vasıtası olan dilin imkânları da dar ve sınırlıdır. Hele aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi acze düşer, çabalar durur.[34] Haliyle ona göre mutlak hakikati idrakte akıl yeterli değil aşk gereklidir. Yukarıda da geçtiği gibi o, “Hastanın aklı onu doktora çeker, götürür ama aklı, kendisine derman olmaz”[35] der. O, bu konuda bir deniz yolculuğunu misal olarak verir. Ona göre denizde iki şekilde ilerlemek mümkündür. Yüzerek ve gemiye binerek. Yüzmek iyi bir meziyettir ama fazla yol alınmaz; bir gün boğulmak mukadder olur. Gemiye binerek yol almak ise daha uygundur. Aşk ileri gidenler için gemiye benzer. Gemiye binen kişinin bir âfete uğraması nadirdir, çok defa kurtulur. Öyleyse aklı, zekâyı satıp, gerçek bakış ve görüş olan hayranlığı satın almak gerekir.[36]
Görüldüğü gibi metafizik âlem için akıl ancak zanda bulanabiliyor. Zira bu alan, adından da anlaşılacağı gibi, akıl sırrının ve sınırının dışındadır. İşte bu durumda Mevlânâ: “Aklı, Mustafa’nın önünde kurban et. Hasbiyallah de, yani Allah bana yeter!”[37] dememizi ve vahye/nebiye uymamızı istemektedir.
Mevlana’ya göre, şayet nebi ve vahyin yol göstericiliği olmasaydı dünyevi alanın bilgileri eksik kalacağı gibi, manevi alana da yalın aklımızla ulaşamayacaktık.[38] Bu yüzden Yüce Allah, Peygamberler’e, “Ey elbisesine bürünen, ey ürken, kilimden dışarı çık!”[39] Kilime başını bürüme, yüzünü örtme, çünkü âlem, şaşkın bir beden, sense bu âleme akılsın; akıllara bir yol gösteren gerek!”demiştir. [40] O şöyle söylemeye devam eder:
Aklı, Mustafa’nın önünde kurban et; “Hasbiyallah” yani “Allah’ım yeter bana” de![41]
Cüz’i akıl, bir şeyden hüküm çıkaracak akıl değildir ki; ancak fen sahibinden bilgi alır buna muhtaçtır.
Bu akıl beller, anlar, bu gücü vardır, ama bunu da vahiy sahibi belletir ona.
İyice bilki bütün san’atlar, vahiyden meydana gelmiştir; önce böyledir, sonra akıl bir şeyler katar ona.
Dikkat et de bak! Bizim bu aklımız, hiçbir sanatı, usta olmadıkça öğreniliyor mu?
Akıl hile ile kırk yarar ama usta olmadıkça hiçbir sanatı elde edemez![42]
Kendisine vahiy gelen can, akıldan daha gizlidir; çünkü o gayıptır, görünmez âlemdendir.
Ahmed’in aklı, kimseden gizli değildir, (buna rağmen onun) ruhunu her can anlayamadı.
Akıl, o ruhun işlerine gâh delilik diye bakar, gâh şaşkınlık diye. Çünkü onu anlamak, o olmaya bağlıdır.
Hızır’a uygun gelen işleri, Mûsâ görünce aklı kabul etmedi de bulandı.[43]
Dünya işlerimizi düzenleyen aklın yetersiz olduğu durumların yanı sıra aşk alanında aklın yetersizliği ise, Mevlânâ’da Akıl_Aşk İlişkisi adlı yazımızda işlediğimiz gibi, Mevlânâ’nın başlı başına savunduğu bir durumdur.
[1] Mesnevî, c. III, s. 124, b. 1537.
[2] Mesnevî, c. II, s. 2, b. 20; s. 174, b. 2268; c. I, s. 84, b. 1043.
[3] Mektuplar, s. 174.
[4] Mesnevî, c. IV, s. 269, b. 3353-3355.
[5] Mesnevî, c. IV, s. 269, b. 3356-3357.
[6] Mesnevî, c. I, s. 120, b. 1501-1505; Dîvân, c. I, s. 120, b. 1506.
[7] Dîvân, c. IV, s. 160, b. 1459-1460.
[8] Mesnevî, c. IV, s. 175, b. 2163-2164.
[9] Mesnevî, c. VI, s. 23-24, b. 259-260.
[10] Arasteh, A. Rıza-Enis A. Sheikh, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî’nin Kişilik Çözümlemesi Aşkta ve Yaratıcılıkta Yeniden Doğuş, Çev. Bekir Demirkol, İbrahim Özdemir, Ankara, 2000, s. 49.
[11] Mesnevî, c. III, s. 104, b. 1290.
[12] Mesnevî, c. IV, s. 186, b. 2301, 2303.
[13] Mesnevî, c. VI, s. 12, b. 119-120.
[14] Mesnevî, c. II, s.117-118, b. 1536-1537, 1540, 1549; s. 142, b. 1857; s. 237, b. 3088.
[15] Mesnevî, c. VI, s. 146, 1764.
[16] Mesnevî, c. II, s. 262, b. 3398.
[17] Mesnevî, c. II, s. 117-118, b. 1538-1539.
[18] Mesnevî, c. II, s. 117, b. 1533.
[19] Mesnevî, c. II, s. 118, b. 1539-1540.
[20] Mesnevî, c. III, s. 205, b. 2530.
[21] Mesnevî, c. III, s. 55, b. 696.
[22] Mesnevî, c. IV, s. 265, b. 3312-3313.
[23] Mesnevî, c. II, s. 179, b. 2337.
[24] Mesnevî, c. IV, s. 266, b. 3319-3323.
[25] Mesnevî, c. IV, s. 177, b. 2199
[26] Mesnevî, c. I, s. 176, b. 2497-2498.
[27] Mesnevî, c. IV, s. 298, b. 3729.
[28] Fîh, s. 84-85.
[29] Mesnevî, c. IV, s. 256, b. 3196-3197.
[30] Mesnevî, c. IV, s. 119, b. 1458-1459.
[31] Mesnevî, c. VI, s. 63, b. 758.
[32] Mesnevî, c. VI, s. 158, b. 1979.
[33] Mesnevî, c. IV, s. 171, b. 2111.
[34] Mesnevî, c. I, s. 10, b. 115. Mevlânâ’ya göre dilin imkân ve sınırları için bkz. Emiroğlu, İbrahim, Sûfi ve Dil, İstanbul 2005, s. 123 vd.
[35] Mesnevî, c. IV, s. 266, b. 3323.
[36] Mesnevî, c. IV, s. 115, b. 1402-1407.
[37] Mesnevî, c. IV, s. 115, b. 1409.
[38] Mesnevî, c. IV, s. 106, b. 1294; s. 119, b. 1453-1454; s. 177, b. 2199.
[39] Müddessir, 74/1-2.
[40] Mesnevî, c. IV, s. 119, b. 1453-1454.
[41] Mesnevî, c. IV, s. 115, b. 1408.
[42] Mesnevî, c. IV, s. 106-107, b. 1295-1299.
[43] Mesnevî, c. II, s. 250, b. 3258-3262.
#İbrahim Emiroğlu