MEVLÂNÂ’DA DÜNYA KAVRAMI
Derya Örs*
GİRİŞ
Kur’an’da üzerinde en çok durulan temel kavramlar arasında “dünya, dünya hayatı ve öte dünya” konularının önemli bir yer tuttuğu görülür. Kur’an’a göre insanoğlunun üzerinde yaşaması için arz (yeryüzü) var edilmiş, insanın doğumundan ölümüne dek geçirdiği zaman dilimine dünya hayatı, bu hayatın bütün değerlerini ve yönlerini içeren kavrama da dünya adı verilmiştir. Buna göre dünya, arz adı verilen yeryüzünün sadece maddî varlığından ibaret olmayıp insanın öte dünya (âhiret) adı verilen bir başka hayat boyutuna hazırlandığı ve bir takım olaylar zinciriyle imtihana tabi tutulduğu kısa ve geçici bir sürecin manevî sonuçları anlamına gelmektedir.
Kur’an, dünyanın ve dünya hayatının insan için önemini ve değerini reddetmemiş olmakla birlikte, gerçek ve sonsuz hayatın bu dünya hayatı olmadığını, bu dünyadan daha hayırlı ve daha güzel bir dünyanın ölüm ötesi hayatta insanı beklediğini, bu sonsuz saadeti ve hayatı kazanabilmek için insanın bu dünyanın aldatıcı renklerine ve güzelliklerine kanmaması gerektiğini vurgulamaktadır.
Kur’an’ın tanımına göre bu dünya geçici (fani) öte dünya ise kalıcı (baki) ve sonsuzdur. Bu yüzden insanın sonlu olanı sonsuz olana, geçici olanı kalıcı olana ve hayırlı olanı aldatıcı olana tercih etmemesi gerekir. Çünkü Kur’an’a göre dünya, insanı Allah’ı hakkıyla bilmekten, anlamaktan ve ona ibadet etmekten alıkoyan ve gerçekte aldanıştan başka bir şey olmayan soyut bir kavramdan ibarettir. Dünya, dünya hayatı ve öte dünya konusundaki Kur’an âyetlerine topluca bir göz atıldığında karşımıza şu manzara çıkmaktadır.
“Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, salma atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük insanlara süslü gösterilmiştir, oysa bunlar sadece dünya hayatının geçimliğidir ve asıl varılacak güzel yer Allah’ın katındadır (Âli İmrân, 14). Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Asıl hayatsa âhiret yurdundaki hayattır. (Ankebût, 64). Dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, insanlar arasında bir övünme, daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir (Hadîd, 20). Ne var ki inkârcılar dünya hayatının sadece görünen yüzünü bilirler ve âhiretten yana tamamen gafildirler (Rûm, 7). Oysa âhiret dünyadan daha hayırlıdır (Duhâ, 4) ve âhirete karşılık dünya hayatını satın alanlar azaba uğratılacaklardır (Bakara, 2/86, Ra’d, 34). Bilinmelidir ki Allah’ın vaadi gerçektir. Bu yüzden insan, dünya hayatının kendisini aldatmasından ve şeytanın Allah’ın affına güvendirerek onu kandırmasından şiddetle sakınmalıdır (Lokman, 33, Fâtır, 5). Bundan dolayı gerçek müminlerin Allah’tan dünyada ve âhirette iyilik ve güzellik istemek için dua etmeleri, bize dünyada ve âhirette iyilik yaz demeleri gerekir (Bakara, 2/201; A’râf, 156).
Dünya hayatı inkârcılara süslü gösterilmiştir ama kıyamet günü inananlar onlardan daha üstün tutulacaklardır (Bakara, 2/212). Bu yüzden inkârcıların amelleri dünyada da âhirette de boşa gidecektir (Bakara, 2/217; Âli İmrân, 22, 56; Mâide, 41). Allah, dünya sevabını (nimetini) isteyene dünya sevabını, âhiret sevabını isteyene de âhiret sevabının verecek (Âli İmrân, 145), ancak inanıp yararlı işler işeyenlere hem dünya hem âhiret sevabı verilecektir (Âli İmrân, 148). İnsanlar arasında sadece dünyayı isteyenler ve sadece âhireti isteyenler vardır (Âli İmran, 152), bilinmelidir ki dünya hayatı aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir (Âli İmran, 185), sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir, inananlar için âhiret yurdu daha hayırlıdır, oysa inkârcılar buna bir türlü akıl erdirememektedirler (En’âm, 32). Dünya hayatı dinlerini oyuncak haline getiren inkârcıları sürekli olarak aldatmakta (En’âm, 70; A’râf, 51), hatta inkârcılar dünya hayatı kendilerini aldattığı için kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik etmektedirler (En’âm 130).
Dünya hayatının geçimliği pek az ve değersizdir; buna karşılık sakınanlar için âhiret hayatı daha hayırlıdır ve bu hususta insanlara kıl kadar haksızlık edilmeyecektir (Nisâ, 77). İnsanlar geçici dünya malını istedikleri halde Allah onlar için sonsuz âhiret hayatını istemektedir Enfâl, 67). Bu yüzden dünya hayatı asla âhirete tercih edilmemelidir, çünkü dünya hayatının âhiretin yanında faydası pek azdır. (Tevbe, 38). Kâfirlerin mallarının ve çocuklarının çokluğuna imrenilmemelidir, çünkü bu dünya hayatında onların azabını artıracak ve kâfir olarak can vermelerine neden olacaktır (Tevbe, 55, 85), bununla birlikte inkâr edenler de dünya malından paylarına düşenden yararlanacak ancak amelleri dünyada ve âhirette boşa gidecektir (Tevbe, 69). Yine de insanlardan kimileri sadece dünya hayatına razı olup onunla tatmin olmakta, Allah’ın huzuruna çıkmayı ummadıkları için âyetlerinden gaflete düşmektedirler (Yunus, 7).
İnsanların çoğu yeryüzünde taşkınlık ederek, sadece geçici dünya hayatının menfaatlerini elde edebilirler (Yunus, 23) oysa dünya hayatı, gökten indirilen suyla gelişip gürleşen sonra da kuruyup kalan bir bitkiye benzer (Yunus, 24; Kehf, 45). Yine de Allah’ın rızkını bollaştırdığı kimileri dünya nimetleriyle şımarmaktadırlar (Ra’d, 26). Dünya hayatını âhirete tercih edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve onun eğrilmesini isteyenler derin bir sapıklık içinde olup azaba uğratılacaklardır. (İbrahim, 3; Nahl, 107).
İnsanlardan bazıları “Hayat, şu dünya hayatımızdan ibarettir. (Kimimiz) ölürüz, (kimimiz) yaşarız; bir daha diriltilecek de değiliz” diyerek âhireti ve yeniden dirilişi inkâr ederler (En’âm, 29; Mü’minûn, 37), böyle diyenler bilmelidirler ki onlara verilen şeyler sadece dünya hayatının geçim vasıtası ve süsleridir. Allah katında olanlar ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Kendisine güzel bir vaatte bulunulan ve ardından ona kavuşan kimseyle, dünya hayatının geçici menfaat ve zevki tattırılan, sonra kıyamet gününde Allah’ın huzuruna getirilenler arasında bulunan kimse bir olmaz. (Kasas, 60-61). Bu yüzden insanın Allah’ın verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu istemesi; ama dünyadan nasibini de unutmaması gerekir (Kasas, 77)[1].
MEVLANA’YA GÖRE DÜNYA ve DÜNYA HAYATI KAVRAMI
Mevlânâ da kendisinden önceki ve sonraki pek çok mutasavvıf gibi, çeşitli eserlerinde, özellikle de Mesnevi’de “dünya, dünya hayatı ve öte dünya” konusu üzerinde sıkça durmuş ve bu konudaki görüşlerini İslâm inancı ve öğretisi doğrultusunda kendine özgü bazı yorumlarla ele almıştır. Onun bu önemli konu üzerinde sık sık durması, kendi düşünce ve inanç dünyasında bu kavramların önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir.
Mevlânâ, dinî nasları esas almayan bazı felsefe ekollerinin bu husustaki ontolojik ve epistemolojik yaklaşımlarını reddederek, dünya denen bu muammanın salt akıl yardımıyla çözülemeyeceğine, bunun için vahyin ve peygamberlerin kılavuzluğuna ihtiyaç olduğuna işaretle düşüncesinin temellerini bu konudaki Kur’an ayetleri üzerine kurmuş ve görüşlerini kimi hadislerle desteklemiştir. Onun bu konudaki düşüncelerine açıklık getirmek için kullandığı ifadelere, delillere ve temsilî hikâyelere topluca bakıldığında, bu bağlamda zikredilen âyetlerden yola çıkmakla birlikte, kendi içsel deneyimlerinden (şuhûd ve mükâşefe) de yararlanarak söz konusu âyetlerin zahirî anlamlarının ötesinde gördüğü batınî ve işârî anlamları da kendisine özgü tasavvufî bakış açısıyla yorumladığı görülmektedir.
Mevlana, olumsuz yönlerine işaret ettiği, çeşitli şekillerde kınadığı ve yerdiği halde, zühtte aşırı giden bazı sufiler gibi dünyayı tamamen dışlamaz. Gerek kendisinin gerek çevresinin yaşadığı sosyal ve faal hayat, onun dünyanın maddî ve fizikî boyutunu değil, insanı kuşatan ve Allah’tan gafil kılan manevî boyutunu eleştirdiğini açıkça göstermektedir. Onun en çok üzerinde durduğu şey dünyanın ve dünya hayatının aldatıcılığı hususudur ki Kur’an’da da sık sık bu hususa işaret edilmektedir. Aksi takdirde dünya hayatı âhiretin tarlası olmak bakımından insan için gerekli ve kaçınılmazdır. Ona göre önemli olan dünyanın ne demek olduğunun bilinmesidir.
Mevlânâ, Mesnevi’nin başlangıç beyitlerinde, insanın asli vatanı meselesinden söz eder. Mesnevi’nin böyle bir kavramla başlaması hiç kuşkusuz Mevlana’nın insan varlığının aslının bedenden değil ruhtan ibaret olduğu ve ruhun bedenden öncelikli olduğu görüşüne dayanmaktadır. Yani insan ruhu, varlık aşamaları bakımından bedenden önce yaratılmış, Allah bu ruha kendi ruhundan üfleyerek ona kendisiyle muhatap olma kabiliyeti kazandırmıştır. Elest bezminde kendisini bilmeleri ve tanımaları için insanlardan söz alan Allah, onları sınamak üzere bir bedenle birlikte geçici bir süre kalmak üzere başka bir dünyaya yani yeryüzüne göndermiştir. Mevlânâ, insanın niye önce dünyaya gönderildiğini şu sözlerle açıklar:
لاجرم دنیا مُقَدَّم آمدست تا بدانی قدرِ اقلیمِ اَلَست
چون از اینجا وارَهی آنجا رَوی در شَکَرخانۀ ابد شاکر شوی
گویی آنجا خاک را میبیختم زین جهانِ پاک میبگْریختم
ای دریغا پیش از اين بودیم اجل تا عذابم کم بُدی اندر وَجَل[2
“Kuşkusuz, elest ikliminin kıymetini bilesin diye dünya önce gelmiştir.
Buradan kurtulup oraya gittin mi sonsuzluk şekerhanesinde şükredici olursun.
Meğerse orada toprak elemedeymişim, bu tertemiz âlemden kaçıyormuşum, dersin.
Ne yazık, keşke ecelim bundan önce gelseydi de o balçıkta çektiğim azap daha az olsaydı.”
Dünya denilen şey, Mevlânâ’nın “ney” istiaresi ile sembolize ettiği aslından koparılmış olan insanın, gerçekte ait olmadığı bir mekânda geçen ve mutlak geri dönüşü olan bir hayattır. Bundan dolayı, üzerinde yaşadığı dünya insanoğlunun gerçek ve asli vatanı değil, bir süreliğine misafir olarak kaldığı bir gurbet ve aldanış yurdudur. Bu süfli dünyaya, yani maddî âleme ait olmayan ruh, daima ulvî olan aslına kavuşmak ve ana vatanına dönmek arzusu içinde çırpınmakta ve bunun yollarını aramaktadır. Öyleyse insan gerçek aslına dönmek üzere hareket etmeli, maddî ve manevî bir kemale ulaşmayı hedeflemelidir.
Bunun içindir ki insan ruhunu, topraktan bir bedene hapsederek dünyaya gönderen yaratıcı, ona bedeninin cismanî bağlarından kurtulmak ve ruhunu yüceltmek suretiyle öte dünyada erişeceği benzersiz bir hayatın ön hazırlıklarını yapma imkânı vermiştir. Bu sonsuz saadeti ve hayatı elde edebilmek için, bu dünya hayatının gerçek yüzünü görmekten ve onun aldatıcı suretlerine yüz çevirmekten başka hiçbir çıkar yol yoktur.
Mevlânâ bu konuda, “Allah kim daha iyi amel işleyecek diye ölümü ve dirimi yaratmıştır” (Mülk, 2) âyetinden hareketle, insanoğlunun imtihan edilmek, belâlarla denenmek, zorluklarla sınanmak üzere ulvî ve melekûtî bir hayattan koparılıp süfli ve cismanî bir hayata, yani dünya hayatına gönderildiğine vurgu yapmaktadır. Bu dünya hayatı, sadece insanın öte dünya hayatındaki durumunun belirlenmesi için bir imtihan yeri olarak hazırlanmış olmak itibarıyla bir değere sahiptir.
Mevlânâ’ya göre bu dünya, var gibi göründüğü halde aslî gerçekliği olmayan bir mutlak bir yokluk (adem-i mutlak), öte dünya ise yok gibi göründüğü halde gerçekte var olan mutlak bir varlıktır (hestî-yi mutlak). İnsan nefsanî ve cismanî bağlardan azat olarak bulunduğu ulvî ve latif bir âlemden, maddeye ve bedene hapsedilerek indirildiği süflî ve kesif bir âleme indirilmiştir. Bu yüzden insan varlığının asli unsuru olan ruh öte dünyaya, yani gerçek vatanına özlem duymaktadır.
“Dünya, âhiretin tarlasıdır” hadisinde de işaret edildiği gibi dünya ve dünya hayatı, gerçekte, öte dünyada insanı bekleyen sonsuz bir saadetin veya azabın tohumlarının atıldığı ve meyvelerinin devşirildiği bir tarlaya benzemektedir. Mevlânâ:
این جهان کوه است و فعلِ ما ندا سویِ ما آید نداها را صدا[3
“Bu dünya bir dağdır, bizim işimizse bağırmaktır; bağırmaların yankısı yine bize gelir”
sözüyle bunu dile getirmekte, bu dünyada yapıp ettiklerimizin karşılığının bir aksiseda gibi bize geri döneceğini, ne ekersek onu biçeceğimizi, nasıl yaşarsak öyle dirileceğimizi ifade etmektedir.
Dünya hayatı Kuran’da, öte dünya hayatına nispetle tercih edilmemesi gereken, kısa, geçici, aldatıcı, menfaati ve nimetleri daha az bir hayat olarak nitelenmiştir. O halde dünya hayatı, insanoğlunun gerçek hayatı olmayıp öte dünyadaki gerçek hayata atılan ilk adımdır. Dünya hayatının geçiciliği, aldatıcılığı, sonsuz öte dünya hayatına nispetle göz açıp geçinceye kadar geçip giden kısa bir zaman diliminden ibaret oluşu ve bu yüzden öte dünya hayatına karşılık olarak satın alınmaması gerektiği İslâm dininin önemli inanç esaslarından birisidir. Mevlânâ bu mealdeki âyetlerden yola çıkarak dünyayı şu şekilde tanımlamaktadır:
چیست دنیا از خدا غافل بُدن نی قماش و نقده و میزان و زن
مال را کز بهرِ دین باشی حمول نِعْمَ مَالٌ صَالِحٌ خواندش رسول
آب در کشتی هلاکِ کشتیَ است آب اندر زیرِ کشتی پُشتیَ است[4
“Dünya nedir? Allah’tan gafil olmak. Kumaş, para, tartı, kadın [dünya] değildir.
Peygamber din için yüklendiğin mala: “O ne güzel maldır” dedi.
Geminin içindeki su gemiyi batırır. Geminin altındaki su ise [gemiye] destektir.”
Görüldüğü gibi Mevlânâ’ya göre dünya, insanı kuşatan maddî bağlar yüzünden Allah’tan gafil olması ve “İnsanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zâriyât, 56) âyetine uygun bir şekilde onu anmayı, yani gerçek var oluş nedenini unutması demektir. İnsan dünyayı ayaklarının altına aldıkça yücelerin yücesine (alâ-yi illiyyîn) yükselmekte, dünyanın ayakları altında kaldıkça da yerin dibine batıp bayağıların bayağısına (esfele sâfilîn) dönüşmektedir. Dolayısıyla dünya, insanı sadece maddî boyutta meşgul eden dünyalık işlerden ve uğraşlardan ibaret olmayıp, aynı zamanda onun manevî ve soyut sonuçlarından meydana gelen bir olgudur. Mevlânâ bu anlamdaki sözlerini şu ifadelerle pekiştirir:
بَد محالی جُست کو دنیا بجُست نیک حالی جُست کو عقبٰی بجُست
مکرها در کسبِ دنیا بارد است مکرها در ترکِ دنیا وارد است
مکر آن باشد که زندان حَفره کرد آنکه حَفره بست آن مکری است سرد
این جهان زندان و ما زندانیان حَفره کَن زندان و خود را وا رهان[5
“Dünyayı arayan olmayacak kötü bir şey aradı. Âhireti arayansa iyi bir hal aradı.
Dünyayı kazanmanın hileleri soğuktur; dünyayı terk etmenin hileleriyse caizdir.
Hile odur ki [kişi kurtulmak için] zindanı kazsın; yoksa birinin kazılmışı kapatması soğuk bir hiledir.
Bu dünya zindandır, biz de zindandakiler. Zindanı kaz da kurtar kendini.”
Mevlânâ’ya göre, dünya gibi gerçek değeri olmayan, geçici ve aldatıcı bir mekâna talip olan ve arzulayan kimse kötü bir şeye talip olmuş, öte dünyaya yönelen ve onun arayışı içinde olan kimse ise kendi adına iyi bir iş yapmıştır. Dünyayı elde etme, onu kazanma ve ona boyun eğdirme yolunda insanın aldığı tedbirler ve kurduğu düzenler aslında kendisinin yararına olmayan soğuk bakılması gereken işlerdendir. Bu anlamda dünyayı terk etmenin yollarını aramaksa caizdir.
Hiç kuşkusuz burada dünyayı tek etmekten, sosyal bir hayatın gerekliliği olan asgari eylemleri terk etmek değil, insanları hırsa ve açgözlülüğe düşürerek hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya kul köle eden ve birbirlerine düşürerek yeryüzünde bozgun ve çatışma çıkmasına neden olan tutumlardan kaçınmak kastedilmektedir. Yoksa insanların, Allah’ın kendilerine helal kıldığı dünya nimetlerden gereği gibi yararlanması Kur’an’ın öngördüğü temel ilkelerden birisidir. Ne var ki dünya adı verilen bu oluşum ve yapı, insanı kendisine çekmek ve yutmak için ona güzel görünmeye çalışmaktadır; oysa o, içi ateş dolu bir lokmadan başka bir şey değildir. İnsanın kazanmaya ve harcamaya hırs duyduğu dünya malı, gerçekte insanı Allah’a karşı sarhoş, mağrur ve perişan etmekten başka bir işe yaramaz. Bu da insanın bu dünyasıyla birlikte öte dünyasını da zayi etmesi anlamına gelir.
لطف و سالوسِ جهان خوش لقمهایست کمترش خور کآن پُر آتش لقمهایست
آتشش پنهان و ذوقش آشکار دودِ او ظاهر شود پایانِ کار[6
“Dünyanın lütfu ve yaltaklanması hoş bir lokmadır; ama az ye onu, çünkü ateşle dolu bir lokmadır o.
Ateşi gizli, zevkiyse meydandadır, ama kokusu işin sonunda çıkar.”
مالِ دنیا شد تبسّمهایِ حق کرد ما را مست و مغرور و خَلَق
فقر و رنجوری بِهَستت ای سند کآن تبسّم دامِ خود را بر کَنَد[7
“Dünya malı, Tanrı’nın tebessümleridir. Bizi sarhoş, mağrur ve perişan etmiştir.
A sağlam kişi! Senin için yoksulluk ve hastalık o gülümsemenin kendi tuzağını kazmasından daha iyidir.”
Mevlânâ, bu aşamada “Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir” hadisine de işaret ederek dünyanın, insanı her yönden kuşatan bir zindana benzediğini söylemektedir. İnsanın bu yolda alması gereken tek tedbir zindanı kazıp kendisini kurtarmaktır; aksi takdirde zindanda olan birinin kazılmış olan yolu kapatması anlamsız bir iş yapmak olacaktır.
Bununla birlikte bu zindandan kurtulmak o kadar kolay bir iş değildir. Çünkü insanın sahip olduğu algılar ve duyular, maddî âlemi kavramak ve anlamak hususunda yeterli olabildiği halde fizik ötesi konuları algılamada çok zaman zayıf ve yetersiz kalmaktadır. Ne var ki insanoğlunun, bilinen beş duyunun ötesinde başka duyuları da vardır, ancak bunları ortaya çıkarmak için nefsiyle ve arzularıyla mücadele etmesi gerekmektedir. Mevlânâ’nın bu konudaki önerisi, insanın din duygusu ile dünya duygusunu bir arada ve dengeli bir şekilde kullanmasıdır.
حسِّ دنیا نردبانِ این جهان حسِّ دینی نردبانِ آسمان
صحّتِ این حس بجویید از طبیب صحّتِ آن حس بجویید از حبیب
صحّتِ این حس ز معموریِ تن صحّتِ آن حس ز تخریبِ بدن[8
“Dünya duygusu, bu dünyanın merdivenidir; din duygusu ise göğün merdiveni.
Bu duygunun sağlığını tabipten arayın; o duygunun sağlığını ise sevgiliden isteyin.
Bu duygunun sağlığı, bedenin sağlamlığından; o duygunun sağlığı ise bedenin yıkılmasından [geçer].”
Dünya duygusu, dünyevî konularda işe yaradığı halde, insanın ruhunu daha ulvî aşamalara taşıyabilmesi ve göğe merdiven dayayabilmesi için din duygusundan yararlanması gerekmektedir. Somut karşılıkları olan dünya duygusunun sağlığını ve doğruluğunu tabiplerden aramak mümkün olduğu halde, soyut karşılıkları olan din duygusunun selâmetini peygamber (ler)den talep etmek şarttır. Dünya ile ilgili duygular beden beslendikçe, yani istedikleri kendisine verildikçe geliştiği halde, din duygusuyla ilgili duygular bedenin arzularına gem vurularak disiplin altına alındıkça gelişmektedir. Bu iki duygu arasında denge kuramayan ve sadece bedenleri geliştiren insanlar dünya zindanında mahkûm oldukları gibi öte dünyada da azap içinde kalacaklardır. Çünkü insanın dünyadaki tek ve asli amacı Allah’ın varlığını ve birliğini bilmek ve emirleri doğrultusunda bir hayat inşa etmektir. Dünya hayatının inşası ise nefsanî ve cismanî hırslardan arındırılmadıkça insanın kendi eliyle kendisini ateşlere atması anlamı taşımaktadır. Nefsin arzularıyla beslenerek kurulan bir dünya, sonunda yok olması mukadder olan bir hayalden ibarettir. Mevlânâ bu konuda şöyle der:
نیستوَش باشد خیال اندر روان تو جهانی بر خیالی بین روان
بر خیالی صلحشان و جنگشان وز خیالی فخرشان و ننگشان[9
“Hayal, ruhun içinde de yok gibidir. Sen dünyayı bir hayal üzere geçip giderken gör.
[Dünyadakilerin] barışları da, savaşları da bir hayale dayanır; övünçleri de utançları da bir hayalden ötürüdür.”
Dünya sürekli olarak yenilendiği ve hareket halinde olduğu için biz onu akıp giden, kesintiye uğramayan bir olaylar zinciri şeklinde görürüz. Bu yüzden zaman ve mekân konusundaki algılarımız da ancak bu algılayış biçimi doğrultusunda gerçekleşmektedir. İnsan çok zaman dünyanın gerçekliği ile bir hayalden veya bir görüntüden ibaret olduğu düşüncesi arasında kalır. İnsan, kayıtlı olduğu zaman ve mekân kavramlarını, milyonlar, milyarlar gibi büyük rakamlarla ifade etse de Mevlânâ, Peygamber’in (a.s.) “Dünya bir andır, onu kullukla geçir” hadisine işaret ederek bu konuda şunları söylemektedir:
پس ترا هر لحظه مرگ و رجعتی است مصطفی فرمود دنیا ساعتی است
فکرِ ما تیری است از هو در هوا در هوا کی پاید آید تا خدا
هر نَفَس نو میشود دنیا و ما بیخبر از نو شدن اندر بقا
عمر همچون جوی نو نو میرسد مستمرّی مینماید در جسد
آن ز تیزی مستمر شکل آمدهست چون شرر کِش تیز جنبانی به دست
شاخِ آتش را بجنبانی به ساز در نظر آتش نماید بس دراز
این درازی مدّت از تیزیِ صنع مینماید سرعتانگیزیِ صنع[10
“Demek ki senin için her an ölüm ve geriş dönüş var. Mustafa: “Dünya bir andır” buyurdu.
Bizim düşüncemiz havada O’ndan bir oktur. Havada nasıl durur? [Yine] Allah’a gelir.
Dünya her solukta yenilenir, bizse durur [gibi görünmesi] yüzünden bu yenilenmeden habersiziz.
Ömür ırmak gibi yeniden yeniye [akar] gelir. [Ama] bedende bir süreklilik gösterir.
O, elinde hızla salladığın [sopanın] kıvılcımı gibidir; hızdan dolayı sürekli bir şekle sahiptir.
Ateşli sopayı uygun bir şekilde sallarsan, ateş göze upuzun [bir çizgi gibi] görünür.
Bu sürenin uzun oluşu [Allah’ın] yaratışının hızındandır. Yaratışın [ne kadar] hızlı olduğunu gösterir.”
İnsan dünyaya dair gerçekleri görebilmek için, kendisini kör eden nefis parmağını gözünün üstünden çekmelidir. Aksi takdirde görmediği her şeyi inkâr etmeye ve hayatını bu yanlış algıya göre düzenlemeye devam edecektir:
دو سرِ انگشت بر دو چشم نِه هیچ بینی از جهان انصاف دِه
گر نبینی این جهان معدوم نیست عیب جز ز انگشتِ نفسِ شوم نیست
تو ز چشم انگشت را بر دار هین وآنگهانی هرچه میخواهی ببین[11]
“İki parmağının ucunu iki gözünün üstüne koy, dünyadan hiçbir şey görüyor musun? İnsaf et.
Sen görmüyorsun diye dünya yok değildir. Suç, uğursuz nefis parmağından başkasının değil.
Sen hele gözünden parmağını kaldır da o zaman her ne istiyorsan gör.”
Âlemde Allah’tan başka hiçbir varlık zatıyla kaim olmadığı ve bir gün muhakkak yok olacağı için, insanların bu dünya uğruna verdikleri savaşlar, kavgalar, mücadeleler, övünçler ve utançlar hep birer hayalden ibarettir. O halde dünyaya, sonunda hiç kimseye baki kalmayacak gelip geçici bir durak gözüyle bakmak lâzımdır.
گر جهان پیشت بزرگ و بیبُنی است پیشِ قدرت ذرّهای میدان که نیست
این جهان خود حبسِ جانهایِ شماست هین رَوید آن سو که صحرایِ شماست
این جهان محدود و آن خود بیحداست نقش و صورت پیشِ آن معنی سداست [12
“Dünya sana göre büyük ve sonsuz olsa da, [onu Allah’ın] kudreti önünde yok [denecek kadar] bir zerre bil.
Esasen bu dünya sizin ruhlarınızın hapishanesidir; tez elden, kendi ovanıza doğru gidin.
Bu dünya sınırlı, o dünya ise esasen sınırsızdır. Nakış ve suret, o anlamın önünde engeldir.”
این جهان نفی است در اثبات جو صورتت صفر است در معنیت جو[13
“Bu dünya yoktur [aradığını] varda ara. Şeklin, suretin sıfırdır, [istediğini] anlamında ara.”
İnsanoğlunun gözüne pek büyük gelen bu dünya, Allah’ın kudreti katında yok denecek kadar küçük bir zerreden ibarettir. Dünya, insan ruhlarının hapsedildiği ve ancak oradan kurtularak selâmete erişecekleri bir hapishanedir. Bu yüzden insanın dünya hayatında kendisine sunulan ömür içinde bu gerçeği iyice anlaması ve hayatını bu doğrultuda düzenlemesi gerekmektedir. Bu dünya sınırlarla dolu olduğu halde, öte dünya zaman ve mekân bakımından sonsuzdur. Ne var ki insanın gözü önündeki nakışlar ve suretler, bu olguyu anlamanın önüne perde çekmekte ve onun gerçek yüzünün görünmesini engellemektedir. Çünkü insanın görüşü, görebildiğiyle sınırlıdır; bu yüzden zaman zaman gör (e)medikleri konusunda kuşkuya düşmekte, kendisinin, evrenin ve yaratıcının varlığını doğru şekilde algılamakta güçlük çekmektedir.
عالمش چندان بود کِش بینش است چشم چندین بحر همچندینش است[14
“Onun dünyası, görüşü ne kadarsa o kadardır. Gözü bu kadar olunca, denizi de ona göre.”
İnsanın dünyasının ancak kendi görüşü nispetinde ve onunla sınırlı olabileceğini vurgulayan Mevlânâ, insan için Allah’ın emrinden ve iradesinden her iki dünyada da kaçış olmadığına işaret ederek şu sarsıcı ve çarpıcı ifadeyi kullanır:
از که بگْریزیم از خود ای محال از که برْباییم از حق ای وبال[15
“Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Ne olmayacak şey! Kimden kapıp alıyoruz? Allah’tan mı? Ne vebal!”
İnsanlar, bu dünya hayatında sebeplerden çok sonuçları görmeye eğilimli oldukları halde çok zaman “sebeplerin sebebi” (müsebbibü’l-esbâb) olan Allah’ın perde ardındaki iradesini göremezler. İnsanoğlunun yeryüzünde başına gelen musibetlerin çoğu aslında bu körlük yüzündendir.
این رسنهایِ سببها در جهان هان و هان زین چرخِ سرگردان مدان[16
“Dünyada bu sebep iplerini, sakın ha sakın, şu başı dönmüş felekten bilme.”
آنکه بیند او مسبِّب را عیان کی نهد دل بر سببهایِ جهان[17
“Müsebbibi açıkça gören, dünyanın sebeplerine gönül bağlar mı hiç?”
Yukarıda da işaret edildiği gibi dünyanın bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu çeşitli Kur’an ayetlerinde birçok kez vurgulanmıştır. Mevlânâ bu hususa işaretle şunları söylemektedir:
گفت دنیا لعب و لهو است و شما کودکیت و راست فرماید خدا
از لَعِب بیرون نرفتی کودکی بی ذکاتِ روح که باشد ذکی
چون جماعِ طفل دان این شهوتی که همی رانند اینجا ای فتی
آن جماعِ طفل چه بْوَد بازیی با جماعِ رستمی و غازیی
جنگِ خلقان همچو جنگِ کودکان جمله بیمعنی و بیمغز و مُهان
جمله با شمشیرِ چوبین جنگشان جمله در لَایَنْفَعِی آهنگشان
جملهشان گشته سواره بر نیی کین بُراقِ ماست یا دُلدُلپیی
حاملند و خود ز جهل افراشته راکب و محمولِ ره پنداشته
باش تا روزی که محمولانِ حق اسپتازان بگْذرند از نُه طَبَق
تَعْرُجُ الْرُّوحُ اِلَیْهِ وَالْمَلَک مِنْ عُرُوجِ الْرُّوحِ یَهْتَزُّ الْفَلَک
همچو طفلان جملهتان دامنسوار گوشۀ دامن گرفته اسپوار[18
Allah: “Dünya oyundur, eğlencedir (En’âm, 6/32)” siz de çocuksunuz dedi, Allah doğru buyuruyor.
Oyundan çıkmadıkça çocuksun. Ruh temizliği olmadan kim temiz olabilir?
A yiğit! Burada boyuna peşinde koşulan bu şehveti çocukların cimaı bil.
Çocuğun cimaı nedir ki? Bir Rüstem’in, bir gazinin cimaı karşısında bir oyun ancak.
Halkın savaşı da çocukların savaşı gibidir. Tamamen anlamsız, içeriksiz ve bayağı.
Hepsinin savaşı tahtadan kılıçlarla; hepsinin amacı tamamen faydasız.
Hepsi de bu bizim Burak’ımız, Düldül yürüyüşlümüz diye bir kamışa binmiştir.
‘Taşıyan’ oldukları halde, bilgisizliklerinden kendilerini yüksekte görüp [ata] binmiş, yolda ‘taşınan” zannetmekteler.
Allah’ın ‘taşıdıkları’ bir gün atlarını sürerek dokuz kat [gökten] geçene dek dur hele.
“Ruh ve melek O’na yükselir (Meâric, 70/4)”. Ruhun yükselişinden gökyüzü titrer.
Hepiniz çocuklar gibi eteğinize binmiş, atı [tutar] gibi eteğinizin ucunu tutmuşsunuz.”
Aklı başında olan ve dünyanın gerçekliğini kavrayan insanlar, bu dünya hayatının nimetlerinden de yararlanarak öte dünya hayatına hazırlanır ve bu dünya için gam çekmezler.
نعمت از دنیا خورَد عاقل نه غم جاهلان محروم مانده در نَدَم[19
“Akıllı olan, dünyanın nimetini yer, gamını değil. Cahillerse pişmanlık içinde yoksun kalırlar.”
Mevlânâ, ölüm olmasaydı bu dünya ne güzel olurdu diyen birisine verdiği cevapta, gerçek hayatın, dünya hayatından öldükten sonra geleceğini, bu dünyanın bir aldanış yurdu olduğunu, ölen kişinin adeta bir kuyunun dibinden geniş bir ovaya çıkmış gibi olacağını aşağıdaki beyitlerde anlatır:
آن یکی میگفت خوش بودی جهان گر نبودی پایِ مرگ اندر میان
آن دگر گفت ار نبودی مرگ هیچ کَه نیرزیدی جهانِ پیچ پیچ
خرمنی بودی به دشت افراشته مُهمَل و ناکوفته بگْذاشته
مرگ را تو زندگی پنداشتی تخم را در شوره خاکی کاشتی
عقلِ کاذب هست خود معکوسبین زندگی را مرگ بیند ای غَبین
ای خدا بنْمای تو هر چیز را آنچنان که هست در خُدعهسرا
هیچ مرده نیست پُر حسرت ز مرگ حسرتش آن است کِش کم بود برگ
ورنه از چاهی به صحرا اوفتاد در میانِ دولت و عیش و گشاد
زین مقامِ ماتم و ننگین مُناخ نقل افتادش به صحرایِ فراخ
مقعدِ صدقی نه ایوانِ دروغ بادۀ خاصی نه مستیی ز دوغ
مقعدِ صدق و جلیسش حق شده رَسته زین آب و گِلِ آتشکده
ور نکردی زندگانیِ مُنیر یک دو دم ماندست مردانه بمیر[20
“Birisi: Arada ölümün ayağı olmasaydı bu dünya ne güzel olurdu, diyordu.
Bir başkası: Ölüm hiç olmasaydı, şu ıstıraplar dünyası bir saman çöpüne bile değmezdi, dedi.
Dövülmeden olduğu gibi bırakılmış, ovaya yığılmış bir harmana benzerdi.
Sen ölümü hayat sandın da tohumu çorak toprağa ektin.
Ey ahmak, yalancı akıl, [her şeyi] ters gördüğünden hayatı da ölüm olarak görür.
Ey Allahım, sen bize bu aldanış yurdunda her şeyi olduğu gibi göster.
Ölümüne yazıklanan hiçbir ölü yoktur; yazıklanması azığının azlığınadır ancak.
Yoksa [ölen], bir kuyudan bir ovaya çıkmış; devlete, diriliğe ve genişliğe ulaşmıştır.
Bu yas konağından, bu utanç verici deve yatağından geniş bir ovaya göçmüştür.
Orası doğruluk makamıdır, yalan sayvanı değil. Ayrandan değil, halis şaraptan mestlik vardır orada.
O doğruluk makamında Allah ile oturmaktadır o. Şu ateş tapınağının suyundan balçığından kurtulmuştur.
Aydınlık bir hayat yaşamadıysan, bir iki soluk kaldı işte, [hiç olmazsa] adam gibi öl.”
Sonuç olarak sözlerimizi, Mevlânâ’nın, insanoğlunun kendiliğinden hiçbir şeye sahip olmadığını, onun varlığının bir yaratıcısı ve sahibi bulunduğunu dile getiren ve varlık âlemine bu gözle bakılmasını tavsiye eden şu beytiyle bitirebiliriz:
ما کِیِیم اندر جهانِ پیچ پیچ چون الف او خود چه دارد هیچ هیچ[21
“Şu karmakarışık dünyada kimiz biz? Elif gibiyiz. Elif’in kendiliğinden nesi var? Hiç, hiç.”
* Doç. Dr., Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi.
[1] Konuyla ilgili olarak şu âyetlere de bakılmalıdır: Kehf, 46, 104; Tâhâ, 131; Hacc, 11; Kasas, 79; Ankebût, 20, 25; Ahzâb, 28, 57; Zümer, 10, 26, 45; Mü’min, 39; Şûrâ, 20, 36; Zuhruf, 32, 34-35; Câsiye, 24, 35; Ahkâf, 20; Muhammed, 36; Necm, 29; Nâzi’ât, 37-39; A’lâ, 16-17; Âli İmrân, 77; A’râf, 147, 169; Tevbe, 38, 69; Yusuf, 57; Ra’d, 26; Nahl, 22, 41; İsrâ, 19, 72; Neml, 4; 20; Sebe, 21; Leyl, 13; Kıyâmet, 21.
[2] Mesnevi, I, 74, b. 600-604. (Bu makalede Farsça beyitler için Mesnevi’nin Adnan Karaismailoğlu-Derya Örs, tarafından (Konya 2005) tashih edilen metni esas alınmış olup beyitlerin Türkçe çevirileri makalenin yazarına aittir.
[3] Mesnevi, I, 35, b. 215.
[4] Mesnevi, I, 92, b. 984-986.
[5] Mesnevi, I, 91-92, b. 980-983.
[6] Mesnevi, I, 156, b, 1855-1856.
[7] Mesnevi, I, 243, b. 3039-3040.
[8] Mesnevi, I, 41, b. 303-305.
[9] Mesnevi, I, 25, b. 70-71.
[10] Mesnevi, I, 104, b. 1143-1149.
[11] Mesnevi, I, 123, b. 1402-1404.
[12] Mesnevi, I, 57-58, b. 525-527.
[13] Mesnevi, I, 183, b. 2241.
[14] Mesnevi, I, 100, b. 1088.
[15] Mesnevi, I, 91, b. 971.
[16] Mesnevi, I, 81, b. 850.
[17] Mesnevi, II, 263, b. 3774.
[18] Mesnevi, I, 271, b. 3430-3440.
[19] Mesnevi, V, 136, b. 1409.
[20] Mesnevi, V, 165-166, b. 1760-1771.
[21] Mesnevi, I, 131, b. 1515.
#Derya Örs