MEVLÂNÂ’DA İNSAN – Mehmet DEMİRCİ

 

MEVLÂN”DA İNSAN

İnsan, gerek maddî gerek mânevi yönü itibariyle yaradılmışların en mükemmeli sayılır. Bu tebliğimizde, Mevlânâ Celâleddin Rûmî”nin sohbetlerinden meydana gelen Fîhi Mâ Fih[1] adlı eserine dayanarak, onun “insan” konusundaki görüşlerini açıklamaya çalışacağız.

Hz. Mevlânâ yaratıkları üçe ayırır:

1 – Melekler, sırf akıldan ibâret olup sorumlulukları yoktur.

2 – Hayvanlar, sırf şehvet yani arzu ve istek sahibidirler. Akılları da yok sorumlulukları da yok.

3 – İnsan ise, kendisine akıl ve aşırı isteklerin beraberce verildiği varlıktır. Onun yarısı şehvet yarısı melek, yarısı yılan yarısı balıktır. Dolayısıyle insan, zıt kuvvetlerin mücadele sahnesi durumundadır. Aklı daima şehvetine galip gelen meleklerden daha yüksek, şehveti aklına galip gelen ise hayvanlardan daha aşağıdır. Melek, bilgisi ile; hayvan bilgisizliği ile kurtulur. İnsan oğlu ise bu ikisi arasında bocalar durur. Bir kısım insanlar o kadar akla uyarlar ki, adeta tamamen melekleşirler, sırf nûr olurlar. Bunlar nebîler ve velîlerdir. Ümit ve korkudan azad olmuşlardır. “İyi bilin ki Allah”ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir” (Yunus 10/62). Şehvetle­ri akıllarına galip gelenler ise tamamen hayvanlaşırlar (s. 103 – 104).

Bu dünyâ ve her türlü nimeti insanın hayvanlık tarafının nasibidir, o yönünü kuvvetlendirir. Sırf dünya peşinde koşulursa, asıl olan insanlık tarafı günden güne eksilir. “İnsan konuşan hayvandır” derler. Demek ki onda hem insanlık hem hayvanlık birlikte bulunuyor. Her türlü arzu ve istekler hayvan tarafını geliştirir. Onun asıl özü olan insan tarafının gıdâsı ise ilim, hikmet ve İlâhi Cemâl”dir. İnsanın hayvan tarafı ön plana çıkarsa Hak”tan, insan tarafı ön plana çıkarsa dünyadan kaçtığı görülür. Demek ki, insan varlığında iki şahsiyet daima çatışmaktadır. Bakalım talih kimin yüzüne gülecek ve kime yâr olacaktır! (s. 76).

Madde – mânâ, beden – ruh karışımından meydana gelen insan varlığında maddi unsur tamamen değersiz zannedilebilir. Hz. Mevlânâ bunun böyle olmadığını belirtir. Ona göre sûretin de büyük itibarı vardır. İtibar ne demek! Hattâ o, öz ile, mânâ ile beraberdir. Nasıl ki kafatası olmadan beyin bir işe yaramazsa, kabuksuz meyve de yetişmez. Mesela bir çekirdeği kabuksuz olarak yere ekersen göğermez, çimlenmez. Fakat onu kabuklu hâlde toprağa gömdüğün zaman çimlenir ve büyük bir ağaç olur. O hâlde insan varlığında sûretin yani vücûdun da rolü önemlidir (s. 25).

Bununla birlikte maddi vücûd her şey demek değildir. Mânevi yön ihmâl edilip sadece maddî vücûdun beslenmesiyle yetinilirse maksat hâsıl olmaz. Bir köpeğe altından tasma taksan, bundan dolayı ona av köpeği demezler. Av köpeği ayrı ve belli bir cinstir. Nitekim cübbe ve sarık ile insan âlim olmaz. Âlimlik, insanın özünde bulunan bir hünerdir. Bu hüner ister ipekli kabâ, ister yünden abâ içinde olsun fark etmez. (s. 113). Ayrıca zevk ve arzuların hepsi bir merdivene benzer. Merdiven basamakları, oturup kalmağa elverişli değildir; üzeri­ne basıp yükselmek için yapılmıştır (s. 84).

Mânâya yönelmek, rûhi zevkler peşinde olmak, insana başlangıçta o kadar hoş gelmezse de, gittikçe daha çok tatlılaşır. Maddi arzuların tatmininde ise durum tamamen tersinedir. Bunun başlangıcı hoş ve latiftir, fakat sürekli maddî zevk insanı bıktırır ve kendinden soğutur. Sûretle mânâ farkı bakımından Kur”an”la insan arasında ne büyük fark vardır! İnsan da öyle. Eğer insanın sûretinin mânâsı giderse, yani rûhu bedenden ayrılırsa, cesedi bir an bile evde bırakılmak istenmez (s.112).

İnsan vücûdu bir çöplüğe benzer, gübre yığını gibidir. Fakat bu gübre yığını değerlidir, çünkü onda padişah yüzüğü bulunuyor. Bir başka benzetmeyle, insan vücûdu tıpkı buğday çuvalı gibidir. Padişah: “O buğdayı nereye götürüyorsun ki, benim kıymetli ölçeğim onun içindedir!” diye bağırıyor. Onu taşıyan kimse ise, içindeki ölçekten habersiz buğdaya batmıştır. Eğer o değerli ölçekten haberi olsa buğdaya nasıl iltifat eder? Seni ulvî âleme çeken ve süflî âlemden soğutup ayıran her düşünce o ölçeğin nûrunun dışarı vuran aksidir (s. 260).

İnsan nefsinin sırasında, vahşi ve yırtıcı hayvanlardan daha bayağı olduğu söylenegelir. Mevlânâ Celâleddin, bunun bizzat insanın kötü olduğu anlamına gelmediğini belirtir:

İnsanda bulunan kötü huy, nefis ve uğursuzluklar, ondaki gizli cevher yüzündendir. Bir bakıma söz konusu huylar, o cevherin per­desi olmuştur. Cevher ne kadar değerli olursa, perdesi o kadar muhkem olur. Perdenin kalkması ise pek çok mücadeleyi gerektirir. Her nereye büyük kilit asarlarsa bu, orada kıymetli bir şey bulunduğunu gösterir. Mesela yılan defînenin üzerinde bulunur. Fakat sen yılanın çirkinliğine bakma. Defînedeki şeylere bak (s. 303).

Demek ki mânevi değerinden habersiz olan insan, özündeki cev­herin farkında olmayan kimse demektir. Mevlânâ şu meşhur misalle bu bilgisizliğin gülünçlüğünü gözler önüne serer: Rivayet ederler ki, padişahın biri oğlunu, esrarengiz ilimlerle meşgul olan hüner sahibi bir topluluğa teslim eder. Çocuk son derece aptal yaradılışlı olması­na rağmen, becerikli hocaları onu çok iyi yetiştirirler ve gerekli olan bilgileri fazlasıyla öğretirler. Sonunda çocuk o sahada tamamen üstad olarak babasının yanına döner. Bir gün padişah avucuna bir yüzük saklar ve oğlunu imtihan etmek ister: “Söyle bakalım avu­cumda ne var?” diye sorar. Çocuk: “Avucundaki yuvarlak içi boş bir şeydir” der. Padişah sevinerek: “Özelliklerini bildin, şimdi ne olduğunu söyle!” deyince çocuk: “Avucundakinin kalbur olması lazım der. Padişah: “Aklı hayretler içinde bırakan bu kadar özelliği bilgi ve tahsil sayesinde söyledin, fakat kalburun avuca sığmayacağına nasıl akıl erdiremedin a oğlum?” demekten kendini alamaz.

Mevlânâ şöyle ilave eder: Bunun gibi, zamanımızdaki bilginler de kılı kırk yarıyorlar. Kendileriyle ilgili olmayan şeyleri pek iyi biliyorlar. Fakat önemli olanı ve kendilerine her şeyden daha yakın bulunanı, yani kendi kendilerini bilmiyorlar. Onlara herşeyden daha yakın olan bir şey var ki, bu da onların benliğidir (s. 23).

Biz hepimiz toprak cinsinden değil miyiz? Fakat Ulu Tanrı bizde bir kuvvet meydana getirmiştir ki, onunla varlıklar arasında temâyüz ettik. O kuvvet ruhtur. İnsanın rûhu, içinde bulunduğu her hâl ve durumda Hak ile meşguldür. Onun zâhirî meşguliyeti içinin meşguliyetine mâni değildir. Mesela hamile bir kadının çalışmak, yemek yemek, uyumak gibi bütün hâllerinde, karnındaki çocuk büyümeğe devam eder, kuvvet ve duygu kazanır. Halbuki annenin çok defa bundan haberi bile yoktur. İşte insandaki ruh da böyledir (s. 244).

Kur”an”da insanla ilgili meşhur âyetlerden biri şudur: “Biz emâneti göklere, yere, dağlara teklif ettik. Onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ona hıyânet etmekten korktular. İnsan onu yüklendi, o pek zâlim ve câhildir (Ahzab 33/224). Mevlânâ”nın bu ayete getirdiği yorum şöyledir:

Yer yüzü taneleri kabul ediyor, ürün veriyor, ayıpları örtüyor ve daha anlatılamayacak kadar çok, yüz binlerce tuhaf şeyleri içine alıyor ve meydana getiriyor. Dağlar da türlü madenler ortaya çıkarıyor. Bütün bunlara rağmen ellerinden iş gelmiyor. İnsanın üstünlüğü bu­rada kendini gösteriyor. Esâsen Allah: “Andolsun ki biz âdemoğullarını şerefli kıldık” (İsra 17/70) buyuruyor. Göğü ve yeri şereflendirdik, demiyor. Göğün ve yerin değil de yalnız insanın elinden iş geldiğine göre, bunu iyiye kullanmayan veya tembellik eden insan gerçekten çok kötü ve bilgisizdir, zâlim ve cahildir. “Elimden geldiği halde yapamıyorum” demek mâzeret değildir (s. 19–20).

İnsan olarak bunca değerine ve seçilmişliğine rağmen, zâlimlik ve cahillik edip yaradılış gayesine uygun hareket etmeyenlere Mevlânâ”nın ikazları çarpıcıdır: Padişahın hazinesindeki gayet kıymetli kılıcı kokmuş eti doğramak için satır olarak kullanırsan, altından yapılmış bir tencerede şalgam pişirirsen, mücevherli bir bıcağı kırık kabağı asmak için çivi niyetine kullanırsan ve “Ben bunları faal hâlde tutuyorum” dersen yazık olmaz mı ve buna gülünmez mi? (s. 205).

Sen değerinle ve düşüncenle iki âleme bedelsin. Ama ne yapayım ki kendi değerini bilmiyorsun!

Kendini ucuza satma, çünkü değerin yüksektir. Ulu tanrı buyuruyor ki: Ben sizi, vaktinizi, nefsinizi, mallarınızı satın aldım. Eğer bunları benim için harcar, bana verirseniz, bunun karşılığı ölümsüz cennettir.[2] Senin, benim yanımdaki değerin budur. Eğer kendini cehennem karşılığında satarsan, kendine kötülük etmiş olursun. Tıpkı o adamın yüz dinarlık bıçağı duvara çakıp, ona bir testi veya kabak astığı gibi (s. 20 – 21).

Aslında her insan çok büyük bir âlemdir. Halkın delilere karşı temayülü olduğunu görmüyor musun? Onların ziyaretine gider ve “Belki de o büyük bir adamdır! derler (s. 205).

İç temizliği ile ilgili meşhur bir hadisin Mevlânâ”da güzel bir yorumuna rastlıyoruz. Hz. Yusuf”a uzaklardan bir arkadaşı geldi. Ona: “Bana ne armağan getirdin?” diye sordu. Gelen zat: “Sende olmayan ne var ki ve senin neye ihtiyacın olabilir? Yalnız, senden daha güzel bir kimse olmadığından, her an kendi yüzümü seyretmen, incelemen için sana bir ayna getirdim” dedi. Allah”ta olmayan ne vardır ve O”nun neye ihtiyacı olabilir. O hâlde Allah”ın huzûruna, onda kendisini görmesi için parlak bir ayna götürmelidir. Nitekim, Hz. Peygamber öyle buyurmuyor mu: “Allah sizin cesetlerinize ve sûretlerinize bakmaz, fakat O sizin kalblerinize bakar”[3] (s. 243).

İnsan – Allah münasebetiyle ilgili şu misaller dikkat çekicidir: İnsan tıpkı kepçeye veya bir attar dükkanına benzer. Dükkandaki tablalara veya kutulara, bu dünyadan uygun gelen bir ticaret yap­mak üzere; işitmekten bir parça, konuşmaktan bir parça, akıldan bir parça, bilgi ve cömertlikten bir parça konulmuştur. Bu sûretle bir kazanç elde etmesi hedeflenmiş, ilâhi sıfatların hazinelerinden avuç avuç veya azar azar verilmiştir. O hâlde insanlar Allah”ın seyyar satıcılarıdır. Ticaret yapıyor, gece gündüz tablaları dolduruyorlar. Sen ise bu yolla kazanç elde edeceğim yerde, bekliyor ve kaybediyorsun (s. 82).

İnsan Tanrı”nın usturlabıdır (bir nevi teleskop). Yalnız usturlab­dan anlayan bir müneccim (astoronomi bilgini) lâzımdır. Terecinin veya bakkalın usturlabı olsa bile, bunun onlara ne faydası vardır ve usturlapla feleklerin ahvalinden, burçlardan ne anlarlar? Şu hâlde usturlab müneccim için faydalıdır. Çünkü kendini bilen Rabbini bilir. Bu bakımdan usturlab nasıl feleklerin aynası ise, insanın vücûdu da Tanrı”nın usturlabıdır. Çünkü Kur”an”da: “Andolsun ki biz âdem oğullarını şerefli kıldık.” (İsrâ 17/70) buyrulmuştur (s. 13).

İnsanlar içinde elbette olgunlar da bulunmaktadır. Yüce Allah”ın hikmet, mârifet ve kerâmet elbiseleri giydirdiği kulları vardır. Her ne kadar halkın bunları görebilecek basîretleri yoksa da, Allah onları pek çok kıskandığı için onlar da kendilerini hikmet, mârifet ve kerâmet elbiseleriyle örterler. Tıpkı Mütenebbî”nin (ö.354/955): “Kadınlar ipekli elbiseleri süslenmek için değil, güzelliklerini korumak için giydiler” dediği gibi (s. 14).

Velîler ve nebîler insana olgunluk yolunu gösteren örneklerdir: Nasıl ki temiz bir su dipteki taşları, tuğlaları, kiremitleri ve daha başka mevcut her şeyi gösterirse, insan rûhu da insanın tabiatıyla birlikte yoğrulmuş olan bütün bilgileri ve göze görünmeyen şeyleri gösterir. Böyle altında ve üstünde olan nesneleri, onlara bir şey ilave etmeden göstermek suyun yaradılışında vardır. Fakat o su, eğer toprakla veya başka renklerle karışıp bulanırsa bu özelliği kaybolur.

Yüce Allah”ın gönderdiği velîler ve nebîler büyük ve temiz sular gibidirler. Allah”ın bundan maksadı her bulanık ve ufacık suyun, ârızî olan renginden ve bulanıklığından kurtulması, sonunda kendini temiz görünce de: “Benim aslım böyle temizmiş!” diye hatırlaması, bulanıklığın ârızî olduğunu bilmesidir. İşte velîler ve nebîler insana eski hâllerini hatırlatırlar, onun cevherine bir şey ilave etmezler (s. 43 – 43).

[1] Bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fih, çev. Meliha Ülker Tarıkkahya, Maârif Basımevi, İstanbul 1958. Metin içindeki sayfa numaraları bu esere aittir.

[2] “Allah mü”minlerin mallarını ve canlarını onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler.” (Tevbe 11/9).

[3] Müslim, K. birr, 32. hadis.