Mevlânâ’da söz ve muhatap
Mevlâna Celâleddîn Rûmî; Doğu’da ve Batı’da, bir bilgin, mütefekkir, mutasavvıf, eğitimci, dil ustası ve büyük bir şair olmanın yanı sıra, gönül ehli ve aşk rehberi olarak da tanınan büyük bir şahsiyettir. Hayalinin genişliği, hislerinin coşkunluğu, tabiatı tasvirdeki gücü, bilgisi, inceliği ve samimiyeti onun belirgin vasıflarını oluşturmaktadır.
O, entelektüel boyutuyla evrensel benlik düzeyine çıkıp, herkesle, her şeyle sonsuz birleşmeyi arasa da, dinine bağlı, kendisini Kur’ân hakikatleri ve Hz. Muhammed sevgisine adamış, bu adanmışlığı insan ve doğadakiler ile tatlı bir şekilde birleştirmiş bir sevgi ve gönül adamıdır.
Yine o, sürekli olarak samimiyeti, sadeliği ve aşkı vurgulamış ve aşkı da ahlâki davranışa ve yaratıcılığa dönüştürmeyi amaç edinmiştir. Mevlâna, aşkı, bütün dertlerin dermanı olarak görendir.
Mevlâna’nın temel hedefi, tasannûdan uzak, mütevâzi bir şekilde ve de dilin elverdiği ölçüde kendisini ifade etmek olmuştur. 0, şiirde şekilden ziyade manâ ve Öz yanlısıdır. Şiir onda bir vasıta olarak kullanılmıştır. Onun asıl san’atı vezinli ve kafiyeli sözler söylemek değil, gönüllere hitap etmektir. Buna rağmen şiirlerinin biçiminde yani nazım, şekil, vezin, kâfiye ve dilinde hiçbir kusur bulunmamaktadır.1
Mevlâna’nın eserlerini incelediğimizde sözün doğası, özelliği, gayesi, çeşitleri, söz ve içerik, sözün etkisi, söz söyleme âdabı, sözün değeri ve önemi ile ilgili oldukça çok malzeme buluruz.2 Sözün önemi, fonksiyonu ve değeri karşısında sözün yetersizliğini -zira kelimelerin uçsuz-bucaksız mânâ denizini aktarmada yeterli değildir- sıkça işler. Zira kepçe ummandan ne kadar su taşıyabilirdi? Dil anlamı iletmede yeterli değilse veya acze düşüyorsa öyleyse susmak gerekir. “Sükûfun, Mevlâna’da önemli bir yer tuttuğunu görmekteyiz.
Konumuza, önce, muhatap çeşitleri üzerinde durarak girmek istiyoruz. Mevlâna’nın eserlerinde,
mâna ehli-sûret ehli,
muhakkik-taklitehli,
olgunlar- hamlar-yarı hamlar,
âlimler-cahiller,
adam olanlar-adam olmayanlar,
temizler-pisler,
havas-avam /halk,
adam olanlar-olmayanlar,
gönlü açıklar-gönlü kilitliler…
vb. muhatap çeşitleriyle karşılaşmaktayız. Bunların birkaçını örnekler üzerinde kısaca tanıtmak istiyoruz.
Söz, mâna ehline az da olsa çoktur, uzadıkça uzar, yeter mi yeter, fakat suret ehline çok söz bile azdır, kifayetsizdir.3 Asıl maksat mânadır. Bu mânayı başka bir surette söylemek mümkündür.
Fakat mukallit olanlar ancak maddî ve somut bir şeyle sözü kabul ediyorlar. Onlara söz anlatmak güçtür. Meselâ bu sözü onlara başka bir misâlle söylersen anlamazlar,
A öğütçüler, iyi söylüyorsunuz ama bu köyde adam olsa! Allah bizim gönlümüzü kilitledi…5
Hayır, hayır… söyleyeceğim, çünkü henüz hamsın sen. Daha ilkbahardasın, temmuzu görmedin bile!
Ey ulular, bu cihan bir ağaca benzer; biz de bu âlemdeki yarı ham, yarı olmuş meyveler gibiyiz.6
İkinci olarak sözün, muhatap tarafından algılanışı üzerinde durmak istiyoruz. Söz, muhatapça işitilip anlaşılabildiği gibi anlaşılmayabilir yahut yanlış da anlaşılabilir.7 “Allah onların yüreğine mühür vurdu” (Bakara, 2/7) buyrulduğu gibi ne kadar hoş işitiyor, hatmediyor ve anlamıyor! Ondan söz ediyor, fakat yine kavramıyor.”8
Sözün anlam ve değer kazanması, onun heyecan uyandırması muhatabın algılamasıyla doğrudan ilgilidir.
“Ben bunu çok duydum, dinledim… eskidi bu artık; ey yiğit, sen bundan başka bir söz söyle!” dersin. Hatta yepyeni ve söylenmemiş bir nükte duyduğunu farzet, yarın ona da doyar, ondan da nefret edersin.9
İnsan, özellikle dinleyen seviyeli ise, sözlerini onun denetimine açmalı ve muhataptan, sözünün düzeltilmesini talep edebilmelidir.
Yanlış söylediysek düzelt. Ey söz sultanı, düzeltme de senden!10
Söylediğim söz, dudağına lâyık değilse koca, ağır bir taş al, vur ağzıma, dağıt ağzımı-yüzümü.11
Muhatabın anlayış ve duyuş melekesinin gelişmiş ve yerinde olması gerekir. “Çocukta anlayan bir kulak olmazsa anasının sözünü duymaz, dilsiz olur.”12
Söz, muhatabın anlayış seviyesine göre farklı olacaktır:
Sözler sana göre kabuklardan ibarettir ama başka anlayışlara göre tamamıyla içtir. Gök arşa göre aşağıdadır ama bu bir yığın toprağa göre pek yücedir.13
Bir konuşmada muhatabın, konuya duyarlı olması ve onu iyi dinlemesi, konuşan açısından oldukça önemlidir. Mevlâna bu hususu oldukça önemser ve şöyle der:
Peygamber “Şüphe yok Allah, dinleyenlerin himmetince vaaz edenlerin diline hikmet telkin eder” buyurmuştur.
Birisinin sözü güzelse dinleyicidendir. Öğretmenin heyecanı ve işe iyi sarılması, çocuğun tesiriyledir.
Muhatapla aynı dili konuşma, Mevlâna’nın benzettiği gibi, hısımlık ve bağlılıktır; insan yabancılarla kalırsa mahpusa benzer. Fakat, inanç, düşünce, hâl ve yol birliği olmayınca, sûfi için sadece dil birliği, muhataplar arasında frekans uyumunu sağlayamayacaktır. Böyle olunca da, muhatapların birbirini anlamaları ve aralarında sağlıklı iletişim kurmaları zorlaşacaktır.
Nice Hintli, nice Türk vardır ki dildaştırlar. Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler.15 Konuşan, söz söyleyen iki kişi bile birbirinin hâlinden haberdar olmazsa duvarla kapı, nasıl birbirini anlar, duyar?16
Söz söylerken muhatabın seviyesini göz önünde bulundurmak ve ona göre konuşmak oldukça önemlidir.”… Her mollanın bir hocası olur ve mollaya kavrayışına, anlayışına (bugünkü ifadeyle, akademik kariyerine] göre bir aylık bağlarlar. Birine on, birine yirmi, birine otuz kişilik kadar verir. Biz de sözü herkesin anlayacağı, kavrayacağı ölçüde söylüyoruz. Çünkü, Peygamber. “İnsanlarla, onların akılları nispetinde konuş” buyurmuştur. Söz, insanın değeri kadar söylenir.17 “Öyle kişiler vardır ki denizlerle kanmaz, öyleleri de vardır ki ona birkaç damla su kâfi gelir ve bundan fazlası ona zarar verir. Bu sadece mâna âleminde ilimler ve hikmet hususunda böyle olmayıp, her şeyde bunun gibidir. Dünyada mallar, altınlar, maden ocakları hep sonsuz ölçüdedir; sınırsızdır. Fakat bunlar insana değeri kadar gelir. İnsan fazlasına dayanamayarak delirir. Âşıklardan Mecnun, Ferhat ve daha başkalarını görmüyor musun? Bunlara tahammüllerinin üstünde şehvet verilmiş olduğundan, bir kadının aşkı ile dağlara ve çöllere düştüler. Baksana Firavun’a, fazlaca mal ve mülk verdikleri için Allahlık iddiasında bulundu. Bundan dolayı Allah,”… fakat biz, tahammül nispetinde gönderiyoruz” (Hicr, 21) buyurmaktadır ki uygun olanı da budur.”18
Ben de bunu aklının miktarınca söylüyorum, derine gitmiyorum.19
Henüz söz bilmez câhile, bir şey öğretmek için, kendi dilini terk edip onun ditince konuşmak gerekir. O, ancak bu şekilde bir bilgi öğrenebilir.20 Kemâl ehli, bilginler, ahlâkçılar veya veliler bazı sırları halka Örtülü, kapalı bir şekilde söylemelidirler.21 Buna rağmen Mevlâna, bu konuda, bir ikilem içerisindedir. “İşte bir topluluk bizim yanımıza geliyor. Eğer susacak olursak incinirler. Bir şey söylersek, onlara göre söylemek lâzım geldiğinden, o zaman da biz inciniriz. Çünkü gidip: “Bizden sıkıldı, usandı ve bizden kaçıyor” diye dedikodu ederler. Odun (ateş/sûfil tencereden nasıl kaçar? Kaçsa kaçsa tencere kaçar.22
Sözü, muhatabın seviyesinin yanısıra ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurularak söylemek gerekir. Mevlâna bunu, somut bir şekilde şöyle ifade eder: “Şu kadarını bilirim ki su (söz) çok geliyorsa orada kurak yerler fazladır; az gelirse, sulanacak yer ufak bir bahçe veya dört duvarla çevrili küçücük bir yerdir. Allah, hikmetini dinleyenlerin himmetlerin ölçüsünde hatiplerin diline telkin eder. Ben kunduracıyım; deri çok, fakat ayağın büyüklüğüne göre keser dikerim. Ben bir şahsın gölgesiyim, onun boyu ne kadarsa, ben de o kadarım.”23
Söz söylerken, muhatabın seviyesi kadar, onun hassasiyetleri, inanç ve değerlerini de göz önünde bulundurmak gerekir. Mevlâna bu hususu da yine somut örneklerle şöyle ifade eder:
Köyden bir başkası geldi, bir başka tencere koy ateşe; tacını rehine koyduysan kemerini de rehine vermekten bahset.
Konuştuğun bir Râfızî’yse Ali’nin lütfundan dem vur; Sünnî’yse Ömer’in adaletinden bahset.24
Söz, muhatabına göre anlam kazanır.
Bu söz, kargaya göre laftan, kuru iddiadan ibarettir. Nitekim sineğe göre dolu tencere ile boş tencere birdir.25
Biraz da söze muhatap olanın liyâkati üzerinde duralım. Sözü lâyık olana söylemek gerekir. Mevlâna, Nûr sûresi 26. âyete referansta bulunarak, pislere temiz sözlerin lâyık olmadığını belirtir.26 0, söze sahip olan sûfinin sözünü, sonsuza karışacak kulağa, ebedileşecek muhataba söylemesini ister.27 Yine 0, özellikle aşk sırlarını, kapıya-duvara değil, bu hâlden anlayan insanlara söylemek ister.28 Zaten onun asıl muhatabı, aşk ateşi içinde yananlardır.
Sustum, gazelin kalan kısmını söylemeyeceğim; ancak benim gibi cehennemleri içip sömüren birisini bulursam o vakit söylerim.29
Sûfi, aşk ateşi içerisinde olanın yanı sıra, cana/ruha söylemeyi lâyık görür.
Yalnız, Allah’ın “Âdem’e ruhumdan ruh üfürdüm” dediği varlık yok mu? 0 kalır işte. Sen de ruha bak, başkaları beyhudedir.30
Söyleyenin ve dinleyenin niteliğine göre sözün bereketi ve azameti artar. Mustafa gibi bir dinleyici duyunca her kılı, ayrı bir dil oldu.31
Sözü lâyık olana söylemek gerektiği gibi, en çok lâyık olanı da öncelikle dinlemek gerekir. Allah’tan sonra sözü dinlenmeye lâyık olanlar peygamberlerdir.
Her ümmetin gönlünde Hak’tan bir tat vardır. Peygamberin yüzü ve sesi de mucizedir. Peygamber dışarıdan seslendi mi ümmetin canı, içeriden secde eder. Çünkü can kulağı, âlemde hiç kimseden o sese benzer bir ses duymamıştır. 0 misilsiz ruh, o misli olmayan sesten neşelenir, Allah’ya yaklaşır.32
Sözü lâyık olmayana söylememek gerekir. Bu hususta Mevlâna bir hayli uyanda bulunmaktadır.33 “Değil mi ki akıtıyorsun suyu, gürül-gürül akıyor; akıtma çorak yere; akıtma taşlıklara. O hizmeti, gönülleri diri olanlara yap. “İyi toprak -Rabbinin izniyle- bitki verir, korak toprak kavruk bitki çıkarır.”34 (A’râf, 7/589)
Yabancı ve ehil olmayanlar, söze de lâyık olmayanlardır. “Mustafa (s.a.vl’ın huzuruna iki yüzlü adamlardan ve yabancılardan bir grup geldi. Peygamber, ashaba dininin sırlarını anlatıyor, ashap da Mustafa’nın metniyle meşgul oluyorlardı. Peygamber, ashaba işaret ederek: “Kaplarınızın ağızlarını kapatınız” buyurdu. Bu testilerin, kâselerin, tencerelerin ve küplerin ağızlarını kapatınız, kapalı tutunuz. Çünkü pis ve zehirli hayvanlar vardır; Allah esirgesin, bunlar testilerinize düşmesinler, siz bilmeden ondan su içersiniz, o zaman size zararı dokunur. Mevlâna onlara bu şekilde: “Yabancılardan hikmeti gizleyiniz, onların önünde dilinizi tutunuz, ağzınızı kapatınız. Çünkü onlar faredir, bu hikmete lâyık değillerdir” buyurmuştur.”35
Hamlar da söze lâyık değildir. Gazelin geri kalan kısmını gizlice söyleyeceğim, hamların yanında söylenemeyecek.36 Sözü, lâyık olmayana söylememek gerektiğini belirtmiştik. Zaten lâyık olmayana ve seviyesi düşük olana söz anlatmak oldukça güçtür.37 Temiz söz, hakikatten uzak olan gönüllerde karar etmez. Çarpık ayakkabı, nasıl çarpık ayağa uyarsa, Şeytanın afsun ve efsanesi de doğru olmayan gönüllere uyar. Hikmeti istediğin kadar tekrarla, ona ehil değilsen hikmet, senden ne kadar uzak!
DİPNOTLAR
(*)lbrahim Emiroğlu, DEÜ. ilahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Başkanı ibemir@hotmail.com
Kabaklı Ahmet, “Mevlânâ’nın Sanatı ve Şiir Anlayışı”, I. Mevlâna Kongresi Tebliğleri, Konya, 1986, s. 32.
Bu konuda müstakil bir çalışma için bkz. Emiroğlu, İbrahim, Sûfi ve Dil, İstanbul 2002, 2005.
Mevlâna Celâleddin Rûmî, Dîvân-ı Kebîr, Çeviren ve Hazırlayan: Abdulbâki Gölpınarlı, (Kültür Bakanlığı Yayınları), Ankara, 1992. I, s. 8,b. 16.
Mevlâna Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, Çeviren: Meliha Ülker Anbarcıoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1990, s. 133.
Bkz. Mevlâna Celâleddin Rûmî, Mesnevî, Çev. Veled İzbudak (M.E.B. Yayınları), İstanbul. 1991, III, s. 235-236, b. 2900 vd.
Mesnevî, III, s. 10i, b. 1292-1293.
Mesnevî, V, s. 255, b. 3120.
Fih, s. 213.
Mesnevî, III, s. 219, b. 2696-2697.
Mesnevî. II, s. 53, b. 693.
Dîvân, III, s. 278, b. 2679.
Mesnevî, IV, s. 243, b. 3038.
Mesnevî, V, s. 6, b. 1921.
Mesnevî, VI, s. 133, b. 1656.
Mesnevî, I, s. 97, b. 1205-1206.
Mesnevî, İli. s. 121, b. U99.
Fih, s. 160
Fîh, s. 47.
Dîvân, III, s. 228, b. 2130.
Mesnevî, II, s. 254, b. 3317-3318.
Dîvân, II, s. 388, b. 3249.
Dîvân, V, s. 292, b. 3458.
Fih, s. 169.
Dîvân, II, s. 166, b. 1330-1331. (Mevlânâ’nın burada popülizme kaydığı söylenebilir.)
Mesnevî, II, s. 274, b. 3567.
Mesnevî, IV, s. 23, b. 280-282.
Dîvân, V, s. 396. b. 5221.
Dîvân, III. s. 431. b. 4141.
Dîvân, III. s. 337, b. 3312.
Mesnevî, VI, s. 284, b. 3595.
Mesnevî, VI, s. 81, b. 985.
Mesnevî, II, s. 276, b. 3598-3601.
Bkz. Dîvân, III, s. 249, b. 2350; s. 320, b. 3129; s. 431, b. 4141-4142; V, s. 292. b. 3458.
Mevlâna Celâleddin Rûmî, Mektuplar, Çeviren ve Hazırlayan: Abdulbâki Gölpınarlı, İstanbul, 1963, s. 113, Mektup: LXXIV.
Fih. s. 111-112.
Dîvân, V, s. 323, b. 3932.
Bkz. Fih, s. 133.
Mesnevî, II, s. 25, b. 316-319.
Yedi İklim Dergisi – Mevlana Özel sayısı