MEVLÂNA’NIN AKIL VE NEFSE DAİR İKAZLARI – Emine Yeniterzi

 

DOST YÜZLÜ DÜŞMAN: MEVLÂNA’NIN AKIL VE NEFSE DAİR İKAZLARI

Mevlâna, bütün eserlerinde insanlığın üstün özelliklerini öne çıkarıp, gerçek anlamda insan olma şuurunu; yaratıcısıyla, kendisiyle ve toplumla barışık, güzel ahlâk sahibi, mutlu insan olmanın reçetesini vermiştir. İnsan, yaratılış itibarıyla diğer bütün canlılardan farklıdır.  Bu farklılığı şu hadis özetler: “Şüphesiz Allah melekleri yarattı, aklı onlara yükledi; hayvanları yarattı, onlara da nefsi yükledi; âdemoğlunu yarattı, bunlara da akıl ve nefsi yükledi. Âdemoğullarından kimin aklı nefsine galip gelirse, meleklerden daha yüksektir; kimin de nefsi aklına galip gelirse o da hayvanlardan aşağıdır.” Buna göre varlıkları üçe ayırmak mümkündür. Yalnızca akıldan ibaret melekler, yalnızca nefisten ibaret hayvanlar ve akıl ile nefsin karışımı olan insanlar. Bu yaratılış hikmetiyle insanın âdeta yarısı melek, yarısı hayvan; bir başka deyişle yarısı balık, yarısı yılandır. Her unsur insanı kendi tarafına çeker. Balık yönü onu suya, yılan olan tarafı ise toprağa sürükler. Akıl veya nefis, hangi unsur galip gelirse; insan o gruba dâhil olur. İnsan; nefsinden uzaklaşıp, aklına yöneldikçe olgun insan olma, melekleşme yoluna adım atar.

İşte Mevlâna bu yüzden Mesnevî’de; insanın kendisini kötü huylara ve süflî arzulara çeken nefsini ıslah etmesi, hilelerinden korunması ve daima aklını kullanması yönünde öğütler verir.  Nefis şeytanın yardımcısı, insanın en yakınında bulunan, en büyük düşmanıdır. İnsanın bu düşmandan korunmasını sağlayan ise aklıdır. Akıl ve nefis birbirine tamamen zıttır. Nefis yalnızca isteklerinin peşinde koşar; akıl ise her işin sonunu düşünür, iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırmamamıza yardım eder.

Mevlâna, Mesnevî’de hikâyeler aracılığıyla nefsin hilelerine karşı uyanık olmamız konusunda bize öğütler verirken öncelikle nefsin dost görünümüyle hemen yanı başımızda, hatta içimizde olduğuna dikkat çeker. Konuyla ilgili hikâye Hz. Musa ve Firavun’a dairdir.  Rüyasında saltanatını yıkacak bir peygamberin dünyaya geleceğini gören Firavun, bazı tedbirler alır. Önce bütün eşleri birbirinden ayırarak beklenen peygamberin doğmasını engellemek ister. Daha sonra müneccimlerden bu çocuğun dünyaya geldiğini öğrenince, o yıl doğan bütün erkek çocukları öldürtür. Hz. Musa’nın annesi çocuğunu ölümden korumak için, onu beşiğiyle Nil’e bırakır. Suda sürüklenen beşik, Firavun’un sarayı önüne gelir ve Firavun’un eşi çocuğun ölümüne mani olur, onu himayesi altına alır. Böylece Firavun’un bütün tedbirleri boşa gider ve can düşmanı olduğunu bilmeden Hz. Musa’yı evinde büyütmeye başlar. Bu kıssada, öncelikle insanın tedbirle takdir dairesinden çıkmaya muktedir olmadığı anlatılır ki; imanın esası olan kader inancı bu mahiyettedir. Diğer yandan hikâyenin sonunda insanoğlunun düşmanını hep dışarıda aradığı, ama en büyük düşmanın kendi içinde olduğuna dikkat çekilir.

Mevlâna daha sonra başka bir konuda bizi ikaz eder: “Aşağılık nefis eğer senden yüce bir kazanç dilese bile, bu dilekte de hile ve düzen vardır” sözleriyle nefsin yanlışı doğru gösterme yanında, gerçekten doğruya yöneldiği zaman da insanı daha büyük bir hayırdan engelleme amacı olduğunu belirtir. Bu konuya örnek olarak Muaviye ve şeytan arasında geçen hadiseyi verir. Olay şöyledir: Bir gün Muaviye köşkünde uykuya dalar. Kimse rahatsız etmesin diye kapıyı kilitlemiştir. Ansızın birisi onu uyandırır. Muaviye gözünü açınca, uyandıran adam gözden kaybolur. Kendi kendine, “Köşke kimse giremez. Bu kimdir acaba?” diyerek her yeri arar. Kapının arkasında gizlenen bir adam bulur. “Sen kimsin, adın ne?” diye sorunca, adam “Ben şeytanım” der. Muaviye; “Peki, beni niçin uyandırdın?” deyince; şeytan “Namaz vakti geldi, namazı kaçırmayasın diye uyandırdım” der. Muaviye “Hayır, bu mümkün değil. Sen insanı hayra yöneltmezsin. Bu adeta hırsızın bekçilik etmesine benzer. Hiç hırsıza güvenilir mi?” der.

Şeytan: “Ben eskiden meleklerle aynı safta ibadet ediyordum. İlk sanat gönülden çıkar mı? Allah beni huzurundan kovdu. Fakat yine gözüm onun yolundadır. Evet, Âdem’e secde etmedim. Ama bu inkârdan değildi, Allah’a olan sevgimdendi. Kıskandığım için secdeyi reddettim” der.

Muaviye: “Dediklerinin bir kısmı doğru ama bugüne kadar yaptığın kötülükler meydanda. Yüz binlerce kişinin yolunu vurdun, imanına kast ettin. Sen ateşsin, tabiatın yakmaktır. Bunca kavmi hilelerinle doğru yoldan saptıran sensin. İşin Âdemoğullarına düşmanlıktır. Senden iyilik umulmaz, dostluk beklenmez” der.

Şeytan: “Allah, beni aslanla köpeği imtihan etmek için yarattı, halisle kalpı ayırt etmeye yararım. İyiyle kötü benim sayemde bilinir” derse de, Muaviye inanmaz. “Sen bir dolandırıcısın. Sözlerinle ilk atamızı da kandırıp cennetten yeryüzüne atılmasına sebep olmuştun. Her sözün hileden ibarettir. Bana doğruyu söyle, beni niçin uyandırdın?” diyerek şeytanı sorgulamaya devam eder.

Şeytan; “Ben bir kere kötülük ettim diye herkes suçunu bana yüklüyor. Neden inanmıyorsun? Sadece namazı kaçırmanı istemedim” dese de Muaviye inanmaz, doğruyu söylemesi için zorlar. Şeytan, “Peki sen doğruyla yalanı nasıl anlarsın?” deyince Muaviye; “Yalan söz kalplerde şüphe uyandırır, doğru söz ise kalplere huzur ve neşe verir. Senin hilebazlığın herkese malumdur. Sirkede şeker tadı olmadığı gibi sende de doğruluk bulunmaz. Bana asıl niyetini söylemedikçe seni bırakmam” der.

Bunun üzerine şeytan sözü ağzının içinde geveleyerek der ki: “Ey Muaviye, ben seni cemaate yetişip, Peygamber’in ardında namaz kılasın diye uyandırdım. Eğer namazı kaçırsaydın, üzüntüden ağlayacak, gözlerinden âdeta kâselerle yaş dökecektin. Senin bu üzüntün Allah yanında yüzlerce namaza bedeldir. Tıpkı şuna benzer. Bir adam mescide gireceği zaman baktı ki halk mescitten çıkıyor. “Namaz kılındı mı? Herkes niçin mescitten çıkıyor?” diye sorar. Birisi, “Peygamber, cemaatle namazını eda etti, duasını bile bitirdi” deyince adam öyle bir âh çeker ki gönlünün bütün ıstırabı, ateşi, pişmanlığı bu feryatta duyulur, görülür. Cemaatten biri “Sen bu âhı, bu feryadı bana ver; ben de namazımı sana bağışlayayım” der. Adam hemen; “Verdim, namazı da kabul ettim” der; diğeri de âhı alır. Gece rüyasında gaybdan ona bir ses gelir: “Sen âb-ı hayatı, derde derman olan ameli aldın. O âhın sayesinde âşıklar zümresine kabul edildin. O âhın yüzü suyu hürmetine bütün cemaatin namazı kabul edildi” der.

Şeytan bu hikâyeyi anlattıktan sonra der ki; “Eğer seni namaza uyandırmasaydım, namazı kaçırdığın için âh u efgana başlayacaktın. O kederin, o feryadın yüzlerce namazdan üstün olacaktı. Senden böyle bir âh çıkmasın diye korktum da onun için seni uyandırdım. Yoksa ben hasetçiyim, düşmanım; işim, gücüm de hile ve kindir” der. Muaviye; “İşte şimdi doğruyu söyledin, senden bu beklenir, lâyığın budur. Sen beni, daha üstün bir hayırdan mahrum etmek için hayra sevk ettin” der.

Bu hikâyede görüldüğü gibi, şeytanın işbirlikçisi olan nefis, içimizde gizlenen dost yüzlü bir düşmandır. İyiliğe dair tavsiyede bulunmasına asla aldanmamalı, gerçek niyetini anlamak konusunda uyanık olmalıdır. Bu ayırımı yapacak olan akıldır. İnsan, Cenab-ı Hakk’ın kendisine bağışladığı akıl nimetini kullanırsa, nefsin gösterdiği düşmanlık yoluna değil, gönlün gösterdiği sevgi yoluna gider. Böylelikle yaratılışındaki bütün olumsuzluklar sevginin gücüyle iyiliklere, güzelliklere dönüşür; akıl ve sevgi kanatlarıyla yükselen insan melekleşme hatta meleklerden üstün olma şansını yakalar.

Hz. Peygamber’in; “Allah’ım! Beni bir an bile nefsimle baş başa bırakma!” duası nefsin kötülüğüne işaret eden bir ikazdır. Mevlâna da; “Hz. Âdem, nefis zevkine bir adım attı, cennetin başköşesinden ayrılma zinciri ta boğazına geçti” sözleriyle bir an bile nefse kapılmamak yolundaki bu ikazı hatırlatır. Sonuçta Mevlâna’nın bu konudaki görüşleri; kâinatın göz bebeği olan insan değerlidir, ancak bu yüceliğe kavuşmak için doğru seçimi yapmalı; nefse uymamalı, akıl ve sevginin rehberliğinde ruhunu yüceltme gayretinde olmalıdır tarzında özetlenebilir.