MEVLÂNA’NIN DÜNYASI
Prof. Dr. Ali Nihat TARLAN
İnsanlık bilinmeyen totem devirlerinden beri daimî bir mücadele içindedir. Bu mücadele uzviyetimizin ilcaları ile idrakimiz arasındadır. Uzviyet ilcaları bir hayatî zarurettir. Ancak onu makul bir şekilde idare etmek lâzımdır. Hilkat mekanizmasının bu kuruluşundaki hikmet, daima gizli kalmaya mahkûmdur. Ve bin türlü tefsire müsaittir.
Bütün dinler, semavî olsun olmasın el ele vermiş uzviyetle mücadelededir. Budizm’den, Zerdüştîlikten tutun İslâmiyet’e kadar düşman birdir. Bu mücadelenin asıl kanunu da hayatın içindedir. Uzviyet, kendine teveccüh eden bu asîl mücadeleyi daima muhtelif cephelerinden dejenere edip bırakmıştır.
İnsan, henüz halledilmemiş bir muammadır. Kudretine pâyân (son) yoktur. Ancak bu kudret maddî değildir. Madde itibariyle çok zayıf olan insan, mânâ itibariyle muazzam bir kudrete sahiptir. Ve bu kudretle, madde üzerinde tasarruflar yapar. Büyük kâinat muamması karşısında, insanın yalnız mahdut mânâya kullandığımız akıl melekesi değil, her tüyü ayrı bir idrâk unsurudur. Kendini bu muamma karşısında bulan insan, hayat denen büyük, rabbani nimetin mahiyet ve mânâsını idrâk ettiği andan itibaren bu muammanın halli için daima mücadele etmiştir.
Mevlâna demek, hakikî insan, hakikî medeniyet demektir. İnsan, bu dünyaya sadece yemek için, diğer bütün maddî ihtiyaçlarını gidermek için gelmemiştir. O zaman hayvanlarla hiç bir farkımız kalmaz. Madde hayatının üstünde bir mânâ hayatı vardır ki, insan bununla vazifelendirilmiş ve yaratılış bunun için ona her türlü imkânı vermiştir. Bu mânâ hayatı insanın hakikî servetidir. Her türlü hakikî saadet, bu hayatın içindedir. Bu hayatın en büyük iki vasfı ebedî olması, fazlalaştıkça zevk ve saadetin artmasıdır. Bu vasıflar, maddî zevklerde yoktur. Maddî zevkler, uzviyetin hissedebileceği kadardır, ilerisi yoktur, devamı yoktur. Maddî zevkler, arttırıldığı zaman insanda rahatsızlık başlar, bıkkınlık başlar. Rahatsızlık ve bıkkınlık bu hayatın gaye değil vasıta olduğunu bize bildirir. İnsan bu hayatın fevkine yükseldi mi, hayvandan üstte, ayrı bir âlemolduğunu görür. Ve bu yükselme kudreti, onun bu vazife ile mükellef olduğuna, en açık delildir.
Mânâ hayatı aklın müspet hudutlarının üstünde fakat yine akıl istikâmetinde bir yükseliştir. Onun içindir ki, bu inceliği lâyıkıyla takdir edemeyen eslâf, bilhassa şairler, daima akıl ile aşkı karşı karşıya getirmişler, aklı hakîr görmüşlerdir. Fuzûlîaklın eseri olan ilim için şöyle der:
İlm kesbiyle paye-i rif’at
Arzû-yi muhal imiş ancak.
Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kîl ü kâl imiş ancak.
Fuzûlî bir dereceye kadar haklıdır. Çünkü aklı, medrese kîl ü kâlinden şekil ve kelimeden ibaret telâkki ediyor. Bu telâkkisi sonunda vasıl olduğu netice doğrudur. Lâkin onun aşk dediği şey aklın müteal bir kısmıdır. Hak ile insan arasında tek bağ akıldır.
İnsanı bu mânâ hayatına uçuran kanat aşktır. Aşk evvelâ içtimaîleşmiş insanın nasibidir, içtimaî hayat sevgi ve dayanışma ile devam eder. Bu sevgi ve dayanışma duygusundan mahrum cemiyetler yaşayamaz. Sevgi, başkasını değil, kendini sevmektir. Ailesini, kabilesini ve nihayet milletini seven insan, kendini seviyor demektir. Bu ise onun hayatı için zarurîdir. Bunları sevmeyen insan muhiti içinde bir yabancıdır. Kimse onu sevmez ve daimî bir buhran içindedir. Bu buhran hattâ onu ölüme mahkûm eder. Bu; aklın, daha doğrusu hayatın emrettiği bir sevgidir. Duyguların, daha doğrusu uzviyetin emrettiği sevgi cinsî hayatımızı teşkil eder. Bu mecazî sevgidir. Hakikî sevginin bu bir mektebidir. Bundan geçemeyen, yani müşahhas güzeli sevemeyen, bunu yaşamayan, ona nasıl bir iştiyak ile bağlanılabileceğini duymayan insan mücerred güzele erişemez. Mücerred güzel, kâinatta her şeyde parça parça görülen güzelliklerin kaynağıdır. İnsan, her şahsî güzelde bu mücerred güzelin in’ikâsını görür.
Ruh yükseldikçe bu mücerred güzellik, hak ve hakikata inkılâb eder. Ona karşı iştiyak gittikçe artar. Aşk bu çok yüksek düzene, bütün yaratılışa yayılır. Herşey güzeldir. Çirkin, fena yoktur. Çünkü kâinatı iyi tedkîk edenler her hâdisenin bir hikmet zinciri ile birbirine bağlandığını, çirkinin, kötünün ancak güzel ve iyiyi değerlendirmek için mevhum ve fanî bir varlık olduğunu daha açık bir ifade ile güzel ve iyinin bir unsuru olduğunu görür. Her insan bu hakikatleri idraki ve ruhî kudreti derecesinde elde eder. Bütün insanlık hayatını gözden geçirirsek bu idrakin zirvesine varmış bir insan olarak Mevlâna’yı görürüz. O, asırlar içinde tek güneştir.
Mevlâna âlimdir. Devrin bütün ilimlerine vâkıftı. Mevlâna şairdi, öyle bir şair ki, on dokuzuncu asrın belli başlı edebiyat âlimlerinden Rıza Kulî Han Hidayet onun hakkında şöyle der:
“Öyle ki, fazilet ve kemâl, aşk ve hal vadisinde o zamandan bu zamana kadar hiç bir mutasavvıf-şair, ona tefevvuk etmemiş, şairlikte dahi kimse onun mertebesine vasıl olmamıştır.”
Mevlâna mütefekkirdi. Aşkın en selim yolda sürüklediği bir tefekkür, bu tefekkürü aşk idare ettiği için şaşmaz. Çünkü hakikî aşk, insanı kâinat muammasına götürür. Bu mütefekkirler daima aklın yolundadırlar. Ancak âlem sadece madde âlemi değildir. Mânâ âlemine metafiziğe geçtiler mi yine aklın istikametinde yürürler. Mevlâna bu ilâhî meş’aleyi en yüksek vecd ile göklere yükselten bir varlıktır. Bu ilâhî meş’ale, ideal insanlığı aydınlatan yoldur. İnsanı insan olarak ele alan ve ona yaradılışın her türlü hakikî haklarını sağlayan bu meş’aledir. Bu gönül meş’alesidir.
Kâinatta yaradılış, her insana ayrı kabiliyetler vermiş ve bu kabiliyetlere göre onu vazifelendirmiştir. İnsanlardaki bu kabiliyetleri yine içten gelen hamleler tahrik eder ve o insan vazifesini yapar. Mevlâna hilkatin mürşit ve rehber olarak yarattığı bir varlıktır. Yalnız şunu söyleyelim ki, irşâdı o zamana mahsus değildir. İrşâdı insanlığın idealidir ve nasıl İslâmiyet kıyamete kadar baki ise, irfan âlemindeMevlâna’nın irşadı da aynı kudretle ebediyete kadar bakidir. Her mürşit ve rehber insanın muayyen zamandaki ihtiyaçlarını karşılar. İrşâd eğer ulvî mânâsıyla insanı bulmuş ve onun üzerinde işlemişse onun getirdiği fikir ve ruh zaman ve mekân kaydını aşar, âlem-şümul olur. Mevlâna beşeriyetin mürşididir, aradan asırlar geçmiş Mevlâna’nın meş’alesini Konya’nın dar muhitinden, asırlar sonra devrin Şark ve Garp kültür ve felsefesiyle alabildiğine zenginleşmiş bir Pakistanlı eline alıyor. Ve son asrın en büyük mütefekkiri unvanını alan bu insan, İkbâl: “Ben bir zerreyim, Mevlâna bir güneştir.” diyebiliyor. Aradaki mesafeyi, zamanı ve nihayet yedi asırlık bir beşer terakkisini düşünün, işte Mevlâna budur.
Garpta onun felsefesini bir parça Bergson anlamıştır: Kâinat muammasını akıl ve mantık halletmez, onu vicdan halleder. Bu vicdan, Mevlâna’nın aşk dediği madde ve mânâ’ya şamil “gönül” müessesesidir. O müthiş muammaya ancak bu silâhla hücum edilir. Ve insan kendini yok etmeden bu sırra eremez.
Garb medeniyeti, madde üzerinde ruh ve gönlün kontrolünden uzak, alabildiğine koştukça kendi kendini mahvedecektir. Namütenahi zevk ve nimetleri içine alan bir gönül ve aşk âlemi vardır. Yaradılışın sonsuz sırlarına nüfuz eder. Hilkati fetheder. Âlem içinde âlemler görür. İnsanın hakikî cevelânğâhı burasıdır.
Mevlâna:
“Ey bizim hoş sevdamız olan aşk, ey bizim hastalıklarımızın tabibi, şad ol!”derken beşerin hakikî derdini sezmiş ve ilâcını vermiştir. Bu öyle bir ilâçtır ki, bütün dertlere devadır. Aşk bir mezheptir ki, kitabı ve mürşidi kendindendir.
“Aşkın mezhebi diğer mezheplere benzemez. Aşk Hûda surlarını keşfeden âlettir.” Asırlarca evvel, bütün kâinatın tek bir cevherin tenevvüünden başka bir şey olmadığını gören aşktır. Metafiziğin en son merhalesini sezen aşktır.
Cemiyet hayatında insanı melekiyet mertebesine yükselten aşktır ve bütün içtimaî nizamı en yüksek mertebesinde kuran aşktır. Ahlâkın temelidir.
Aşk, maddeden sıyrılınca, hedefini bulmuş demektir. Güzele, doğruya ve iyiye gider. Başka yolu yoktur.
İnsan, yepyeni bir âleme doğar. Bu âlemin kendine göre bir ıstırabı vardır ki, bütün maddî zevklerden üstündür. Beşer tarihini süsleyen büyükler, hakikî büyükler, muhakkak bu aşkın bir tarafını temsil eden insanlardır. Aşk yaratıcıdır.
Hülâsa, beşerin hiç bir derdi yoktur ki, onun devası aşkta olmasın. İçinde bu mukaddes ateşten bir kıvılcım taşımayanın ancak şekli insandır. Bu aşkın kâbesi de Mevlâna’nın türbesidir. İran Edebiyatının son büyük klâsik şairi Mevlâna (Molla) Câmî, Konya’ya gelmiş ve Mevlâna’nın türbesine bu ismi vermiştir:
“Bu makam, âşıkların kâbesidir. Buraya eksik gelen kendini kemâle eriştirir.”
Mevlâna için onun huzurunda senelerce terbiye gören, Sipehselâr unvanıyla maruf Feridun bin Ahmed “Zat-ı mübareklerinde sıfât-ı beşeriye kalmamıştı.” diyor. Bu ne muazzam bir şehadettir. O, kendini ne güzel anlamıştır:
“Cihanda bu nefesten ne ateşler alevlenir,
benim fani sözlerimden ne bekalar coşar.
Dile gelen ve söylenen sözlerim dinleniyor.
Lâkin canımdan kopan naraları kimse duymuyor.”
O, bu ulvî aşkın ıstıraplarını ne kadar candan duyuyor:
“Benim âciz gönlüm onun aşkına dayanamıyor.
Mecnûn gibiyim, gece gündüz zincirimi kemiriyorum.
Kan içindeyim. Korkuyorum ki,
onun hayali gelirse kendimde olmadığım için onun hayalini kana bulamayayım.
Göz yaşları içinde geçirdiğim geceleri perilerden sor;
karanlıkta mustarip, buhranlar içinde dolaşırken ayağımın altında ezilip duruyorlar.
Parça parça gönlüm her gece yıldızlara benziyor. Feleğe dağılıyorlar.
Yalnız kendini düşünen sevgilimin büyüsüne tutulmuşum. Uyku gözlerime girmiyor.
Bırak güneş gibi ateşten bir kaftan giyeyim.
Bu ateş içinde cihanı güneş gibi süsleyeyim.
Bir an huzur bulursam ruhum rahat etmez.
Bir an huzur bulmadığım an ben rahat ve huzur içindeyim.”
O, bu vecd ve bu aşk içinde yaşadı ve huzur buldu.
Mevlâna’nın en büyük meziyeti, kâinata gönül gözü ile bakmasındadır. Akıl, insanı beşeriyet mertebesinde tutar. Aklın ayağı topraktadır. Gönül, aşk kanadıyla Arş’a kadar yükselir. Makamı meleklerin çok üstündedir. Hakikî insanlığın şiarı budur. Aşk, varlığın bir sentezidir. Kâinata gönül gözü ile bakmasını bilen insan, karsısında. tamamen yeni bir âlem görür. Ve o yepyeni âleme girer. Orada beşerî ıstıraplar diner. Varlık toprağın ezasından kurtulur, büyük aşkın kudsî denizine dalar. Bu öyle bir âlemdir ki, ancak duyulur, anlatılamaz. Onun için Mevlâna’nın bu âlemde mahlası “Hâmûş”dur. Hâmûş “sus” demektir. Bir şeyler anlatmak ister. Fakat anlatamayınca kendi kendini susturur.
Bazı gazellerinin sonunda da Hamuş yerine “bes kûn” (kâfi) der. Şu beytinde olduğu gibi:
“Sus (kâfi), zira şiir senin etrafına perde çekmeye başladı.”
Beşeriyeti bütün zayıf taraflarıyla kucaklayan bir gönül… Bir sevgi ummanı… Yaradılışın sert kabuğunu delip içine nüfuz eden bir görüş… Bu görüşte bütün madde ve mânâ kültürü el ele vermiş… Maddenin bütün kesafetini ayakları altına alıp saf bir ruh halinde başka bilinmeyen âlemlere bir yükseliş… İslâm’ın asıl ruhu olan geniş bir hoş görürlük… Onun nazarında kâinatta cereyan eden her hâdisenin fâil-i hakikisi Vâcibul-vucuttur. Onun nazarında kötü yoktur.
Mevlâna Celâlüddin-i Rûmî, “Muhammed” Gülistanında açmış en güzel, en zarif, en bayıltıcı kokulu bir güldür. Her şeyini şeriat-i garradan almıştır. Mesnevi’si tefsir, hadis, fıkıh gibi bütün İslâmî ilimlerin bir mahşeridir. İslâm’ın hakikatine ermiş, onun ne mübarek, ne medenî, ne insanî bir din olduğunu görmüş, anlamış ve yaşamıştır.
Müslümanlık akıl ve idrak dinidir. Yepyeni bir görüşle bu muazzam konunun üzerine eğilmeliyiz. Her şeyden sarf-ı nazar, o Müslümanlıktır ki ve onun ruhunu en geniş tefekkür ufuklarına eriştirebilmektir ki, bir Mevlâna vücuda getirmiştir. Mevlâna her cepheden insanlığın bir timsalidir. Çünkü o, ruhların ezelî derdi olan aşk ve iman ilâcını Muhammed’in eczanesinde tertip edip beşeriyete sunmuştur. Geniş görüşün, tesamühün, şefkatin, tevazuun, hürmet ve mahviyyetin olduğu kadar, zekânın, irfanın bir sembolü idi.
Mevlâna, Ali Nihat Tarlan, Hareket Yay., İstanbul, 1974, s. 76-83