Mevlânâ’nın Düşüncesinde İnsan

Mevlânâ’nın Düşüncesinde İnsan

Emine Elif ÇAKMAK İGALÇI

İnsan kâinâtı gören, geçmişin, geleceğin, kendinin ve çevresinin farkında olan tek varlıktır. Bu bilinçle insanı tanımak ve asıl gayesine göre yaşamasını sağlamak tasavvufun başlıca hedefidir. Çünkü tasavvuf Hakk’a vuslatı ön planda tutar. Bu vuslatın gerçekleşebilmesi kişinin kendini tanıması ve yaratılış gayesini keşfetmesi ile mümkündür.

Bunun için insanın kendi değerinin farkına varmasına büyük önem veren Mevlânâ, kişinin aslî cevherinin farkına varmasını ve Allah’ın yüceliği karşısında saygı ve tâzimle eğilmesini söyler.İnsanın ilk hedefinin kendini geliştirmek, kendini eleştirmek olması gerektiğini vurgulayarak diğer insanlarla değil kendi nefsiyle mücâdele halinde olması gerektiğini ifade eder.

Hoşgörüye dayalı bir insan anlayışı olan Mevlânâ, insanlar arasında uzlaştırıcı, birleştirici bir konumda olmuştur. İnsanların yaptıkları aşırılıkları müsâmaha ile karşılamış, onları incitmeden mütevâzı davranarak gönüllerini kazanmıştır. İnsana insan olduğu için değer verilmesi gerektiğini düşünen Mevlânâ, mânevî emânetin taşıyıcısı olarak insanların hepsine ayırım yapılmadan saygı gösterilmesi gerektiğini söyler.[1]

İnsan, fizik ve metafizik âlemin unsurlarını kendisinde barındırdığı için eşref-i mahlûkât olarak isimlendirilmiştir. Mevlânâ’ya göre insan olmak, biyolojik doğumla kazanılan bir durum değildir. İnsan olmak oluşum, gelişim ve değişim sürecinin sonucunda ulaşılan bir payedir.[2]

Mevlânâ insan ismini almaya lâyık olanların sadece insân-ı kâmiller olduğunu düşünür. Çünkü sûfîlere göre kâmil insanda ahlakî öğeler cemedilmiştir. Onlar Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmayı kendilerine şiâr edinmişlerdir. Onun için insân-ı kâmiller kevnî mânâda âlemdeki en mükemmel varlık ve ferdî mânâda da kemâle eren bilgiyi hayata geçiren, ilim-amel bütünlüğünü sağlayan olgun Müslümanlardır.

Mevlânâ bu düşünceden hareketle hayatı nefsânî ihtiyaçların tatmininden ibaret gören insanları hayvanların seviyesine indirgenmiş olarak yorumlar. Halbuki insan Allah’ın yarattığı en yüce varlık olma hasebiyle ahsen-i takvîm üzeredir. Bunun için de kişi kendini dünyaya kaptırmadan, dış nesnelerden uzak kalarak, özünü keşfetme, ulvî yönünü açığa çıkarma gayretinde olmalı, kevnî ve ferdî özelliklerini ayân edebilmelidir.

Mevlânâ, insanın statik olan kalıp tarafını değil, dinamik olan özünü ele alır. Çünkü Mevlânâ, kalıplarından, nefsânî istek ve heveslerinden sıyrıldıkça insanın özgürleşeceğine inanır. Ahlak felsefesine bilhassa önem veren Mevlânâ insanlığın üstün vasıflarının herkeste görünmediğini; istisnâ kişilerde, insanlık sırrına ermiş olanlarda göründüğünü ifade eder.

Ona göre insan ona verilen akıl ile imtiyazlı bir durumdadır. Ama bu aklın fonksiyonu kişiyi aşka götürmelidir. Akıl temel bilgileri vermeli ve insanı aşka teslim edebilmelidir. Aşka götürmeyen akıl kemalât yönünde insanın ilerlemesini sağlayamaz. Çünkü insan aşk sayesinde Allah ile birleşir. Aklından sıyrılıp aşk denizine dalan kişi her yerde Allah ile olur ve her an O’nun huzurunda olduğunun bilinciyle hareket eder.

Bütün kâinâta bu nazarla bakarak ne insan ne mahlûkât ayrımı yapar. Çünkü her yerde ve her şeyde Allah’ı görür. Onun için Allah bir teori veya hipotezden çok daha ötededir, O bizzat yaşanılan bir hayat, hissedilen bir duygu, düşünen bir akıldır.[3]

Yokluktan başlayarak varlık âlemini yaratan Allah nebâtât, hayvânât ve insanları halk ederek kendini bildirmek istemiştir. Kat kat örtüler altında bulunan Yüce Yaratıcının tecellîleri bütün kâinâtta teşhir edilirken, gizli olanı anlayıp bulma görevi insana verilmiştir. Yaratılışın seyri itibariyle bu görevi üstlenen insan bu perdeleri sıyırma yetisine sahiptir. Lâkin örtülerden tam mânâsıyla sıyrılmak akıl ve aşk ikilisinin birlikteliğiyle mümkündür.

Aşk ile bütün örtülerin kalkacağını ifade eden Mevlânâ esas hakîkatin mânâsına bu şekilde erişileceğini belirtir. Onun için hakîkî aşkın olduğu yerde herhangi bir perde, sır, gizlilik olmaz, bütün sırlar bu halde çözülür, hakîkat burada yaşanır.[4] Allah’ı müşâhede edebilme yetisine sahip olan tek varlık insandır. Bunun için Mevlânâ bu değerin farkında olunması gerektiğini vurgular ve dünyadaki yaşantının buna uygun şekilde tanzim edilmesi gerektiğini söyler.

Mevlânâ insanı bir yönüyle dünyaya bir yönüyle de âhirete bağlayarak iki yönüne dikkat çeker. Halîfelik konumu ile dünyaya bağlı olan insan Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmeli, kulluk vazifesi ile de âhiretle bağı bulunan insanın toplumda örneklik görevi bulunmaktadır. Halîfelik ve kulluk bilincini dünya ve âhiret dengesini sağlama adına bir vazife bilen insan ahlâkî, dinî, sosyal ve psikolojik önderliğini en iyi şekilde ifa edebilmek için ilim ve muhabbet konularına dikkat etmelidir.

İçerisinde gizli bir hazine barındıran insan; akıl ve aşk dengesiyle Rabb’ine ulaşabilir. Aklın hizmetinde aşk ile sınırları aşarak ilâhî aşka vâsıl olma yetisine sahip olan insan, hakîkat denizinde marifete yelken açabilir. Nefsânî isteklerinden sıyrılıp kendi potansiyelinin farkında olarak her insan kulluk ve halîfelik şuuruyla hareket etmeli, dinamik yapısını her an aktif tutmalı, gerçek vuslata ulaşma kaygısı taşımalı, muhabbetullah’ı amaç edinerek kulluk vasfını en iyi şekilde icrâ edebilmelidir.

[1] Mehmet Necmettin Bardakçı, “Mevlana’ya göre İnsanın Mahiyeti ve Kâmil İnsan Olma”, Erdem Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, 50 (2008), 4,5.

[2] Mevlânâ Celaleddin Rumî, Mesnevî Şerhi ter. Tâhirü’l-Mevlevî, (İstanbul: Şamil Yayınevi, 2017), 1/1678.

[3] Nurettin Topçu, İslam ve İnsan, Mevlâna ve Tasavvuf, (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2013), 127, 156.

[4] Topçu, Mevlâna ve Tasavvuf, 159.