MEVLÂNÂ’NIN ESERLERİNDE İNSANIN MANEVÎ GÖRÜNÜŞLERİ
PROF. DR. KERİM ZEMANİ
3. ULUSLARARASI EĞİTİMDE KALİTE KONGRESİ
Özet:
İnsan, Mevlânâ’nın eserlerinde en temel konulardan biri olarak ele alınmıştır. Mevlânâ’ya göre insan, yaratılışın özü ve yüce Allah’ın bütünü gösteren aynası sayılır. Mevlânâ, insanı tavsife öylesine gömülmüştür ki, hangi konuya girerse girsin, sonunda insandan çıkmaktadır. Mevlânâ’nın insana ilişkin bilgisi iki kutupludur.
İnsanın bir kutbu gökyüzünde (lâhût), diğer kutbu yeryüzünde (nâsût) yer alır. Bir başka deyişle, Mevlânâ’nın ideal insanı, kökleri gökyüzüne, dalları yeryüzüne gölge salmış bir “baş aşağı/ters dönmüş ağaç” örneğine benzer. Elbette bu duruma ulaşmak manevî eğitime bağlıdır.
Anahtar Kelimeler: İnsan, İnsanın Yaratılışının İkiliği, Manevî Eğitim
Giriş
İnsan, yaratılmış olduğunu anlar anlamaz, kendisinde ortaya çıkan ilk duygu ikili bir varlığa sahip olmasıydı. Yani o, gönül arsasının karşıt güçlerin savaş alanı olduğunu fark etti:
Hâl ordularımın dalgasına bir bak, her biri bir başkasıyla kin ve savaş içinde
(Mesnevî, c. VI, beyit nu.: 53)
Ve bu karşıt güçler dinî ve irfânî dilde “Yezdân ve Ehrimen”, “nur ve zulmet (aydınlık ve karanlık)”, “akıl ve nefs”, “can ve cisim” gibi çeşitli terimlerle ifade edilmiştir:
Dedim: Neredensin sen? Alay edip dedi: Ey can
Bir yarım Türkistan’dan, bir yarım da Fergâne’den
Bir yarım suyla topraktan, bir yarım canla gönülden
Bir yarım deniz kıyısından, bir yarım tümüyle inci tanesi
(Gazel: 2309/10-9)
Mevlânâ yukarıdaki iki beyitte sembolik bir dille insanın iki yönünden söz etmektedir:Biri, kupkuru çöle, suya, toprağa ve deniz kıyısına benzettiği cismânî (= nefsânî, zemînî) yön; diğeri yemyeşil Fergâne bölgesine ve değerli bir inciye benzettiği rûhânî (=aklânî, semâvî) yön. Aynı şekilde o, insanı ayıp ve kusurlar (nefsânî yönün çirkinlikleri) ile gayb (manevî güzellikler)’ın bir karışımı olarak kabul eder:
Çünkü onun bir yarısı kusur diyarına aitken, öteki yarısı gayb diyarına aittir.
(Mesnevî, c. II, beyit nu.: 3035)
Aynı şekilde o, insanın biri meleklik, diğeri hayvanlık olmak üzere iki yarımdan oluştuğunu söylemektedir. İnsanın melek yarısı gökyüzüne meyleder, hayvan yarısı ise dünyevî alçaklıklara eğilimlidir:
Üçüncü grupsa insanoğludur. Yarısı melekten, yarısı da eşektendir.
Eşek yarısı, aşağılığa eğilimlidir. Öteki yarısı ise yüceliğe meyleder.
(Mesnevî, c. III, beyit nu.: 1502-1503)
Yine Mevlânâ şöyle demektedir:
İnsanın hali de şöyledir: Meleğin kanadını, getirip eşeğin kuyruğuna bağlamışlar; olabilir ya, demişler, Eşek, meleğin ışığından ışıklanır; onunla görüşüp konuşma sayesinde melek olur.
(Fîhi Mâ Fîh).
Mevlânâ, insanın aşağılığa eğilimli olan cismânî yönünü eski ve yırtık bir kumaşa, gübreye ve kara bir yılana; buna karşılık onun rûhânî yönünü kıymetli ipeğe, güzel kokulu miske, bal arısına ve saf altına benzetmektedir:
İnsanoğlu kendini ucuza sattı. Bir atlastı, kendini bir hırkaya yama yaptı.
(Mesnevî, c. III, beyit nu.: 1001)
Senin yarın pisliktir, yarın misk. Dikkat et, kendine gel, pisliği artırma, Çin miskini artır.
(Mesnevî, c. V, beyit nu.: 2479)
Çünkü iradesinden dolayı “saygın kıldık” [diye nitelenen] insanın yarısı bal arısı, yarısı yılan olmuştur.
(Mesnevî, c. III, beyit nu.: 3291)
Aynı şekilde Mevlânâ, insanın varlığını, zararlı ve zararsız çeşitli hayvanların kıvrımlı ve girintili çıkıntılı yollarındaki ağaçların gövde ve dallarının arkasına gizlendikleri gür bir ormana benzetmektedir. Bu canlılarla anlatılmak istenen; insanın çeşitli halleridir:
İnsan varlığı bir ormandır. O demden haberin varsa bu varlıktan sakın.
Varlığımızda binlerce kurt ve domuz; binlerce yararlı yararsız, iyi kötü şey vardır.
(Mesnevî, c. II, beyit nu.: 1416-1417)
Bir gazelinde Mevlânâ, insanın iki başının olduğunu söylemektedir: Birisi yere ait olan toprak baş, diğeri göğe ait olan semâvî baş. İnsanın hakikatinin aslı onun semâvî başıdır. Onun varlığının ayrıntısı ve ikinci derecede olanı ise dünyevî olan toprak baştır:
Size göre, başınızda hiç böyle bir şey yok! Fakat aslında sizin iki başınız vardır. Birisi yerden gelen görünen şu toprak başı, birisi de gökten gelen ve görünmeyen tertemiz manevî baş!
Senin şu görünen başın, öbür gizli başından meydana gelmiş. Bunu bilesin, anlayasın diye nice tertemiz başlar, toprağın ayağına dökülüp saçılmış, toprağa karışmıştır.
Asıl olan baş, gizli, görünmüyor da ona uyan baş ortada… Bil ki, şu dünyanın ötesinde, sonsuz bir âlem vardır.
(Gazel: 464)
1.İnsanın Zâhirî Yönü ile Bâtınî Yönünün Mücadelesi
Mevlânâ’ya ve Allah’ın varlığına inanan filozoflara göre, insanın nefsânî yönü ile aklânî yönü birbiriyle sürekli bir çatışma ve mücadele halinde yaşarlar. Nefsânî yön (insanın aşağılıklara eğilimli olan yarısı), onu kötülüklere ve kötü sonlu lezzetlere doğru sürüklerken, aklânî (= ruhanî ve semâvî) yönü onu temizliğe, arınmışlığa ve kurtuluşa çağırır:
Dışyüzü içyüzüyle çekişme halindedir. Bu sabır sayesinde başarıya ulaşırlar.
(Mesnevî, c. IV, beyit nu.: 1011)
Can yükseklere kanat açarken, beden toprağa dört elle sarılmıştır.
(Mesnevî, c. IV, beyit nu.: 1546)
Mevlânâ, bu konuyu açıklamak için “Mecnûn ile Devesi’nin Hikâyesi”ni nakleder:
Mecnûn, Leylâ’nın yanına ulaşabilmek için devesine biner. Mecnûn, sevgiliyi dilerken deve de yavrusuna kavuşmayı arzular. Mecnûn bir an için kendinden geçip dalsa ve devenin dizginlerini gevşetse, deve hemen geriye döner ve Mecnûn’un gideceği yerin tersi yönde koşmaya başlar. Mecnûn kendisine geldiğinde hâlâ hiç yol alamadığını görür ve deveyi tekrar Leylâ’ya doğru sürer. Ancak deve Mecnûn’un kendisinden gafil olduğunu görür görmez, yine geriye, yavrusuna doğru döner. Bu durum, bu şekilde birkaç kez tekrarlanır. Sonunda Mecnûn bu deveyle Leylâ’nın konağına ulaşamayacağını anlar. Deveyi kendi haline bırakır ve yürüyerek Leylâ’ya doğru yola koyulur.
Mevlânâ burada deveyi cismin ve cismânîliğin, Mecnûn’u da ruhun ve manevîliğin sembolü olarak kabul etmektedir. Bunlar birbirine zıt iki hedefe sahiptirler:
Dedi ki: Ey deve! İkimiz de âşık olup birbirimize zıt olduğumuza göre, biz uyumsuz yoldaşlarız.
Sevgin ve dizginin uymaz bana. Tercihim senden ayrılmak olmalı.
Bu iki yoldaş yolunu keser birbirinin. Bedenden sıyrılmayan can şaşırır yolunu.
Can, arştan ayrı düştüğü için yoksulluk içindedir. Beden ise bir dikene aşk besleyen deveyi andırır.
Can yükseklere kanat açarken, beden toprağa dört elle sarılmıştır.
Vatan için ölen sen benimle oldukça, benim canım Leylâ’dan uzak kalacak demektir.
Musa kavminin yıllarca süren çöl macerası gibi benim de bu haller içinde zamanım geçti.
(Mesnevî, c. IV, beyit nu.: 1542-1548)
2. Olduğu Gibi İnsan ve Olması Gerektiği Gibi İnsan
Mevlânâ, insanın hem gerçekliğinden söz etmiştir, hem de hakikatinden. Gerçeklik meydanında insan, olduğu gibidir (nasılsa öyledir). Hakikat meydanında ise olması gerektiği gibidir. O halde, insanın lâyık olduğu yetkinliğe ulaşabilmek için “bulunduğu konum”dan “olması gerektiği konum”a ilerlemesi gerekmektedir. Buna göre, Mevlânâ’nın insana dair bilgisi hem en geniş anlamıyla psikolojiyi (ilmü’n-Nefs), hem de dinî ve irfânî ahlâk bilgisini (ahlâkiyât) içermektedir.
İnsan, cisim ve cismânîlik bakımından dünyanın tikelidir. Ancak ruh ve manevîlik yönünden dünyanın temelidir. Aynı şekilde insanın içyüzü dünyayı kapsayıp kuşattığı halde, dışyüzü bir sivrisineğin karşısında bile acizdir:
O halde, şunu bil ki, insan görünüşçe dünyanın tikeliyken, nitelikçe dünyanın temelidir.
Dışyüzünü bir sivrisinek bunaltırken, içyüzü yedi göğü kuşatır.
(Mesnevî, c. IV, beyit nu.: 3766-3767)
İnsanın dışyüzü bir damladan ibaret olduğu halde, içyüzü bir bilgi ve marifet denizi; zerrede gizlenmiş olan bir güneş, bir kuzunun postuna bürünmüş erkek aslandır ve de ot ve samanın altına saklanmış bir denizdir:
Sen damlada gizlenmiş bir bilgi denizisin; üç karışlık bedende gizlenmiş bir âlemsin.
(Mesnevî, c. V, beyit nu.: 3579)
O halde, görünüşte küçük evren sensin. Ancak anlam olarak büyük evren de sensin.
(Mesnevî, c. IV, beyit nu.: 521)
İşte sana bir zerrede gizli bir güneş; [işte sana] kuzu postuna bürünmüş bir erkek aslan.
İşte sana saman altında gizli bir deniz. Dikkat et, o samana kuşkuyla ayak basma.
(Mesnevî, c. I, beyit nu.: 2502-2503)
Yine Mevlânâ, insanın büyüklüğü konusunda şöyle demektedir: İnsan, Hakk’ın usturlabıdır (Fîhi Mâ Fîh). Yani insan Allah’ın varlığını gösterir. Çünkü âlemdeki varlıklardan her biri Allah’ın bir ya da birkaç sıfatının aynası ve tecelli mahallidir. Ancak insan olarak insan (-gerçek insan), zâtı bakımından zorunlu varlık oluşu (vucûb-i zâtî) ve öncesiz oluşu (kıdem-i ezelî) dışında yüce Allah’ın tam bir mazharıdır. Mevlânâ’nın, insanı yüce Allah’ın usturlabı olarak adlandırmasının nedeni şudur: Usturlab, eski astronomide güneşin yüksekliğini ve yıldızların konumunu ölçmeye yarayan bir alettir. Bakır bir usturlab, duyularla kavranan âlemi tanıma aracı olduğu gibi, insanın gönlü de rabbanî hakikatleri gösteren bir usturlabdır:
Gönül sahibi, altı yüzlü aynaya dönmüştür. Allah ona altı yönden de bakar.
Ama Allah, altı yöne takılıp kalanlara, o aracı (gönül sahibi) olmadan nazar etmez.
(Mesnevî, c. V, beyit nu.: 874-875)
Bu yüzden [Allah] padişahlığına bir ayna olsun diye gönül sahibi bir [varlığı] kendisine halife yaptı.
Ona sınırsız sefalar, temizlikler bahşetti; sonra da ona karanlıklardan bir zıt var etti.
(Mesnevî, c. VI, beyit nu.: 2153-2154)
Âdem, onun yüce vasıflarının usturlabıdır. Âdem’in vasfı onun ayetlerinin mazharıdır.
Onda görünen her şey O’nun yansımasıdır; tıpkı ayın ırmak suyunda yansıması gibi.
(Mesnevî, c. VI, beyit nu.: 3138-3139)
Ruhların Yaratıcısı, balçıktan bir ayna yaptı ve ona baktı.
Aynada yüzlerce şekil gördü, yüzlerce suret görmüştü. Gördüğü şekil ve suretlerin hepsi de belirsizdi. Ancak kendi manevî şekli, kendi manası kolayca görülüyordu.
(Dîvân-ı Kebîr, Gazel nu.: 236)
Yine Mevlânâ, insanın hakikatinin büyüklüğü ve yüceliği konusunda şöyle demektedir:
“İnsan pek büyük bir şeydir. Onda her şey yazılmıştır.”
(Fîhi Mâ Fîh)
Yani insan bütün yetkinliklerin madenidir. Ancak ne yazık ki, kendi değerini bilmemekte ve sadece değersiz hayvanlık mertebesinde bekleyip durmaktadır. Mevlânâ bu konuyu bir hikâyede alaylı bir şekilde anlatmaktadır:
Adamın biri eşek yakalayıcıların korkusundan bir eve sığındı.
Ev sahibi ona “Neden bu kadar endişeli ve şaşkınsın?” diye sordu.
Adam, “Padişahın adamları eşekleri yakalıyorlar” diye cevap verdi.
Ev sahibi, “İyi de sen niye endişeleniyorsun? Sen eşek değilsin ki, seni de yakalayıp götürsünler” dedi.
Adam, “Padişahın adamları eşek yakalama işinde öyle ciddi, öyle istekliler ki, beni de eşek sanarak yakalamalarından korkuyorum” dedi.
Mevlânâ, bu münasebetle şu gerçeği vurgulamaktadır: Ey insan, sen eşek değilsin. Yani senin varlığın hayvanîlik ve dürtülerle özetlenemez, aksine sen zamanın İsa’sısın. O halde, hayvanî alanla yetinme ve hayvanlığın aşağılık mertebesinden insanî ruhun zirvesine kanat çırp. Zira şeytanın görevlileri (adamları) sadece hayvanlık mertebesinden geçmemiş olan kimseleri esir edebilirler:
Adam ol da eşek yakalayanlardan korkma. Ey zamanın İsa’sı, sen eşek değilsin, korkma.
(Mesnevî, c. V, beyit nu.: 2547)
Mevlânâ bir başka yerde insanın üstün yönünü mutlak düşünce ibaresiyle değil, “odüşünce” ibaresiyle nitelemektedir. Çünkü her düşünce kutsal,yüceve üstün bir yöne sahip olamaz. Nitekim ırkçı, sömürgeci ve bencil teoriler de bir tür düşüncedir. Ancak üstün ve kurtarıcı mıdır? Mevlânâ, “o düşünce” ibaresini Fîhi Mâ Fîh’te şöyle açıklamaktadır:
Birisi şu beytin anlamını sordu:
“Kardeşim sen o düşüncesin ancak; ondan başka neyin varsa kemik ve kıldır”
(Mesnevî, c. II, beyit nu.: 277).
Buyurdu ki: Sen şu anlama bak; o düşünce sözü, o özel düşünceye bir işarettir. Anlamı genişletmek için “düşünce” dedik ona; gerçekte o düşünce değil; olsa bile insanların anladıkları bu cinsten düşünce değildir. Düşünce sözünden maksadımız buydu.
Yine o, insanın büyüklüğünün onun görünen cismine (bedenine) değil, hakikati arayan ruhuna bağlı olduğunu ve insanın hakikatinin “görme/görüş” olduğunu söylemektedir:
Ey görünüşte zerre olan, Zühal’i gör; topal bir karıncasın, git Süleyman’ı gör.
Sen şu beden değilsin, sen o gözsün; canı görmüş olsan bedenden kurtulursun.
(Mesnevî, c. VI, beyit nu.: 810-811)
3. Manevî Eğitim: Dürtülerin Aşağılık Mertebesinden İnsanlığın Yüce Mertebesine Geçiş
Mevlânâ, insanı değişebilir bir varlık olarak kabul ettiği için, eğitimin gerçekten önemli olduğuna inanır. Nitekim o, bir hayvanın insanla birlikte yaşaması sonucu bir tür bilince kavuştuğunu söyleyerek, eğitimin insan üzerinde kesinlikle kayıtsız şartsız bir etkisinin söz konusu olduğunu ortaya koyar:
İyiliklerle düşmanlıklar, gizli yoldan gönülden gönüle gider.
Hatta insanın özünden sığıra ve eşeğe bile bilgi ve beceri gider.
(Mesnevî, c. II, beyit nu.: 1421-1422)
Ancak o, manevî eğitimi, bilinçaltındaki güdüleri iyiye, güzele yönlendirme ve yüceltme (sublimation) yoluyla “mizacın değişmesi” ve “ikinci doğum” şeklinde açıklamıştır.
Mevlânâ, insanın bedeninin özel bir mizacı olduğu gibi, ruhunun da özel bir mizaca sahip olduğunu söylemektedir. Bazı ruhlar, nefsanîlik mizacıyla eğitildikleri için, sonuçta nefsanî olguların kiriyle kirlenmişlerdir ve şehvetlerin çöplüğünde otlarlar. Buna karşılık, bazı ruhlar da ruhanîlik ve maneviyat mizacıyla terbiye edilmişler ve sonuçta ışık gibi parlamaya ve yükseklerde uçmaya başlamışlar ve manevî yetkinliklere eğilimli bir hale gelmişlerdir. Buna göre, ruhun yükseklerde uçmasının şartı onun mizacındaki aşağılık olguların değişmesi ve manevî ve ahlâkî yetkinliklere meyletmesidir:
Bil ki mizacı değiştirmek şarttır. Kötülerin ölümü kötü mizaçtandır.
İnsan mizacı çamur yemeye alışırsa sararıp solar, hastalanıp düşkünleşir.
Kişinin kötü mizacı değişirse yüzünden çirkinlik gider de ışık gibi parlar.
(Mesnevî, c. III, beyit nu.: 43-45)
Mevlânâ, mizacın değişimi sonucu ortaya çıkan bu yeni hayatı “ikinci doğum” şeklinde de adlandırmaktadır. Bu şu şekilde açıklanabilir: Marifet ehli olanlar, insan için iki doğuma inanmışlardır. Biri doğal doğum, diğeri de doğal ötesi doğum. Doğal doğum, insanın elementsel kalıbının (bedeninin) ana rahminden dünyaya ayak basmasıdır. Bu doğum, geneldir ve hayvanları da kapsar. Bu doğumda hiçbir tercih ve istek söz konusu değildir. Ancak doğal ötesi doğum, seçkin insanlara özgüdür, tercih ve istek ile gerçekleşir;tıpkı insanın kendi nefsini terbiye ederek ahlakî yetkinliklerle süslenmesi gibi.
Mevlânâ, insanın, ikinci kez doğduğunda bütün kâinatın üzerinde yer alacağını ve varlığının, ufukların ve feleklerin ötesine geçecek ölçüde yayılıp genişleyeceğini söylemektedir:
İnsanoğlu ikinci kez doğunca sebepleri ayaklar altına alır.
İlk sebep onun dini değildir. Cüz’î sebep ona düşmanlık edemez.
Doğruluk geliniyle ufukta güneş gibi uçar. Dış görünüş [ona] bir duvak gibidir.
Hatta ufkun ve göklerin dışında, ruhlar ve akıllar gibi mekânsızdır.
(Mesnevî, c. III, beyit nu.: 3576-3579)
Mevlânâ ikinci doğumu “fitâm” sözcüğüyle de ifade etmiştir. “Fitâm” sözlükte, çocuğun sütten kesilmesi anlamındadır. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde ise kötü ahlâk ve alışkanlıklardan temizlenme ve ruhanî hayatı yenilemekten kinayedir. O halde, ikinci doğumun sonucu, insanın manevî eğitim yoluyla kötü huy ve alışkanlıklardan uzaklaşıp övülen ve beğenilen huy ve alışkanlıklarla süslenmesidir. Mevlânâ, “fitâm” sözcüğünü şu ifadelerle açıklamaktadır: Bizim manevi hayatımız kötü huy ve alışkanlıklardan kurtulmaya bağlıdır. Öyle ki, söz gelimi, insan ana rahminden doğmadığı sürece, onun yiyeceği kandır, ancak doğar doğmaz yiyeceği lezzetli süt olur. O halde, doğal doğumda çocuğun yiyeceği kandan süte dönüştüğü gibi, doğal ötesi doğumda da insan süflî işlerden üstün manevî yetkinliklere yönelir:
O halde yaşayışımız sütten kesilmeye bağlıdır. Yavaş çaba göster vesselam.
İnsan bir ceninken besini kandı. Mümin pislikten işte böyle temizlik elde eder.
Kandan kesilince besini süt olur. Sütten kesilince de lokma yemeye başlar.
Lokmadan kesilince bir Lokman olur. Açık ve gizli [bilgi]leri elde etmeye başlar.
(Mesnevî, c. III, beyit nu.: 49-52)
Ancak mizacın değişmesinin, ikinci doğumun veya sütten kesilmenin bilinçaltındaki güdüleri iyi ve güzel olana yönlendirme ve yüceltme yoluyla gerçekleşeceğini göz önünde bulundurmak gerekir. Zira Mevlânâ’nın mektebinde, dürtülerin başının ezilmesinin ve isteklerin yok edilmesinin yeri yoktur. Bunlar bir yana, dürtülerin başının ezilmesi ve isteklerin yok edilmesi ne mümkündür, ne de akıllıca bir iştir. Çünkü kapıdan çıksalar bile pencereden tekrar girerler.
Şayet Mevlânâ kimi yerlerde “nefsin öldürülmesi” ibaresinden söz etmişse bile, Mevlânâ’nın tavsif ve karînelerine dikkatle bakıldığında,söz konusu ibarenin bu yerlerin tamamında mecazî ve istiârî bir ibare olduğu görülür. Anlatılmak istenen, nefsin terbiye edilmesi; isteklerin iyi ve güzel olana yönlendirilip yüceltilmesi ve süflî arzuların ruhanî ulvî isteklere dönüşmesidir. Bilinçaltındaki güdüleri bilinçaltındaki güdüleri iyi ve güzel olana yönlendirme ve yüceltme faaliyeti ruhu verimli ve yüce bir hale getirir ve bakırı som altına dönüştürür. Örneğin, kabalık duygusunun, çeşitli maharetleri elde etme konusunda yoğun bir çaba sergilemeye dönüşmesi mümkündür. Aynı şekilde başkalarının şahsî işlerini araştırıp soruşturma duygusunu da bilimsel ve kültürel araştırmalara dönüştürmek mümkündür. Buna göre, insanın kültürel, bilimsel ve manevî görünüşlerinin tamamı bilinçaltındaki istekleri iyi ve güzel olana yönlendirip yüceltmenin ve süflî içgüdüleri ruhî ve manevî gelişim yönünde kullanmanın ürünüdür. Şimdi Mevlânâ’nın eğitim anlayışında önemli bir yer tutan bilinçaltındaki istekleri iyi ve güzel olana yönlendirip yüceltme yöntemine ilişkin üç örneğe işaret edilecektir:
Buraya kadar dinar için geldim, [ama size] ulaşınca dîdârınızla sarhoş oldum.
Birisi ekmek için ekmekçi dükkânına koştu da ekmekçinin güzelliğini görünce can verdi.
Hani kuyudan su çekerken, Yusuf’un yüzünden abıhayat tadan bedevi gibi.
Musa ateş elde etmek için gitti. Öyle bir ateş gördü de ateşten vazgeçti.
İsa düşmanlardan kurtulmak için kaçtı. O kaçış onu dördüncü kat göğe ağdırdı.
Buğday başağı Âdem’e tuzak oldu da varlığı, insanlara başak kesildi.
Doğan, yiyecek için tuzağa doğru gelir de şahın kolunda ikbale, ihtişama erişir.
Çocuk, babasının güzel kuş [sözünün] umuduyla hüner kazanmak için okula gider.
Sonra birisi okuldan [çıkıp] makama erişir; aylık verirken bir dolunay haline gelir.
Abbas, öç peşinde, Ahmed’in başını ezmek ve dinle mücadele etmek için savaşa gelmişti.
[Böyleyken] halifelikte, o ve onun çocukları kıyamete dek dine arka çıktılar, şeref kattılar.
(Mesnevî, c. I, 2784-2795)
Alevlenip yanan arzular ateşi yok olup onun yerini takva bahçesi ve hidayet ışığı aldı.
Öfke ateşiniz hilme, cehalet karanlığınız ilme dönüştü.
Hırs ateşiniz cömertliğe dönüştü. Kıskançlık diken gibiydi, gül bahçesine döndü.
(Mesnevî, c. II, 2561-2563)
Yine bir başka yerde dünyaya özgü şehvetleri hamamın külhanına, takva ve arınmışlığı ise hamamın içine benzetmektedir. Yani iman sahibi olanlar şehvetlerin başını ezmezler, aksine iyi ve güzel olana yönlendirip yüceltirler:
Dünya şehveti külhana benzer. Öyle ki onunla takva hamamı yanar.
Fakat muttakî kesimi bu külhandan rahatlık bulur. Çünkü hamamda temizlik içindedir.
(Mesnevî, c. IV, beyit nu.: 238-239)
4. Manevî Eğitimi Meydana Getiren (Oluşturan ) Unsurlar
Mevlânâ’nın eserlerini, özellikle de Mesnevî, Gazeliyyât ve Fîhi Mafîh’i incelendiğinde manevî eğitimin şu unsurlardan oluştuğu sonucu elde edilir:
* Allah’a Sıradan İbadetler Yerine Âşıkâne İbadet Etme
Mevlânâ, Allah’ı tanımanın en iyi türünün âşıkâne tanıma olduğuna inanır:
Namaz beş vakittir. “Daima namazdadırlar” [ayeti] âşıkların kılavuzudur.
Başlardaki o mahmurluk ne beş vakitle geçer, ne beş yüz bin vakitle.
“Az ziyaret et” sözü âşıklara göre değil, çünkü sâdıkların canı pek susuzdur.
“Az ziyaret et” sözü, balıklara göre değil; çünkü deniz olmadan cana ünsiyetleri olmaz.
(Mesnevî, c. VI, beyit nu.: 2669-2672)
Mevlânâ, yüce Allah’a duydukları özlemin Allah âşıklarının yakasını bırakmamasını açıklarken çok hoş bir hikâye anlatmaktadır:
Yoksul bir öğretmenin soğuk kış mevsimi için uygun bir elbisesi yoktu. Bu yüzden de soğuktan titriyordu. Olacak bu ya, güçlü bir su akıntısı bir ayıyı sürükleye sürükleye götürüyordu. Ayının başı suyun içinde olduğundan, öğretmen su akıntısının bir elbiseyi sürüklediğini zannetti. Kürkü almak için hiç beklemeden suya atladı. Ayının yanına ulaştığında ayı, öğretmene pençe attı. Öğretmenin dönmesini bekleyen öğrenciler, geciktiğini görünce yüksek sesle “Ey öğretmen, ya kürkü getir ya da kürkü bırakıp kendin gel” diye bağırmaya başladılar. Öğretmen de onlara “Ben kürkü bıraktım, fakat kürk beni bırakmıyor” diye cevap verdi.
(Fîhi Mâ Fîh)
Mevlânâ, âşıkâne ibadeti, ilkin ayak izlerinden, ardından da güzel göbek kokusundan ceylanı takip eden bir avcıya benzetmektedir:
Bir avcı gibi ava yönelir ve ceylanın ayak izini görüp iz sürmeye başlar.
Bir süre için ceylanın ayağı değer taşır. Sonrasındaysa ceylanın göbeği kılavuzdur.
Adımlara şükredip yol alınca mutlaka o adımların sonucuna ulaşır.
Misk kokusunu izleyip bir menzil yol alış, yüz menzil yürüyüp dolaşmaktan iyidir.
(Mesnevî, c. II, beyit nu: 161-164)
Yüce Allah’a âşıkâne ibadet, ârifin gönlünün Allah’ın yarattıklarına karşı sevecen ve merhametli olmasını sağlar. Çünkü Mevlânâ’ya göre aşkın iki yönü vardır: Dikey yön ve yatay yön.
Aşkın dikey yönü insanın Allah ile ilişkisidir. Aşkın yatay yönü ise insanın kendi hemcinsleriyle ilişkisidir. O halde, Mevlânâ’ya göre, Allah âşığı, kendi hemcinslerine de aşk ve sevgi besleyen kimsedir.
* Dinlerin Köklerinin Birliğine İnanma ve Mezhepsel Kavga ve Çekişmelerden Kaçınma
Mevlânâ, mezhepsel kavga ve çekişmelerin büyük bölümünün lafzî anlaşmazlıktan kaynaklandığına ve anlama yönelmenin bu kavga ve çekişmeleri ortadan kaldıracağına inanmaktadır:
İnsanların ayrılığı addan doğmuştur. [İnsan] anlama yönelince huzura kavuşur.
(Mesnevî, c. II, beyit nu.: 3680)
Mevlânâ bu konuyu açıklamak için, üzümü ayrı adlarla tanıyan dört kişinin hikâyesini nakletmektedir: Biri Arap, biri Fars, biri Türk ve biri de Yunanlı olmak üzere dört kişi üzüm yemek istiyorlardı, ancak her biri üzümü kendine özgü dille adlandırıyordu. Ad konusundaki bu anlaşmazlık, dördü de aynı şeyi istediklerinden gafil oldukları için, aralarında sorgu suale sebep olmuştu. Bu arada onların dillerini bilen bir bilge orada bulunsaydı onlara “Hepiniz farklı sözcüklerle aynı şeyi istiyorsunuz” derdi:
Yüz dilden anlayan sır sahibi bir aziz orada olsaydı, onları barıştırırdı.
Bu bir tek dirhemle hepinizin istediğini veririm, derdi.
Art niyetsiz kalbinizi teslim edince dirheminiz bir sürü işe yarar.
Kısacası, bir dirheminiz dört dirhem olur. Dört düşman, müttefik olup birleşir.
Her birinizin sözü ayrılık ve savaşa yol açarken, benim sözüm sizi birleştirir.
(Mesnevî, c. II, beyit nu.: 3687-3691)
Mevlânâ, sade ve etkileyici temsillerle bütün dinlerin amacının bir ve aynı olduğunu söylemektedir. O halde, aradaki kavga ve çekişme ne içindir?!
Yüz tane kitap olsa da, o bir bölümden başka bir şey değildir. Yüz yönden maksat, mihraptan başkası değildir.
Bu yolların varıp çıkacağı yer tek bir evdir. Şu binlerce başak bir tek tohumdandır.
(Mesnevî, c. VI, beyit nu.: 2124-2125)
Allah bir olduğuna göre, çok sayıda olduğu söylense bile, birden fazla din yoktur:
Övülen aslında sadece bir tek olduğu için, dinler ancak bir dindir.
(Mesnevî, c. III, beyit nu.: 2124)
Mevlânâ’nın kendisi diğer din ve mezheplerin mensuplarına dostça davranmış, onlarla iyi geçinmiş, inanç ve mezhebinden dolayı hiç kimseyi incitmemiştir. Diğer dinlere mensup olanların mabedlerine gitmiş; dinsel ve mezhepsel kavga ve çekişmelerden uzak kalmıştır. Onun herkes tarafından sevilmesinin nedeni de geniş bir bakış açısına ve sevgiyle dolu bir kalbe sahip olmasıydı:
Her mezhep mensubu ona sâdık, her millet topluluğu ona âşıktır.
Hıristiyanlar onu övmüştür, Yahudiler onu Hûd misali iyi görmüştür.
Hıristiyan “O bizim İsa’mızdır” dedi, Yahudi “O bizim Musa’mızdır” dedi.
(Velednâme, s. 121)
* Hakikate İlişkin Hiçbir Anlayış Tam Değildir
Mevlânâ’ya göre, insanın hakikate ilişkin akıl ve anlayışı sınırlı olduğu için, hakikati olduğu gibi tanıyamaz. Bu nedenle hakikatin yorumlanıp açıklanması konusunda anlaşmazlık ortaya çıkmaktadır. Buna göre, hakikat hakkında yapılan her açıklama, eksiklik ile tamlığın ve yanlış ile doğrunun bir karışımıdır. Bu yüzden hakikat hiç kimsenin tekelinde değildir. Hakikat, çok sayıda dalları, gövdeleri ve yaprakları olan bir ağaç gibidir:
Bunun gibi, herkes de bilgisi ölçüsünde görünmez şeyleri tanımlar.
Felsefeci bir başka türlü açıklarken, araştırmacı onun sözlerini çürütmeye çalışır.
Bir başkası ikisini de suçlarken, bir başkası da ikiyüzlülükten can çekişir.
Her biri, yolu sanki kendisi o köydenmiş gibi tarif eder.
Şu gerçeği bil ki, ne hepsi doğru yol üzeredir, ne de bütünüyle yolunu şaşırmıştır.
Çünkü gerçek olmasa yanlış ortaya çıkmaz. Aptal, sahte parayı altın sanarak alır.
Dünyada gerçek para kullanımda olmasaydı sahte paraları harcamak mümkün olur muydu?
Doğru olmasa, yalan nasıl var olur? Yalan ancak doğruyla aydınlanır.
(Mesnevî, c. II, beyit nu.: 2923-2929)
Mevlânâ bu konuyu açıklamak için, Mesnevî’nin III. Cildinde, 1259. beyitten itibaren “Karanlıktaki Fil” hikâyesini örnek vermektedir:
Hayatlarında hiç fil görmemiş olan insanlar, gecenin koyu karanlığında bu iri gövdeli hayvanı seyretmeye geldiler. Yanlarında mum ve kandil olmadığı için, dokunma duyularından yardım aldılar ve filin bedenine el sürmeye başladılar. Her biri filin organlarından birine dokunuyor ve sonra da bu hayvan hakkındaki tasavvurunu söylüyordu. Örneğin, filin kulağına dokunmuşsa, “Fil bir yelpaze gibidir” diyordu. Filin sırtına dokunmuşsa “Fil, taht gibidir” diyordu. Filin ayağına dokunmuşsa “Fil, sütun gibidir” diyordu. Oysa gerçek fil onların niteledikleri gibi değildi. Mevlânâ, bu hikâyenin ardından bir başka hikâye daha getirmektedir: İnsanlar gemiye binip aydınlık suyu olan bir denizde gemi kullanan kimseler gibidir. Gözleri iyi görmediği ve görme duyuları zayıf olduğu için gemileri kendi rotalarında götürememekte ve sonuçta da birbirlerine çarpmaktadırlar:
Biz gemiler gibiyiz. Aydınlık sudayız, ama gözümüz kör ve birbirimize çarpıyoruz.
(Mesnevî, c. III, beyit nu.: 1272)
Mevlânâ bu şekilde, fırkasal kavgaları ve mezhepsel savaşları eleştirmektedir. Mevlânâ’nın, bu sözleri henüz Haçlı Savaşları’nın ateşinin yükselmeye başladığı bir zamanda söylemiş olması gerçekten ilginçtir. Seçkin İngiliz oryantalist ve eşsiz Mevlânâ araştırmacısı Nicholson’un Islamic Mysticism adlı kitabında Mevlânâ’yı Floransalı Dante’ye tercih etmesi ve Mevlânâ’nın hiçbir zaman dinsel ve mezhepsel tutuculuğa yakalanmadığı, oysa Dante’nin olanca düşünce derinliğine ve ârifâne meşrebine rağmen, İlahî Komedya (Cehennem Kitabı)’da dinsel ve mezhepsel tutuculuk çukurunda yuvarlandığını ve Müslümanların en mukaddes simalarına ihanet ettiğini söylemesi sebepsiz değildir.
* Hümanizm ve İnsan Severlik
Mevlânâ’nın irfânî öğretisinde bir tür hümanizm gizlidir. O kendi kişisel yaşamında da hümanist davranışlar içinde olmuştur. Onun Mektûbât adlı eseri 140 küsur mektubu içermektedir.Söz konusu eserde yer alan mektupların konularının temel eksenini emirlere, sultanlara ve dönemin ileri gelenlerine yoksul ve ihtiyaç sahipleriyle ilgilenmelerini hatırlatmak oluşturur. Bu, onun ruhî coşkunluk ve manevî kendinden geçişlerinin içinde yaşadığı toplumun meseleleriyle ilgilenmesine engel olmadığını göstermektedir. Onun Mesnevî’si, ruhani ve tasavvufi esaslara ilişkin öğretilerden oluşmasına rağmen, onun satır aralarından bir tür hümanizm açıkça müşahede edilmektedir. Bu konuda örnek olarak Mesnevî-i Manevî’deki bir hikâyeye işaret edeceğiz:
Bir gün yüce Allah’ın katından Hz. Musa (a.s.)’ya bir kınama geldi: Ben hastalandığımda neden ziyaretime gelmedin?!
Musa (a.s.) “Ey Rabbim” dedi, “Senin zât-ı akdes’in her türlü noksan ve ayıptan münezzehtir. Hastalık ve sen?! Hâşâ! Ben senin bu buyruğundan maksadının ne olduğunu anlayamadım. Rabbim, bunu bana açıkla.”
Allah, “Senin komşun olan bir kulumun hastalandığını bilmiyor musun?” dedi, “Neden onu ziyarete gitmedin?! Yoksa sen benim o olduğumu ve onun ben olduğunu bilmiyor musun?! Bilmiyor musun, onu ziyaret etmenin beni ziyaret etmek olduğunu?!”
Hak’tan Musa’ya bir kınama geldi: ey koynundan güneşin doğuşunu gören…
Ey ilahî nurla “doğu” kıldığım. Ben Hakk’ım, hastalandım, gelmedin.
Musa dedi: Hâşâ, sen ziyana uğramaktan münezzehsin. Bu ne sırdır? Rabbim, bana açıkla.
Hak ona yine, “Hastalığımda neden lütfedip de halimi sormadın?” diye buyurdu.
Musa dedi: Rabbim, senin için eksiklik söz konusu olamaz. Akıl yitip gitti. Bu sözü aç bana.
Dedi: Evet, seçkin bir kulum hastalandı. İyi bak, o benim.
Onun mazereti benim mazeretim, onun hastalığı benim hastalığım.
(Mesnevî, c. II, beyit nu.: 2156-2162)
Mevlânâ, halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğunu bir başka hikâyede açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
Bâyezîd, hacca gitmek üzere yola koyulmuştu. Yolda yaşlı bir yoksulla karşılaştı. Yoksul adam, Bâyezîd’e şöyle dedi: Kendimin ve ailemin ihtiyaçlarını gidermem için, yolculuk sırasında harcamak üzere biriktirdiğin parayı bana ver. Sonra da çevremde yedi kez dön ve bil ki, haccının makbul olması bir yana, bu insancıl girişiminin haccın şeklî ve geleneksel seremonisini yerine getirmekten daha iyi ve daha üstündür. Yine bil ki, Allah benden ayrı değildir. O halde, bana hizmet bir olan Allah’a kulluk ve ibadetin ta kendisidir:
Dedi ki: Çevremde yedi kez dön ve bunu hac tavafından üstün say.
Sonra da o dirhemleri bana bırak. Say ki, haccettin ve amacın gerçekleşti.
Umre ettin, ebedî ömür buldun. Safa’ya koştun, arınıp temizlendin.
Canının gördüğü Hak hakkı için… O Hak ki beni kendi evine tercih etmiştir.
Kâbe O’nun iyilik evi olsa da, benim yaratılışım da O’nun sır evidir.
Yapıldı yapılalı Hak o eve girmemiştir. Oysa bu eve O’ndan başkası girmemiştir.
Beni gördüğünde Allah’ı gördün ve doğruluk Kâbe’si çevresinde döndün demektir.
Bana hizmet, Allah’a ibadet edip hamd etmek demektir.
Hakk’ın benden ayrı olduğunu sanma sakın.
(Mesnevî, c. II, beyit nu.: 2241 ve 2248)
* İnsanlarla İyi Geçinme ve Hoşgörü
Mevlânâ, din ve mezhep ayrımı yapmadan bütün insanlarla dostça bir ilişkiye sahipti. Hatta halkın nazarında düşkün ve değersiz olan fahişelere bile saygı gösterirdi. Onlardan birçoğu Mevlânâ’nın kendilerine dostça davranması nedeniyle namuslu bir yaşama yöneldiler (Bkz. Menâkıbu’l-Ârifîn, c. I, s. 555). Mevlânâ’nın, toplumdaki arabulucuların güzel davranışlarını övmek amacıyla söylediği sözler duyulmaya değerdir:
“Ona zor gelmesin diye yüz tane eğriden birini söylerler; geri kalan eğri işlerini örterler. Hatta onu ‘Senin o eğri işin doğrudur’ diye överler de; böylece bu eğrilikleri birer birer ondan giderirler. Hani bir öğretmen, çocuğa yazı öğretir. Çocuk, harfleri öğrenip yazmaya başladı mı, bir satır yazar ve öğretmene gösterir. Öğretmene göre hepsi de eğri ve kötüdür. Fakat hoşgörülü bir şekilde ona ‘Hepsi güzel, ne de güzel yazmışsın, aferin, aferin! Yalnız şu harfi kötü yazmışsın; şöyle olmalı. Şu harfi de kötü yazmışsın’ der; o satırdaki birkaç harfin kötü olduğunu söyler ve ‘Şöyle yazman gerekir’ diye ona gösterir. Çocuğun gönlüne ürküntü gelmesin diye geri kalan harfleri beğendiğini ifade eder. Böylece çocuğa yavaş yavaş öğretir.
(Fîhi Mâ Fîh)
Her ne kadar Mevlânâ, hoşgörü sahibi idiyse de, onun bu hoşgörüsü eğriliklere ayak uydurma anlamında değildir. Çünkü o, hoşgörülü davranmakla birlikte, muhatabı hakikate, doğruluğa ve dürüstlüğe davet etmek gerektiğini söylemektedir. Onun ifadesine göre, hoşgörüye riayet etmemek, içinde kızgın yağ bulunan tencereye birden su dökmeye benzemektedir:
Eğer kızgın yağa su dökersen kazanı da mahvedersin, ocağı da.
Yumuşak söyle, fakat doğrudan başka bir şey söyleme. Yumuşak konuşurken vesvese verme.
(Mesnevî, c. IV, beyit nu: 3815-3816)
Cahil kişinin eziyetlerine sabret; Allah katından olan akılla güzelce geçin.
Ehil olmayana sabretmek ehil kişiler için cilâdır; nerede bir gönül varsa sabır onu saflaştırır.
(Mesnevî, c. VI, beyit nu: 2040-2041)
Sonuç:
İnsan iki yönlü bir varlıktır: Biri onun karaya (yeryüzüne) ait olan yönü, diğeri de semâvî (gökyüzüne ait) yönü. İnsan bu iki varlıksal görüntünün arasında sürekli gidip gelmektedir. Mevlânâ’nın eğitim mektebinde insanın karaya (yeryüzüne ait) yönden semâvî (gökyüzüne ait) yöne geçmesi manevî öğretiler yoluyla gerçekleşir. O, bu ruhî yükselişi ve manevî değişimi “mizacın değişmesi” ve “ikinci doğum” şeklinde adlandırmaktadır. Elbette bu manevî değişim, bilinçaltındaki güdüleri iyiye, güzele yönlendirme ve yüceltme yoluyla gerçekleşmektedir. Söz konusu manevî değişim şu unsurlardan oluşmaktadır: Allah’a âşıkâne ibadet, dinlerin özde bir olduklarına inanma, dinsel ve mezhepsel kavga ve çekişmelerden kaçınma, hakikati kendi anlayışıyla sınırlı kılmama, hümanizm ve sadece hakikate işaret ederek toplumun bütün sınıflarıyla iyi geçinme.
PROF. DR. KERİM ZEMANİ
Kerim Zamani, 11 Mayıs 1951 yılında Tahran’da dünyaya geldi. ilkokuldan itibaren okuldaki eğitiminin yanı sıra dışarıdan da özel dersler aldı.Çocukluk çağında akranlarına haftalık program düzenleyip okuduğu eserlerin özetini anlatırdı.
Küçük yaşlarından itibaren Arapça üzerine yoğunlaştı.Arapça aracılığıyla irfanî ve edebî metinler ile tanıştı. Henüz lise eğitiminin bitirmeden ilkokullarda öğretmenliğe başladı. Lise eğitimini bitirdikten sonra Tahran üniversitesi, Edebiyat Fakültesi’nde Arap Dili ve Edebiyatı’nda lisansını tamamladı.
Üniversite eğitiminden sonra kendini araştırma ve geliştirmeye adadı. Tarihi ve dini konularda 10 eseri Arapça’dan Farsça’ya tercüme etti.
27 yaşından itibaren genel olarak irfanî metinler, özellikle Hazret-i Mevlâna’nın Mesnevî adlı eserine odaklanmıştır. O, din eğitimine irfan temelli eserlerle başlamıştır. Yirmi yıllık bir çalışmadan sonra yedi ciltlik Mesnevî-i Manevi Şerhi’ni yazmıştır. Ondan sonra Mesnevî-i Manevi’yi kavram kavram Minager-i Aşk adlı eserinde şerh etmiştir.
Daha sonra Mesnevi Ummanının Kıyısın’da adlı eserini kaleme almıştır. Bu eserde Mesnevî’nin tüm beyitleri özetlenerek başlıklar halinde açıklanmıştır. Bu başlıklar Hazret-i Mevlâna’nın himayelerinden ve kıssalarından ne amaçladığını incelemeye ve açıklamaya yöneliktir.
Kerim Zamani’nin Eserleri
Sade bir dil ile Kuran-ıKerim’in Tercümesi ve Tefsiri
Mesnevî-i Manevi’nin Şerhi, 7. Cilt. Ittalaat Gazetesi Yay.
Minager-i Aşk eseri, Ney yayınları
Mesnevi Ummanının Kıyısın’da,Katre yayınları
Mesnevî-i Manevi’nin tam metni ile hikayelerin açıklamaları Nemek yayınları