MEVLÂNÂ’NIN ESERLERİNDE ÖĞRETİCİLİK VE ÖĞÜT ANLAYIŞI
Gönüller sultanı Mevlânâ, altmış bin beytin üzerindeki manzum eserleriyle büyük bir şair; tefsir, hadis, kelâm gibi âlî ilimlere vâkıf mütebahhir bir âlim, mümtaz bir mütefekkir ve örnek bir Hak eridir. Bu seçkin insan, asırlar boyunca zaman ve mekân birimi tanımaksızın eserleriyle tesirini sürdürmüş ve sürdürmeye de devam etmektedir. Bu geniş ve sürekli şöhret ve tesiri sağlayan elbette ki Mevlânâ’nın eserlerindeki engin muhtevadır.
“Canım bedenimde oldukça Kur’an’ın kuluyum,
Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım.
Birisi sözlerimden bundan başka bir söz naklederse,
Ondan da şikâyetçiyim ben, bu sözden de şikayetçiyim.”
mısralarında belirttiği gibi ilhamını ebedî bir kaynaktan almıştır. Kur’an-ı Kerim nasıl Hz. Peygamber’in ebedî bir mucizesi ise, Mesnevi de bu kaynaktan beslendiği için çağları aşmaya devam edecektir.
Yoksa yalnızca Mevlânâ büyük bir şair olduğu, binlerce beyitlik eserleri veya şiir adına şaheserleri olduğu için değildir. Zaten bizzat Mevlânâ da kendisini şair olarak görmez, dostlarını kırmamak için şiiri adeta zoraki söylediğini belirtir. i
Ancak Mevlânâ’yı şiir yazmaya sevk eden asıl sebep, şiiri bir eğitim aracı olarak kullanmaktır. Biz Türklerin zarif, güzel söz söylemekten ve dinlemekten hoşlanan, zevk sahibi insanlar olduğumuzu ve şiire olan ilgimizi bildiği için Mevlânâ; öğütlerini şiirin cazip atmosferiyle sunmuştur. Tıpkı bir çocuk hasta olduğu zaman mutlaka şurup içmesi gerekiyor ve ilaçtan nefret ediyorsa, hekimin o şurubu şerbet sürahisiyle vermesi, çocuğun da şerbet zannıyla ilacı içip sağlığına kavuşması gibi.ii
İşte Mevlânâ da; insanları iyiliğe, güzelliğe, mükemmelliğe, dünya ve ahiret mutluluğuna; toplumu da huzura kavuşturacak olan bilgileri, öğütlerini şiir tabletiyle vermiştir.
“Biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız din üzerinde sağlamca durur, öteki ayağımız yetmiş iki milleti dolaşır.” diyen Mevlânâ; eğitimcilik görevini yerine getirirken gayet metodik davranmış, öğütler şemsiyesinin her seviye, kültür ve zevk sahiplerini içine alması için; bu bilgileri şiir içinde hikâyelerle, misâllerle dile getirmiştir. Bu tarz Kur’an-ı Kerim’de mevcuttur. Yüce kitabımızda İlâhî hükümler anlatılırken, sık sık hikâyelere, peygamber kıssalarına yer verilir. Mevlânâ da aynı üslûbu tatbik etmiş, Mesnevî’de birbiri içine girmiş yüzlerce hikâye anlatarak muhakeme ve mukayese yoluyla insanların o hikâyelerden ders almalarını hedeflemiştir. Amacı asla bize masal anlatmak değildir:
“Maksat kıssadan hisse almaktır, Yoksa sana hikaye anlatmak değil.” iii
Nasihat, tavsiye ve ikazlarını hikâyelerle ifade ederken, bu kıssaların temelindeki asıl mânâyı, özü anlamamız hususunu bize hatırlatır:
“Kardeş, kıssa bir ölçeğe benzer,manâ. içindeki taneye.
Akıllı kişi taneyi alır; ölçek var mı, yok mu? Ona bakmaz.” iv
“Şimdi hikâyenin zahirini dinle, fakat taneyi samandan ayır ha!” v
“Haşa, bu hikâye değil, kendine gel! Bizim ve senin bugünkü hâlimizdir, dikkat et!” vi
sözleriyle her hikâyede bir veya birden çok nasihatin, mesajın mevcut olduğunu, verilen misâllere takılmadan asıl düşüncenin aranması gerektiğini bildirir.
İslâm ahkâmını özetleyen dört hadisten biri olan; “Din nasihattir.” hadisi gereğince, Mevlânâ her bir hikâye ile ya bir âyet veya hadisi açıklamış, ya da bu âyet ve hadislerle ilgili bir yorum getirerek, konuyla yakından ilgili örnekler ve öğütler vermiştir. Bu sebeple Mesnevî başta olmak üzere Mevlânâ’nın eserleri asıl olarak ta’lîmî bir karakter taşımaktadır. “Bizden sonra Mesnevî şeyhlik edecek ve arayanlara, doğru yolu gösterecek.” vii sözleriyle eserinin rehberlik görevine, didaktik mahiyetine Mevlânâ kendisi de işaret eder.
Diğer yandan Mevlânâ, öğütler manzumesi durumundaki eserlerinde öğüt verenlerin nasıl olması gerektiği, öğütlerin tarzı ve öğütlere muhatap olanların verecekleri tepkilere de dikkat çeker. Öncelikle öğütlere muhatap olanların durumuna göz atacak olursak, Mevlânâ’nın kendisine öğüt verilenleri altı gruba ayırdığını görürüz:
-
Öğütçü öğüdünü kısa kessin diye evet deyip, kabul etmiş görünenler.
-
Ahmaklığı veya bilgisizliği sebebiyle öğütleri anlamayanlar.
-
Öğüt veren kişinin ikazlarını kıskançlık veya hasetle yorumlayanlar.
-
Yasaklara karşı istekleri artıp, öğüdün tersini yapanlar.
-
Sapıklık içinde olup, doğruyu göremeyen, inatla öğüdü reddedenler.
-
Ölüden bile öğüt alacak, her olaydan ibret çıkarmayı bilen basiret
sahipleri.
Kendisine nasihat edilen altı grup insandan yalnızca bir grup öğütlere kulak vermekte, diğerleri nasipsiz kalmaktadır. Özellikle benlik kaydına düşen inatçı gönüllere öğütler tesir etmemektedir:
“Adam, bu çeşit bir hayli öğüt tohumu ekti ama oğullarının yeri çoraktı, bir fayda
vermedi.
Öğütçü, yüzlerce çalışıp çabalasa, öğüdü duymak ve kabullenmek
için dinleyende kabul edici kulak gerek.
Sen yüzlerce lütufta bulunarak ona öğüt verirsin ama bu öğüdün, onun kulağına
bile girmez.
Duymayan inatçı bir adam, yüzlerce söyleyeni âciz bırakır.
Peygamberlerden daha öğütçü, daha güzel sözlü kim vardır? Nefesleri tasa bile
tesir eder.
Fakat dağ, taş bile onların sözlerini duydu, sözleri dağa, taşa bile tesir etti de bahtı
kötü kişinin bağı açılmadı gitti.
Bizlik, benlik kaydına düşen gönüller, onların sözlerine karşı taştan da katı bir hâl
aldılar.” viii
Mevlânâ; çorak toprak gibi öğütten anlamayan, idraki kıt insanlar için de bir hikâye anlatır:
“Birisi, hileyle tuzağına bir kuş düşürdü. Kuş, ona dedi ki: Ey ulu hoca, Sen birçok
öküzler, koyunlar yedin. Birçok develer kurban ettin.
Dünyada onlarla bile doymadın. Benimle de doymazsın sen!
Beni bırak da sana üç öğüt vereyim. Bak bakalım, aptal mıyım, akıllı mıyım?
Birinci öğüdü elindeyken vereyim, ikincisini samanla karışık balçıktan yapılma
damının üstünde.
Üçüncüsünü de ağacın üstünde veririm. Bu üç öğütle bahtın iyileşir.
Elindeyken vereceğim öğüt şu: Olmayacak söze, kim söylerse söylesin inanma!
Bu ulu öğüdü elindeyken verip âzâd oldu, duvarın üstüne konup;
Dedi ki: Geçmiş gitmiş şeye gam yeme. Fırsatı fevt ettin mi açıklanma artık!
Sonra; “Şu küçücük bedenimde on dirhem ağırlığında değerine paha biçilmez bir
inci var.
Seni de, oğullarını da devlete eriştirirdi. O inci senin hakkındı. Fakat kısmetin
değilmiş, kaçırdın… Öyle bir inci dünyada bulunmaz!” dedi.
Adam, gebe kadın doğururken nasıl feryat ederse, öyle feryat etmeye başladı.
Kuş dedi ki: Sana geçmiş gitmiş şeye gam yeme diye nasihat etmedim mi? Mademki
geçip gitti, neden gam yersin? Ya öğüdümü anlamadın, yahut da sağırsın sen!
Sonra bir de sana, sapıklığa düşme, olmayacak söze inanma demedim mi? Bu
ikinci öğüdüm değil miydi?
Ben, kendim üç dirhem gelmem aslanım, içimde on dirhemlik inci nasıl bulunur?
Adam, bu söz üzerine kendine geldi; hadi dedi, o üçüncü güzel öğüdü de ver
bakalım!
Kuş dedi ki: Evet, Allah için o ikisini iyi tuttun da üçüncüsünü sana bedava
söyleyeceğim ha!
Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır.
Aptallık ve bilgisizlik yırtığı yama kabul etmez. Ey öğütçü, ona hikmet tohumunu
pek saçma!” ix
Nasihat edenin kıskançlığına verip, öğütleri dinlemeyenler de Fîhi Mâfıh’de bir hikâye ile anlatılır:
“Hikaye ederler ki; bir adamın hacca giderken yolu çöle düştü. Çok susamıştı. Uzaktan ufacık, eski bir çadır görüp oraya gitti. Bir kadını gördü ve ona: ‘Sözün kısası ben misafirim!’ diye seslendi ve inip oraya oturdu. Su istedi, verdiler. Bu içtiği su ateşten daha sıcak, tuzdan da tuzluydu. Dudağından, damağından, midesine ininceye kadar her geçtiği yeri yaktı, kavurdu. Adam son derece merhametli ve şefkatli olduğundan, kadına öğüt vermeye başladı ve: ‘Sizin bana hakkınız geçti. Beni kavuşturduğunuz rahatlık karşısında şefkat hissim kabardı. Size simdi söyleyeceğim şeyleri iyice dinleyiniz. İste Bağdat, Basra, Vasık ve daha başka şehirler buraya yakındır. Eğer kötürüm bile olsa, insan düşe kalka oraya kendisini ulaştırabilir. Tatlı ve soğuk sular orada çoktur. Çeşitli yiyecekler, türlü türlü hamamlar vardır.’ diye o şehirlerin nimetlerini, güzelliklerini, tatlı ve eğlenceli taraflarını kadına sayıp durdu. Az sonra kadının kocası olan Arap geldi. Birkaç tane çöl faresi avlamıştı. Bunları pişirmesini karısına emretti. Pişince biraz da misafire verdiler. O, bunları istemeye istemeye yedikten sonra, gece yansı çadırın dışında yatıp uyudu. Kadın kocasına: ‘Bu yolcunun dediklerini hiç duydun mu?’ dedi ve misafirin kendisine anlattığı şeylerin hepsini kocasına anlattı. Kocası: ‘Ey kadıncağız, böyle şeyleri dinleme, çünkü dünyada kıskanç insanlar çoktur. Bazı kimselerin devlete ve rahata kavuştuklarını görünce kıskanır, onları bulundukları yerden tedirgin ve mahrum etmek isterler.’ dedi.
İşte halk da böyledir. Biri şefkatinden oturup öğüt vermek istese, bunu onun kıskançlığına verirler. Yalnız onda eğer bir asıl kabiliyet varsa, sonunda öğütlerin tesiriyle manaya yönelir.” x
Bir diğer grupta da öğüdün tersi hâsıl olur, yasaklanan şeye karşı istek artar. Tıpkı, Hz. Âdem’in men’ edilen ağaçtan yemesi gibi insanoğluna ilk atasından miras kalan bir huydur. Mesnevî’de buna dair de bir hikâye anlatılır.
Bir sultan üç şehzadesine ülkesini dolaşmalarını, düzene sokmalarını vasiyet eder; ancak Hûş-Rübâ (Akıl Kapan) adlı kaleye kesinlikle gitmemelerini, orasının tehlikeli bir yer olduğunu söyler. Issız bir yerde, yollardan uzak ve tanınmamış bu kaleye gitmek şehzadelerin aklına bile gelmeyecekti ama gitmemeleri öğütlenince gönüllerinde bir merak uyanır ve şehzadeler o kalenin sırrını öğrenmek için gitmeye karar verirler:
“Men’ edilen şeye gitmeyen, yapmayın denen şeyi yapmayan kimdir? İnsan, men’
edildiği şeye haristir.
Bir şeyi yapma demek, iyi ve Tanrı’dan çekinir kişileri o şeye yanaştırmaz ama
hevâ ve hevesine uyanları, o tarafa sürer, götürür.”xi
Mevlânâ’nın bu tespiti, günümüz eğitim anlayışındaki yasaklar getirme yerine, doğrulara teşvik metodu ile aynı doğrultudadır.
Bir diğer grup da; inatları yüzünden doğruyu görmek istemeyen, sapıklığa gömülen, âkıbeti idrakten âciz zavallılardır. Mevlânâ, bu konuda da Hz. Nuh’un kavmine telmihte bulunur. Hz. Nuh, dokuz yüz yıl onları Cenab-ı Hakk’ın emrine uymaya davet edip, ısrarla kurtuluşa çağırırken; inatla onu yalanlayanlar, hidayet çağrısına kulak vermeyenler kötü bir sona mahkum kalmışlardır.xii
Son grup ise akıl sahibi, uyanık, sonucu idrak eden, doğru ve yanlışı birbirinden ayırt edebilen bahtlı bir zümredir. Bunlar nasihati kabul ettikleri gibi, nasihat edilmeden de her şeyden ibret almayı bilen basiret sahibi insanlardır. Yalnızca gerçeklere kulak veren, hakikat ışığını arayan bu insanlar için Mevlânâ şöyle der:
“Dinleyen susuz ve arayıcı olursa, vaaz eden ölü bile olsa söyler.
Dinleyen yeni gelmiş ve susamış olursa, dilsiz bile söylemede bülbül kesilir.”xiii
Mevlânâ öğütlerin veriliş tarzında karşımızdakinin hangi gruba ait olduğuna dikkat edilmesini, metodun buna göre düzenlenmesini tavsiye eder. Nasihatler ise ya sözle, ya da işle, örnekle verilir. İşle verileni, yani öğüt verenin bizzat öğüdünü tatbik etmesi sözden daha tesirlidir:
“Hz. Süleyman, her sabah halkı irşad için mescide girdi mi;
Gah sözle, gah nağmeyle, sazla, gah işle, yani rüku ederek, yahut namaz kılarak
halka öğüt verirdi.
İşle olan öğüt, halkı daha ziyade çeker. Çünkü bu öğüdü sağırların bile can
kulakları duyar!
Sonra, bu öğütte emirlik vehmi de az olur. Bu yüzden halka adamakıllı tesir eder!”xiv
Fi’lî nasihatte gurur, tahakküm ve karşısındakini küçük görme gibi tehlikeler olmadığı için, kabullenilmesi daha kolaydır. Sözle verilen öğütlerde de tesirin hâsıl olması için insanın hâl ve kâl olarak uygunluk göstermesi gerekir. İnsan ancak yaşadığını öğütlerse, öğüdü müessir olur:
“Sözde ve işte bir aykırılık olmamalı ki bu tanıklar kabul edilsin.
Çalışmanız ayrı ayrı, aykırılıklar içindesiniz. Gündüz dikiyorsunuz, gece
söküyorsunuz!”xv
Yine sözle verilen öğütlerde dikkat edilmesi gereken bir diğer husus da; çok uzun konuşmamak, ikazları az ve öz bir dille ifade etmektir:
“Bazı kimselere az söz, belki çoktan daha fazla faydalı olabilir. Mesela, bir tandırın ateşi çok kızgın olunca ondan faydalanamazsın ve yanına yaklaşamazsın. Halbuki zayıf bir çerağdan binlerce fayda elde edersin. İşte bu bakımdan maksadın fayda olduğu anlaşılıyor. Bazıları için bizzat faydalı olan, bir sözü işitmemeleridir. Onların sadece görmeleri kâfi ve faydalı olur. Eğer bir söz duyarsa, bunun ona zararı dokunur.”xvi
Burada da görüleceği gibi nasihat-âmiz sözler kısa olmalıdır ki, tesirli olsun. Fakat en müessir nasihat hiçbir zaman az da olsa sözle gerçekleşmez; fi’lî olarak yaşanan doğru bir hareket, bin sözlü nasihatten çok daha tesirlidir.
Son olarak da, öğüt verenin niteliklerini Mevlânâ’nın gözüyle incelemek gerekir. İnsan irade-i cüz’iyye sahibi ve akıl melekesine mâlik bir varlıktır. Dolayısıyla güzel ahlâk olarak tarif edilen dinin hükümlerini öğrenmek, sonra bunları bizzat kendisinde uygulamak, en son olarak da bu hükümleri çevresine öğretmek sorumluluğunu taşımaktadır. Ancak insan tebliğden evvel temsil görevini yerine getirmeli; güzel ahlâk, iyilik ve hayır adına bütün faziletleri öncelikle kendi nefsinde yaşamaya gayret etmelidir. Temsil görevini lâyıkıyla yerine getiren,söz ve amel bütünlüğünü kazanan örnek insan; yaşayış tarzı ve davranışları ile zaten tebliğ vazifesini en iyi biçimde yerine getirecektir. Sözle öğüt vermese de, hareketleri müessir bir öğüt olacaktır. Yaşanılmayan güzelliklere, hayatiyete geçirilmeyen erdemlere dair tavsiyelerin kabul görmesi mümkün değildir. Zira kendisine hayrı olmayanın başkasına faydalı olması vehimden öteye gidemez:
“Bu herif, tatlı sözlüdür, boğazı da pek boldur. Üstündeki libas (elbise)
yenidir ama içindekiler paramparça.
Hile için o elbiseyi giyerse bilin ki, kendisinin değildir; halkı aldatmak için
giymiştir.
Ey temiz kalpli, hakîm olmayan kişinin dilindeki hikmet sözünü de iğreti
elbise bil!
Hırsız, güzel bir elbise giyse bile; o eli kesik, senin elini nasıl tutar, sana
nasıl yardım edebilir?”xvii
Sonuç olarak bir gönül eğitimcisi olan Mevlânâ’nın, bu görevi yerine getirirken bizzat uyguladığı ve dikkatimizi çektiği metotların günümüzün pedagojik anlayışlarıyla aynı paralelde olduğunu söylemek mümkündür. İnsanlara iyiyi, güzeli ve doğruyu öğretirken yalnızca iyi niyet ve bilgi birikimi yeterli değildir. Öğütlerin, tavsiyelerin ve ikazların gönüllerde kök salması için önce öğütçünün bunlara uyması, sonra da veriliş tarzına ve öğüt vereceği kişilerin tutumlarına dikkat etmesi büyük önem taşımaktadır.
Mevlâna Panellerinde Sunulan Bildiriler -I, S. Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi Yay., Konya, 2000, s. 119-126
iDİPNOTLAR
Mevlânâ, Fîhi Mâfih, Çev.: Meliha Ülker Tarıkahya (Anbarcıoğlu), İstanbul, 1985, s. 116.
ii Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, Çev.: Tahsin Yazıcı, C. I, Ankara, 1953, s. 25.
iii Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahîfî Tercümesi, Haz.: Âmil Çelebioğlu, C. II, İstanbul, 1967, s. 108/3000.
iv Mevlânâ, Mesnevî, Çev.: Veled İzbudak, C. II, İstanbul, 1991, s. 278/3622-23.
v a.e., C.II, s. 16/202.
vi a.e., C. I, s. 233/2900.
vii Ferîdûn bin Ahmed-i Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, Çev.: Tahsin Yazıcı, İstanbul, 1977, s. 75.
viii a.e., C. V, s. 128/1530-36.
ix a.e., C. IV, s. 181-183/2245-65.
x Mevlânâ, Fîhi Mâfih, s. 130-131.
xi Mevlânâ, Mesnevî, C.VI, s. 289/3659-60.
xii a.e., C. VI, s. 3/10
xiii a.e., C. I, s. 191/2379-80.
xiv a.e., C. IV, s. 39-40/483-86.
xv a.e., C. V, s. 24/255-56.
xvi Mevlânâ, Fîhi Mâfih, s. 345.
xvii Mevlânâ, Mesnevî, C. II, s. 51/668-71.