MEVLÂNÂ’NIN HAYATI VE ÇEVRESİ
Prof.Dr. Adnan KARAİSMAİLOĞLU
Bugünkü sınırlara göre önemli merkezlerini Türkmenistan’daki Merv, İran’daki Nişabur ve Afganistan’daki Herat ve Belh şehirlerinin oluşturduğu Horasan bölgesini Anadolu’ya bağlayan güçlü halkalardan biri, Mevlânâ ailesi olmuştur. Bu halkalar sayesinde Horasan Anadolu’ya, Anadolu da dünyaya açılma talihine erişmiştir. Anadolu’nun bu sayede gerçekleşen yeni kimlik kazanma dönemine hâkim olan ve Mevlânâ ile özdeşleşen düşünceyi vuslat, muhabbet ve merhamet kavramları temsil etmektedir, diyebiliriz.
Mevlânâ’nın ataları, XIII. asrın başlarında bugün Afganistan’ın kuzeyinde ve Özbekistan sınırına yakın bir bölgede bulunan Belh şehrinde ikamet etmekteydi. Bu şehir, İslâm öncesine yakın asırlardan itibaren Türklerin hâkimiyetinde bulunmuş, Gaznelilerin ve Selçukluların idaresinde önemli ilim merkezlerinden birisi hâline gelmişti. Şehir, Mevlânâ’nın doğduğu yıllarda Hârezmşâhların hâkimiyetinde idi.
Mevlânâ ve çevresiyle ilgili, kendi eserleri dışındaki ilk başvuru kaynakları, oğlu Sultan Veled’in 1291 yılında kaleme aldığı İbtidânâme adını da taşıyan Veled-nâme,[1] kırk yıl kadar Mevlânâ’ya hizmet etmiş olan Sipehsâlâr Ferîdûn b. Ahmed’in 1300’lü yılların başında yazdığı Risâle[2] ve Ahmed Eflâkî’nin 1353’te tamamladığı Menâkibu’l-ârifîn’dir.[3] Sultan Veled’in eseri, her iki eser için de kaynak olurken; ayrıca Eflâkî, Sipehsâlar’ın Risâle’sinin önemli bölümünü kendi eserine aktarmıştır. Bunlardan İbtidânâme’deki bilgiler, sağlıklı olmakla birlikte bütün hususları aydınlatmaya kâfi gelmemektedir. Sipehsâlâr’ın ve Eflâkî’nin eserlerinde menkıbelerin arasına serpiştirilen bilgiler ise, eksik veya yanlış değerlendirmelere yol açabilmektedir.
Mevlânâ’nın Ailesi
Hz. Mevlânâ’nın babası, Hüseyin oğlu Sultânu’l-ülemâ Bahâeddin Muhammed, Belh şehrinde âlim ve arifleriyle meşhur bir ailedendi ve büyük bir üne sahipti. Mevlânâ’nın soyca anneannesi tarafından ünlü Hanefî fakîhlerinden Şemsü’l-eimme Muhammed-i Serahsî’ye (ö.1097) bağlı bulunduğu,[4] babaannesiyle Hârezmşahlardan olduğu ve baba tarafından Hz. Ebû Bekir’e ulaştığı yönündeki bilgiler, birçok eserde yer almasına rağmen, kendilerinin ve Sultan Veled’in eserlerinde bulunmamaktadır.[5] Ancak bu bilgiler, hiç olmazsa, aileye sahip olduğu değerler nedeniyle duyulan hürmet ve sevginin büyüklüğüne delil olarak görülmelidir.
Mevlânâ’nın babası Mevlânâ-yi Buzurg (Büyük Mevlânâ) Bahâeddin Veled’in, hanımı Mümine Hatun’dan, iki oğlu ve bir kızı dünyaya geldi. Büyük oğlu’nun adı Alâaddin Muhammed’di. Kızı Fatıma Hatun, Belh’ten ayrıldıklarında evli olduğu için burada kaldı.
Dünyaya ün salan oğlu Mevlânâ Celâledin Muhammed’in ise üç oğlu ve bir kızı oldu. Büyük oğlu Bahâeddin Muhammed’in (Sultan Veled) ve ondan bir veya iki yaş küçük oğlu Alâaddin Muhammed’in anneleri, Semerkantlı Şerefeddin’in kızı olan Gevher Hatun’dur. Diğer oğlu Muzafferüddin Emîr Âlim ve kızı Melike Hatun’un anneleri ise, Gevher Hatun’un vefatından sonra evlendiği Konyalı Kira Hatun’dur.
Mevlânâ’nın büyük oğlu ve sadık halefi Sultan Veled’in, Şeyh Selahaddin-i Zerkûb’un kızı olan Fatıma Hatun’dan bir oğlu ve iki kızı vardı: Celâleddin Emîr Ârif Çelebi ile Mutahhara Hatun (Âbide) ve Şeref Hatun (Ârife). Ayrıca iki hanımlığından Nusret Hatun’dan Çelebi Şemseddin Emîr Âbid, Sünbüle Hatun’dan Çelebi Selâhaddin Emîr Zâhid ve Çelebi Hüsâmeddin Emîr Vâcid isimli oğulları dünyaya geldi.[6]
Mevlânâ’nın Doğumu, Adı ve Lâkapları
Mevlânâ, Belh’te 30 Eylül 1207 (6 Rebiülevvel 604) tarihinde dünyaya gelmiştir.[7] Mevlânâ’nın adı Muhammed’dir. Bütün kayıtlara göre babası da aynı adı taşımıştır. Başta kendisi Mesnevî’nin mukaddimesinde kaydettiği üzere adı, ihtilafsız olarak bu şekildedir. Meselâ Ankaralı İsmail Efendi (ö.1631) “Hazret-i Mevlânâ’nın ism-i şerîfleri Muhammed ve lâkabları Celâleddin’dir. Babalarının isimleri dahi Muhammed ve lâkabları Bahâeddin’dir” demektedir.[8] Dedesi Hüseyin’in lâkabı da Celâleddin’dir.[9]
İslâm dünyasında hürmet belirtmek için önemli kişilerin isimlerinin önünde kullanılan “efendimiz” anlamındaki Mevlânâ lâkabı, Mevlânâ Celâleddîn Muhammed’le birlikte özel bir isme dönüştü[10]. Hüdâvendigâr, Hünkâr, Hazret-i Mevlânâ, Mevlevî, Şeyh, Mollâ-yı Rûmî, Rûmî ve Hazret-i Pîr lâkap ve unvanları da Mevlânâ için kullanılmıştır. “Hazret-i Mevlânâ” ve “Hazret-i Pîr” saygı hitapları, Mevlevî çevrelerinde ve Anadolu’da daha çok tercih edilmiştir. Bugün İran ve Pakistan’da “Mevlevî”, Batı’da “Rûmî” lakapları, onu anmak için öncelikle kullanılmaktadır.
Doğduğu şehre nispetle Belhî (Belhli) sıfatı, bilhassa ilk kaynaklarda babası ve kendisinin adlarının yanında yer almaktadır. Mevlânâ çocukluk döneminin dışındaki yıllarının hemen tamamını, önceki asırlardaki isimlendirmeyle “Diyâr-ı Rûm”da geçirdiği ve bu bölgedeki Konya’yı vatan edindiği için “Rûmî” (Rum ülkesinden; Anadolulu) sıfatıyla anılmıştır. Bunların yanı sıra vatan edindiği şehre işaret etmek üzere XIII. asırdan itibaren Konevî (Konyalı) sıfatı da adıyla birlikte birçok eserde yer almıştır.
Ailenin Belh’ten Ayrılışı
Mevlânâ çocukluk veya ilk gençlik yıllarında iken; babası Bahâeddin Veled Belh şehrinden ayrılmayı gerekli gördü. Bu yıllarda Belh’de siyasî istikrar bozulmuştu. Şehir 1198’de Gûrlular’ın, 1206’da Hârezmşahlar’ın eline geçmiş ve Moğol tehlikesi de baş göstermişti. Her hâlükârda Moğolların istilasından önce ailesini buradan uzaklaştıran Bahâeddin Veled’in gerekçeleri açık olarak kaynaklara yansımamıştır. Ancak onun bu coğrafyadaki siyasî gelişmelerle birlikte, fikirlerini Ma’ârif isimli eserinde tenkit ettiği ünlü bilgin Fahreddîn-i Râzî’nin (ö.1209) ve onun görüşlerine itibar eden Hârezmşâh Muhammed’in (ö.1220) manen ve madden mevcut etkinliğinden rahatsızlık duymuş olması mümkündür.[11]
Belh şehrinden ayrılırken Mevlânâ’nın 5, kardeşi Muhammed Alâaddin’nin 7 yaşında olduğu belirtilmektedir.[12] Bu bilgiden hareketle bazı eserlerde ailenin Belh’ten ayrılış tarihi olarak 1212 veya 1213 (609 veya 610) yılı gösterilmektedir.[13]
Belh’ten 1219 (616) yılı hududunda ayrılmış olmaları daha makul görülmektedir. Çünkü Sultan Veled, kafilenin göç yolu üzerinde bulunan Bağdat’tan ayrılmak üzereyken; Belh şehrinin Moğollar tarafından istila edildiği haberinin buraya ulaştığını, söylemektedir.[14] Bu istila tarihi de 1220 (617) yılıdır.
Hacc etmek niyetiyle hareket eden kafile, Nişâbûr ve Bağdat’a uğrayarak Hicaz’da Hac vazifelerini yerine getirerek Şam üzerinden Anadolu’ya intikal etti. Ahmed-i Eflâkî’ye göre Şam’dan Malatya’ya, sonra Erzincan’a, buradan dört yıl kaldıkları yakındaki Erzincan Akşehir’ine ve daha sonra yedi yıl veya daha fazla ikamet ettikleri Lârende’ye (Karaman) vardı.[15] Sipehsâlâr’a göre Hicaz’dan Şam’a, buradan Erzincan’a ve hemen Erzincan’a bağlı Akşehir’e vardı, kışı burada geçirdi ve daha sonra Konya’ya ulaştı.[16] Sipehsâlâr ise, ailenin Malatya’ya uğradığından söz etmediği gibi, ailenin Erzincan Akşehir’indeki dört yıllık ikametini de bir yıl göstermekte ve Lârende’deki yıllara değinmeden Konya’ya vardıklarını anlatmaktadır.
Bahâeddin Veled, on yedi yaşındaki[17] Mevlânâ’yı Karaman’da 1225 yılında kafilenin üyelerinden Semerkantlı Lala Şerefeddîn’in kerimesi Gevher Hatun’la evlendirdi. Bu evliliğin akabinde 1226 (623)’da Sultan Veled ve daha sonra Alâeddîn Çelebi dünyaya geldi. Karaman’da yedi yıl kadar süren ikamet esnasında Mevlânâ’nın annesi Mümine Hatun ile ağabeyi Alâaddin Muhammed vefat ettiler ve bugün Mâder-i Mevlânâ Türbesi olarak bilinen yerde toprağa verildiler.
Konya’da Daimî İkamet
Büyük Mevlânâ Bahâeddin Veled ailesiyle birlikte, İbtidânâme’nin dışındaki rivayetlere göre Sultan Alâaddîn’in ısrarlı davetleri üzerine, Karaman’dan Selçuklu devletinin başkenti Konya’ya intikal etti. Ailenin reisi, Konya’da 23 Şubat 1231 (18 Rebiulahir 628) tarihinde vefat etti.[18]Eflâkî’ye göre vefat ettiğinde seksen beş yaşındaydı ve bu sırada oğlu Mevlânâ 24 yaşına ulaşmıştı.[19] A. Gölpınarlı, Bahâeddin Veled’in Ma’ârif isimli eserindeki bir ifadesine dayanarak, hicrî 546 (1151-1152) yılında doğmuş olması gerektiğini dile getirmektedir.[20]
Sultan Veled’in ifadesine göre, Bahâeddin Veled Konya’ya varıştan iki yıl sonra vefat etmiştir:[21]
“İki yıl sonra Allah takdiriyle Bahâeddin hastalandı, başını yastığa koydu…
… ansızın âhiret âlemine göçtü.”
Bu duruma göre aile, hicrî 626 yılında Konya’ya varmıştır. Belh’ten yolculuğa çıkış yılı 616 yılı kabul edilirse, Konya’ya varış yılı olarak da 626 yılı uygun göründüğüne göre bu arada on yıl kadar bir zaman geçmiştir. Bu zaman dilimi güzergâhta ve ikamet yerlerinde geçen yıllarla yaklaşık olarak uygun düşmektedir.
Babasının vefatı üzerine, Mevlânâ onun yerini adı.
“Padişah Celâleddin, babasının yerine geçti, oturdu; yeryüzü halkı ona yüz tuttu.
Babası gibi zahitti, bilgindi; bütün bilginlerin başı-başbuğuydu, padişahıydı.”[22]
Mevlânâ bir yıl sonra babasının müritlerinden Seyyid-i Sırdân lakaplı Şeyh Burhâneddîn-i Muhakkık-ı Tirmizî’nin Konya’ya gelişiyle ona bağlandı ve bu bağlılık 9 yıl sürdü.
“Mevlânâ, Seyyid’in hizmetinde dokuz yıl kaldı; böylece hem sözde, hem özde onun eşi oldu.”[23]
Eflâkî’ye göre “Bazıları, Mevlânâ’nın o anda, bazıları da Belh’te babasının zamanında Seyyid’e mürit olduğunu söylerler. Seyyid lâla ve atabek gibi daima Hüdâvendigâr’ı omuzunda taşır ve dolaştırırdı.[24]” Ancak bu bağlılığın her durumda olgun yaşlarda gerçek bir anlam kazandığı aşikârdır.
Mevlânâ, mürşit kabul ettiği ve mürit olarak bağlandığı Burhâneddin-i Muhakkik’in tavsiyesiyle bir müddet tahsil için Şam ve Hâlep’te bulundu. Dönüşte Kayseri’de hocasını ziyaret ederek onun nezaretinde çile çıkardı. Seyyid, Kayseri’de hicrî 638 (1240-41)’de vefat edince de kabrini ziyarete gitti.[25]
Mevlânâ’nın Tahsili
Mevlânâ’nın ciddî bir tahsil gördüğü ve tasavvufî bir terbiyeden geçtiği kaynaklardaki bilgilerden ve eserlerindeki açık delillerden anlaşılmaktadır. Babası vefat ettiğinde 24 yaşında iken medresede onun yerini alabilecek ilmî özellikler taşıdığı belirtilen Mevlânâ, buna rağmen tahsiline devam etti. Mevlânâ’nın, babası hayattayken 1221-1228 yılları arasında tahsilini ikmal için Hâlep ve Şam’a gitmiş olduğu belirtilmektedir.[26] Ancak 1225 yılında Karaman’da evlendiği ve sonrasında art arda iki çocuğunun dünyaya geldiği gözden uzak tutulmamalıdır.
Eflâkî’nin ifadesiyle “Bahâ Veled hazretleri yokluk âleminden varlık âlemine göçtüğünün ikinci yılında, Mevlânâ hazretleri, zâhir ilimlerinde derinleşmek ve olgunluğunu eksiksiz duruma getirmek için Şam’a hareket etti. Derler ki, bu, onun ilk seferi idi.[27]” Bu dönemin ne kadar sürdüğü kesin değildir. Yine Eflâkî “Onun yedi yıla yakın Şam’da kaldığını söylerler; fakat dört sene oturdu diyenler de vardır” demektedir.[28]
Mevlânâ’nın Hâlep Hâlevîye medresesindeki hocası Kemâleddîn bin Adîm’dir (ö.1262). Sipehsâlâr, Mevlânâ’nın tahsili için şu bilgileri vermektedir: “…lügat, arabiyât, fıkıh, tefsir, hadîs, ma’kûlât ve menkûlât gibi ilimlerde o çağda zamanın bütün ilimlerin başta gelenlerindendi ve bütün fenlerde yüksek icazetler elde etmiş, gençliğinin ilk çağında Hâlep şehrinde türlü bilim ve sahâlarda dünyada eşi olmayan Mevlânâ Kemâleddîn b. Adîm’den faydalanmakla meşgul olmuştur,”[29]
Tebrizli Şems’in Konya’ya Gelişi ve Kayboluşu
Mevlânâ’nın hayat hikâyesinde Tebrizli Şems’in özel bir yeri vardır. Karşılaşmaları ve birbirlerine olan sevgileri etrafında çok şeyler anlatılmış ve yazılmıştır. Şemseddin Muhammed-i Tebrîzî, Konya’ya ilk olarak 29 Kasım 1244 (26 Cemaziyelahir 642) tarihinde gelmiştir. Sultan Veled’in diliyle buluşmanın etkisi ve Şems’in ilk sözleri şu şekildedir:[30]
“Ansızın Şemseddin gelip ona ulaştı; nurunun ışığında da gölge, yok olup gitti.
Aşk dünyasının ardından defsiz, sazsız aşk sesi erişti.
Maşuk hâllerini anlattı ona; böylece de sırrı yücelerden de yücelere vardı.
Dedi ki: Sen batına rehin olmuşsun ama şunu bil ki ben, batının da batınıyım.”
Mevlânâ’nın öğrenci ve müritlerinde, kendileriyle önceki gibi ilgilenilmediği için büyük hoşnutsuzluk oluştu. Şems’ten yakınmaya başladılar:
Bu adam kim oluyor ki Şeyhimizi, ırmağın bir saman çöpünü kapıp sürüklediği gibi kaptı da bizden ayırdı .[31]
Arzuları önceki düzene dönmekti:
“Onlar, Şems buradan giderse padişahımız yalnızca bize kalır;
Önceden olduğu gibi ihsanlarına ereriz; dudaksız-damaksız şekerlerini yeriz;
Gene onun güzelim öğütleriyle beş duygudan, altı yönden ibaret dünyadan sıyrılırız (demekteydiler).”[32]
Bu hoşnutsuzluklar ve yakınmalar nedeniyle Tebrizli Şems, 21 Şevval 643 (10-11 Mart 1246) günü Konya’dan ayrılmıştı. Sultan Veled bu beraberliğin süresini bir-iki yıl olarak belirtmektedir:
“Bir zaman beraber kaldılar; bir-iki yıl rahat ve huzura daldılar.” [33]
On altı ayı biraz aşan bu zaman diliminde aralarında gerçekleşen imtizaç ve sevgiden sonra bu ayrılış Mevlânâ’yı son derecede etkiledi. İlgi ve himaye bekleyen müritler yaptıklarından pişman olup çare aradılar. Sultan Veled bunu şöyle ifade eder:
“Lûtfet, bilgisizlikle suçlar işledik ama tövbemizi kabul et.
Feryâd ederek defalarca bu sözleri söylediler; aylarca gece-gündüz, bu çeşit yalvardılar.
Şeyh, onların bu hâlini görünce, yollarını düzene soktu; o incinmeden vazgeçti.” [34]
Mevlânâ oğlu Sultan Veled’i Şems’i bulup getirmesi için Şam’a gönderdi. 15 ay kadar sonra hicrî 644 (1246-1247)’de birlikte geri döndüler. Ancak beraberlik uzun sürmedi ve hicrî 645 (1247-1248) yılı içerisinde tamamen kayboldu. Eflâkî, bu son geliş ve kayboluşun arasında ayrıca bir Şam yolculuğu olduğunu kaydetmektedir: “Kimya Hatunun ölümünden yedi gün geçtikten sonra Şaban 644 h./ Aralık 1246’da tekrar Şam’a gitti.”[35]
Eflâkî, Şems’in kayboluşunu şöyle tespit etmektedir: “Şemseddin’in kaybolup gizlendiği tarih 645 (1247) yılının Perşembe günüdür.”[36] Eflâkî, ayrıca “İkinci seferinde tam altı ay medresenin hücresinde Mevlânâ ile sohbet ettiler” demektedir.[37]
Şems’i, aralarına Mevlânâ’nın oğlu Alâaddin’in de karıştığı söylenen bir gurubun öldürdüğü rivayeti kaynaklarda daima tereddütle aktarılırken, Sultan Veled yirmi iki yaşlarında yaşadığı olan biteni anlatırken her hangi bir öldürme olayından hiç söz etmemektedir.[38]. Şems ona gelişmeler üzerine şöyle demişti:
“Bu sefer öylesine bir gitmek istiyorum ki hiç kimse benden bir nişan bile bulamayacak.
Aramakta herkes acze düşecek, kimse benden bir nişan bile bulamayacak.
Böylece birçok yıllar geçecek de gene kimse izimin tozunu bile göremeyecek…
Derken; herkesin gönlündeki keder geçip gitsin diye ansızın herkesin arasından yitiverdi.”[39]
Mevlânâ, Tebrizli Şems’in ardından onu bulabilmek için iki defa Şam’a gitti. İlk gidiş ve dönüşten sonra Konya’da birkaç yıl geçince[40] tekrar aynı arzuyla Şam’a yöneldi. Eflâkî, Mevlânâ’nın bu defa Şam’da bir yıldan çok veya az kaldığını söylemektedir.[41]
Mevlânâ, bu arayış ve üzüntülerden sonra kendisine “nâib ve halife” olarak Konyalı kuyumcu Şeyh Selâhaddin’i seçti:
“Şeyh’in(Mevlânâ) coşkunluğu, onunla yatıştı; bütün o zahmet, dedi-kodu, esenliğe dönüştü.” [42]
Mevlânâ Şeyh Selâhaddin’le on yıl bir arada bulundu[43] ve bu arada oğlu Sultan Veled’i Şeyh’in kızı Fatıma Hatun’la evlendirdi. Şeyh Salâhaddin 29 Aralık 1258 (1 Muharrem 657) günü vefat etti.[44]. Mevlânâ, son on yılını Mesnevî’nin de yazılmasına sebep olan Çelebi Hüsâmeddin’le sohbette bulunarak geçirdi.[45] Bu iki muhterem zatla geçen yıllar, Mevlânâ ve çevresindekiler için huzurlu ve verimli yıllar oldu. Bu dönemler, çevresindekileri himaye ettiği, ekseriyetle manzum ve mensur eserlerinin oluştuğu yıllardır.
Mevlânâ, Hicrî tarihle altmış sekiz; miladî tarihle altmış altı yaşında bulunurken 17 Aralık 1273 (5 Cemâziyelâhir 672) günü Yaratıcıya kavuşmuştur. Halifesi Çelebi Hüsâmeddin ise ondan yaklaşık on bir yıl sonra 3 Kasım 1284 (22 Şaban 683) günü vefat etti.[46] Vefatında elli yaşlarında olan sadık oğlu Sultan Veled ise, babasının maddî ve manevî mirasını lâyık şekilde temsil ederek 11 Kasım 1312’de bu dünyadan göçtü.
Mevlânâ’nın Çevresi
Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled, bulunduğu ve yolculuğu sırasında uğradığı şehirlerde daima devlet adamlarının ve ilim erbabının teveccühünü kazanmış bir zattı. Anadolu Selçuklularının en güçlü sultanlarından olan Alâaddin Keykubad I (slt.1220-1237), Konya’daki ikameti esnasında ona büyük hürmet göstermiş, hatta onun müridi olmuştu. Sultan Veled, Sipehsâlâr ve Eflâkî bu hususta birçok bilgi vermekte ve beraberliklerinden söz etmektedirler. Aileye yönelik bu ilgi ve hürmet, bu asra kadar devam etmiştir.[47]
Mevlânâ, babasının vefatının akabinde bir müddet daha Şam ve Hâlep’te tahsil görüp muhtemelen 1240 civarında her yönüyle babasının yerini aldı, Selçuklu devlet adamları tarafından büyük saygı gördü ve varlığından istifade edildi. Sultan İzzeddin II (slt. müstakil ve müşterek olarak 1246-1249, 1249-1254, 1257-1259, 1259-1262) ve Sultan Rükneddîn Kılıç Arslan IV (slt. müşterek ve müstakil olarak 1254-1257, 1259-1262, 1262-1266) Mevlânâ’yı ziyaret eder ve sohbetlerine iştirak ederlerdi. Rükneddin Kılıç Arslan Mevlânâ’nın müridi ve “oğul” diye hitap ettiği kişilerdendi.[48] Eflâkî, eserinde birçok yerde sultan ve devlet adamlarının katıldığı sohbet ve semâ gösterilerinden söz etmektedir.
On beş yıl devletin hâkimiyetini elinde tutan Muîneddîn Pervâne (ö.1277), Mevlânâ’ya son derece hürmet gösterir ve onun için ziyafetler ve sohbetler düzenlerdi. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh’indeki sohbetlerin ekserisini onun evinde ve ona hitaben söylemiştir. Pervâne’nin hanımı Gürcü Hatun da büyük bağlılık içerisindeydi. Müstevfîlik (maliye bakanlığı), vezirlik ve atabeklik görevlerinde bulunmuş olan Pervâne’nin damadı Mecdeddîn Atabek (ö.676/1277), ünlü vezir Sahib Ata Fahreddin Ali’nin (ö.687/1285) yanı sıra Sahib Şemseddin, Alameddîn Kayser, Taceddîn Mu’tez, Celâleddin Karatay, Hatîroğlu Şerefeddin Mes’ûd ve Emîneddîn Mikâil gibi bir çok devlet adamı, Mevlânâ’yı sık sık ziyaret eder, kimi zaman mektuplarla ulaştırdığı ricalarını yerine getirirlerdi.[49]
Görüştüğü Bilgin ve Şeyhler
Mevlânâ, ailesinin ve kendisinin taşıdığı özellikler nedeniyle bir arada bulundukları dışında elbette birçok bilgin ve arifle görüşmüştür. Bunların hepsini belirlemek mümkün değildir. Kaynaklara göre, Mevlânâ Şam’da bulunduklarında Şeyh Muhyiddîn-i Arabî, Sa’deddîn-i Hamevî, Şeyh Osmân-ı Rûmî, Evhadüddin-i Kirmânî, Sadreddîn-i Konevî ile sohbet etmiştir.[50]
Konya’da onun zamanında bulunmuş olan ve görüştüğü önemli zevat arasından isimleri öne çıkanlar, şunlardır: Konyalı Sadreddin (ö.1274), Şirazlı Kutbeddin (ö.1310), Fahreddin-i Irâkî (ö.1289), Şeyh Necmeddin-i Râzî (ö.1256), Urmiyeli Kadı Sirâceddin (ö.1283), Hintli Safiyyeddin (ö.1315).
Tarikat Silsilesi ve Yolu
Sipehsâlâr, Sultânu’l-ülemâ Bahâeddin Veled’in zikir telkini ve hırka silsilesini şöyle vermektedir: Babası Ahmed el-Hatîbî, Ahmed-i Gazzâlî, Ebû Bekr-i Nessâc, Muhammed-i Zeccâc, Ebû Bekr-i Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî, Seriyy-i Sakatî, Ma’rûf-i Kerhî, Dâvûd-i Tâî, Habîb-i Acemî, Hasan-i Basrî, Hz. Ali ve Hz. Peygamber.[51]
Mevlânâ’nın zikir silsilesi ise, Menâkibu’l-ârifîn’de şu şekilde sıralanmaktadır., Seyyid Burhâneddin-i Muhakkik-i Tirmizî, Bahâeddin Veled, Şemsü’l-eimme Abdullah-i Serahsî, Hatîb-i Belhî, Ahmed-i Gazzâlî, Ebû Bekr-i Nessâc, Muhammed-i Zeccâc, Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî, Seriyy-i Sakatî, Ma’rûf-i Kerhî, Dâvûd-i Tâî, Habîb-i Acemî, Hasan-i Basrî, Hz. Ali ve Hz. Peygamber.[52]
Bahâeddin Veled’in, Necmeddîn-i Kübrâ’nın (ö.1221) hâlifesi olduğu da kaydedilmektedir.[53]Buna göre de silsile şöyledir: Ammâr-i Yâsir, Ebu’n-Necîb-i Suhreverdî, Vecîhüddin el-Kâzî, Muhammed-i Bekrî, Ahmed-i Dîneverî, Mimşâd-i Dîneverî, Cüneyd-i Bağdâdî[54]. Ayrıca tarikat terbiyesinin dışında sohbet cihetiyle Ahmed-i Gazzâlî, Ebu Bekr-i Nessâc, Ebû Alî-i Fârmedî ile devam eden başka bir silsileye sahip oldukları nakledilmektedir.[55]
Oğlu Sultan Veled, Mevlânâ’nın buyruğuyla sırasıyla Şems’e, Şeyh Selâhaddin’e, Çelebi Hüsâmeddin’e uymuştur. Tebrizli Şemseddin, Şeyh Selâhaddin ve Çelebi Hüsâmeddin, Mevlânâ’nın nâib ve halifeleri durumundaydı.[56]
Mevlânâ’nın eserlerini kaplayan aşk ve vecd’in daha önceki örneklerini, Ahmed-i Gazzâlî (ö.517/1123-24) ile ünlü şairler Senâ’î (ö.1131) ve Şeyh Attâr (ö.1220?) dile getirmiştir. Sultan Veled’in İbtidânâme’sindeki şu ifadeler bu fikrî ve manevî beraberliği anlatmaktadır:
“Ama Senâî ve Attâr’ın divanlarınna, Allah bizi aziz sırrıyla kutlasın, Mevlânâ’nın, özünde özü, içinde iç olan Senâî ile Attâr’ın sözlerinin özü-özeti bulunan faydalı sözlerine meyletmek, meyleden kişinin, gönül ehlinden ve velîler bölüğünden olduğuna delildir.”[57]
Mevlânâ’nın tasavvufî silsilesinde ve anlayışında bu ortak özellik gözlerden uzak tutulmamalıdır. Farklı bir ilâhî hikmet anlayışına ve yorumuna sahip olan Muhyiddin ibn-i Arabî (ö.1240) ile Mevlânâ arasında doğrudan bir benzerlik ve yakınlık o yıllarda görülmemekteydi. Sonraki asırlarda birlik ve yakınlığı usul edinen sevenlerinin yorum ve gayretleriyle kimi eserlerde böylece uyum teessüs edilmiştir.
İlim öğrenme mekânları olan medreselerin, Mevlânâ’nın ve babasının hayatında büyük yeri vardır. Tahsil dönemlerinde ve sonrasında hayatları bu mekânlarda geçmiştir. Rivayete göre, Sultan Alâaddin ikametleri için sarayına davet ettiğinde Sultânu’l-ulemâ’ “İmamlara medrese, şeyhlere hânkah, emîrlere saray, tüccarlara han, başıboş gezenlere zaviyeler, gariplere kervansaraylar uygundur” cevabını vermiştir ve Mevlânâ da aynı şekilde davranmıştır.[58] Mevlânâ’nın ailesinin yanında ve ayrıca Şam’da ve Halep’te geçirdiği tahsil yılları, ailenin bu yöndeki hassasiyetini göstermektedir. Mevlânâ, ilmî faaliyetleri nedeniyle önemli Hanefî fakîhleri arasında yer almaktadır.[59]
Âlim ve müftülerin özelliklerine sahip Mevlânâ “Fetva aylığının bize helal olması için hangi hâlde olursam, olayım, fetva getirirlerse, engel olmayın ve bana getirin” derdi. İstiğrak ve semâ hâlinde de fetva yazardı.[60]
İlmî birikimi, binlerce âyet-i kerime ve hadis-i şerifle donattığı Farsça ve Arapça şiirlerinde ve mensur eserlerinde görünmektedir. Yaşadığı yıllarda toplumda yaygın olan şiir sevgisinin, Mevlânâ’da da bulunduğu ve bu nedenle onun Arapça ve Farsça birçok divan okuduğu aşikârdır. Taşıdığı duyuş, aşk ve vecd hâlini terennüm etmekte kendisine örnek aldığı meşhur mutasavvıf şairler Senâî ile Şeyh Attâr’ın şiirde açtığı yolun en büyük temsilcisidir.
Böylece Mevlânâ ilmin, irfanın ve şairce duyuşun buluştuğu bir bilge kişi olarak, toplumun gündelik hayatıyla yakından ilgilenmiş ve insan ruhunun problemlerine ikna edici çözümler sunmuştur. Taşıdığı aşk ve istiğrak hâli, onu çevresinden ve gündelik hayattan uzaklaştırmamıştır.
Mevlânâ’dan nakledildiğine göre:
İnsanda iki büyük nişan vardır: Birincisi bilgi, ikincisi fedakârlıktır. Bazısında bilgi var, fedakârlık yok. Bazısında fedakârlık vardır, bilgi yoktur. Her ikisine de sahip olana ne mutlu.[61]
Hz. Mevlânâ’nın Vasiyeti:
Size, gizlide ve açıkta Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, isyan ve günahları terk etmeyi, oruç tutmayı, namaza devam etmeyi, sürekli olarak şehveti terk etmeyi, bütün yaratıklardan gelen cefaya tahammüllü olmayı, aptal ve cahillerle oturmamayı, güzel davranışlı ve olgun kişilerle birlikte bulunmayı vasiyet ediyorum. İnsanların en hayırlısı, insanlara yararı olandır. Sözün en hayırlısı, az ve anlaşılır olanıdır.[62]
DİPNOTLAR
[1] Veled-nâme, nşr. Celâleddîn-i Hümâî, Tahran, 1315 hş.; Aynı eserin diğer adıyla çevirisi: İbtidâ-nâme, trc. Abdülbâki Gölpınarlı, Ankara, 1976.
[2] “Zindegî-nâme-i Mevlânâ Celâleddin-i Mevlevî” adıyla nşr. Sa‘îd-i Nefîsî, Tahran, 1325 hş.; Türkçeye çevirisi: Mevlânâ ve Etrafındakiler, trc. Tahsin Yazıcı, İstanbul, 1977.
[3] el-Eflâkî, Şemseddin Ahmed, Menâkibu’l-ârifîn, nşr. Tahsin Yazıcı, I-II, Ankara, 1976-1980; Türkçeye çevirisi: Ariflerin Menkıbeleri, I-II, trc. Tahsin Yazıcı, İstanbul, 1986-1987.
[4] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 50-51 (Önsöz), 126, 243. Sultânu’l-ülemâ, Şemsül’l-eimme’nin torunuyla, belki de daha doğru olarak torununun kızıyla evli olabilir. Bkz. Gölpınarlı, Abdülbâki, Mevlânâ Celâleddin, İstanbul, 1985, s. 38.
[5] Mevlânâ’nın Hz. Ebû Bekir’in soyundan geldiğini göstermek amacıyla adına eklenen “el-Bekrî (Bekr’e mensup)” mensubiyet sıfatı, başta Sipehsâlâr’ın Risâle’si ve Menâkibu’l-ârifîn olmak üzere kaynaklarda ısrarla kaydedilmektedir. Ancak bu mensubiyetten Mevlânâ’nın ve babasının eserlerinde bahsedilmemesi, en güvenilir Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr yazmalarında ve nihayet türbelerinin kitâbelerinde de bu duruma işaret eden bir kayıt bulunmaması dikkat çekicidir. Sultan Veled’in, Veled-nâme’sinin, Celâleddin Hümâî tarafından yayınlanan Farsça metninde bu mensubiyeti ifade eden beytin, eski ve itibar edilmesi gereken yazmalarda bulunmadığını ise Gölpınarlı ortaya koymuştur. Bkz. Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, s. 35-38.
[6] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 250-251; krş. C. Humâî, Veled-nâme Önsözü, s. 4-6.
[7] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I,125; Sadece yıl olarak, Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, s. 33. Bu tarihten beş on sene daha önce doğmuş olması gerektiği şeklindeki Gölpınarlı’nın görüşü pek uygun görülmemiştir. Bu görüşü için bkz. Mevlânâ Celâleddin, s. 44; Mevlânâ Şems-i Tebrîzî ile altmış iki yaşında buluştu, Şarkîyât Mecmuası, Sayı III, 1959, s.156-161.
[8] İsmâil-i Ankaravî, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, I-VI, İstanbul, 1289/ 1841, II, 12.
[9] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 91.
[10] Kadı Necmeddîn-i Taştî’nin dilinden aktarılan şu bilgiler, bunun en eski kaydı olsa gerektir: “Bütün dünyada üç şey geneldi. Hazret-i Mevlânâ’ya mensup olunca özelleşti ve önde gelen kişiler, bunu güzel karşıladılar. Birincisi, Mesnevî kitabıdır. Her iki mısraa, mesnevî denilirdi. Şimdi mesnevi adı söylenince akıl, düşünmeksizin Mevlânâ’nın Mesnevî’si olduğuna karar veriyor. İkincisi, bütün âlimlere mevlânâ denilir. Şimdi mevlânâ adı söylenince Hazret-i Mevlânâ anlaşılıyor. Üçüncüsü, her kabre türbe denilirdi. Artık türbe denilince, türbe söylenince türbe olan Mevlânâ’nın istirahatgahı anlaşılıyor” Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 50.
[11] Bahâeddin Veled’in, Belh’ten ayrılmak üzereyken verdiği vaazda, Sultan Alâaddin Hârezmşâh’la birlikte Fahreddîn-i Râzî’nin bulunduğu hakkındaki rivayeti (Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 34) doğrulayan bir belge yoktur. Çünkü Fahreddîn-i Râzî’nin ölüm tarihi (606/1209), bu hadiseden önceye rastlar.
[12] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 95.
[13] Ayrıca bu göç için 618 (1221) yılı da zikredilmektedir. Bkz. Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, s. 42.
[14] Sultan Veled, Velednâme, s. 40 (Önsöz), Metin, 191; krş. Çeviri İbtidâ-nâme, s. 251/ beyit 4186-4187; Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 98. Değerlendirme için bkz. Helmuth Ritter, Mevlânâ Celâleddin Rûmî ve Etrafındakiler, Türkiyat Mecmuası, C. VII-VIII, s. 268-281, İstanbul, 1942, s. 270.
[15] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 99-101.
[16] Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, s. 22-23.
[17] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 112.
[18] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I,103,116.
[19] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 108, 112.
[20] Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, s. 34.
[21] Sultan Veled, Veled-nâme, s. 41 (önsöz), 192-193; krş. İbtidânâme, 242-243/ beyit 4221, 4240.
[22] Sultan Veled, İbtidânâme, s. 244/ beyit 4256-57.
[23] Sultan Veled, İbtidânâme, s. 248/ beyit 4318.
[24] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 117, 128; krş. Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, s. 19, 34.
[25] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 131.
[26] Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, s. 46; Sadeddin Nüzhet- Mehmed Ferid, Konya Vilayeti ve Harsiyâtı, Konya, 1926, s. 116 (Sadece Şam’da üç sene kadar kaldığı belirtilmektedir).
[27] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 127.
[28] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 129.
[29] Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, s. 40.
[30] Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 249/ beyit 4335-4338.
[31] Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 51/ beyit 811.
[32] Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 55/ beyit 877-879.
[33] Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 50/ beyit 795.
[34] Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 56/ beyit 899-901.
[35] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 20 (Önsöz), 74.
[36] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 97.
[37] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 100.
[38] Bkz. B. Fürûzanfer, Mevlânâ Celâleddin, trc. F. N. Uzluk, İstanbul, 1986, s. 103-107.
[39] Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 64/ beyit 1043-45, 1043.
[40] Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 75/ beyit 1238.
[41] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 104.
[42] Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 87/ beyit 1449.
[43] Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 137; Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 107,110, 119.
[44] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 120. Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, s. 112.
[45] Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 152.
[46] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 144.
[47] Veled Çelebi (İzbudak) şöyle demektedir: “Hazret-i Pîr Efendimizin sâye-i senîyelerinde bizler bile hemîşe selâtîn ve vüzerâ ve eşrâf ve a‘yândan bînihâye i‘zâz ve ikrâm ve ihsânâ mazhar olagelmekteyiz.” Konya Sâlnâmesi 1332 h., İstanbul, 1332, s. 749.
[48] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 87; Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul, 1993, s. 531-532.
[49] Meselâ Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 30, 39, 48, 52,57, 60, 149, 155, II, 108; Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 514, 524-525, 543, 561.
[50] Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, s. 35; Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 92-93.
[51] Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, s. 18.
[52] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, II, 252.
[53] Câmî, Abdurrahmân, Nefehâtü’l-üns, nşr. Mahmûd-i Âbidî, Tahran, 1375 hş., s. 459; Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, s. 39-40.
[54] Sarı Abdullah Efendi, Cevâhir-i bevâhir-i Mesnevî, İstanbul, 1287, cilt 1, s. 26.
[55] Sarı Abdullah Efendi, Cevâhir-i bevâhir-i Mesnevî, s. 26.
[56] Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 137, 199.
[57] Sultan Veled, İbtidâ-nâme, s. 266.
[58] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 101, 129.
[59] Meselâ el-Kureşî, Muhyuddin Ebû Muhammed (Yaşadığı yıllar 1297-1374), el-Cevâhiru’l-muziyye fî tabakâti’l-Hanefîye, I-V, nşr. Abdülfettâh Muhammed el-Halevî, 1993, s. III, 343-346.
[60] Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler, s. 98; Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 306.
[61] Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri, I, 331.
[62] Câmî, Nefehâtü’l-üns, s. 465; Kemâleddîn Efendi, Mevzû‘âtu’l-‘ulûm, I-II, İstanbul, 1313h., I,747. Veled Çelebi, bu vasiyetnâmeyi “Hayru’l-kelâm” adıyla şerh etmiştir (İstanbul, 1330 h.).