MEVLÂNÂNIN MESNEVİSİ’NDE AŞK
İhsan SOYSALDI
Özet
Mevlânâ, geçmişten günümüze gelen hoş bir soluk, aşk mezhebinin en önde gelen temsilcisidir. Aşkı anlatmak herkese zor ama Mevlânâ için çok kolaydır. Çünkü o aşkı tatmış özel bir Allah dostu, anlamak isteyene de “Ben ol da bil” demiştir. Aşk, ayrı bir boyutta yaşanan özel ve farklı bir duygudur. Onu ancak âşıklar anlar ve anlatır.
Anahtar Kelimeler: Aşk, tasuvvuf, Allah âşığı, ruh.
Abstract
Mawlana is one of the most important representatives of the love sect coming to our date with a fresh breath. Explaning love is difficult for Mawlana. Because he is a special God lover who tasted God love and said “You will understand love if you love as I do”
Love is a special and different feeling which is lived in a different aspect. It could only be understood and explanined by lovers.
Key Words: Love, Sufism, God Lover, stirit.
GİRİŞ:
Sevgi tasavvufun özüdür. Aşığın gayesi İlâhî Sevgiliye ulaşmaktır. Peygamberler sevginin en güzel örneklerini vermişlerdir. Aşkın aslı, ruhun dünya sevgisinden vazgeçip, İlâhî sevgiye ulaşması ve neticesinde varlığın en yüce hâline ermesidir. Sevgi, varlığın esas mayası olarak kabul edilir. Sevgi saf olmalı, beklentiden yada süflî arzulardan arınmış, hiçbir menfaat isteğine bağlı olmamalıdır. İnsanı Sevgiliden ayıran fizikî âlemin sayısız nimetlerinden vazgeçmesi gerekir. Çünkü bir kalpte iki sevgiliye yer yoktur. Seven için beklemek dahi tatlı ve mutluluk vericidir. Egoculuk, bireycilik gibi unsurlar aşk ve sevgide erimelidir. Aşk, sevenin sevgilisinde kendi sıfatlarından sıyrılıp sevgilisinin sıfatlarına bürünmesidir. Böyle yüce bir duyguyu anlatmakta ise kelimeler ve cümleler yetersiz kalmaktadır.
Sevgi, hâlinden memnun olmak, ıstıraptan bile büyük haz duymaktır. Bütün insanların mutluluğu için kahır ve cefayı sevmek, aşka varmak için kinin geçidini aşmak gerekir. Birliğe ulaşmak, çokluk köprüsünden geçmeyi gerektirir. İnsanlık sevgisine ulaşmak için ihtiras ocağında pişmek şarttır.
Aşk ruha teslim olmak, dış gözünün kör olması, iç gözünün bütün varlığa açılmasıdır. İç gözüyle varlığı bulanlar maddeye ve hırslarına hükmedeceklerdir. Aşk maddeye esir olmadan, Allah”a yani sonsuz birliğe ulaşmaktır. Fertte cemiyeti, insanda insanlığı sevmek, vuslattan uzak olmaktır. Ona ulaşamamaktan ve yanmaktan zevk duymaktır. Âşık sevdiği için övünmez, aşkıyla övünen gerçek âşık kabul edilmez.
Sevgi ne güzellikten ne endamdandır. O ancak, ruhun kendisiyle şiddetle âşık olduğu şeydir. Aşk, kendi seçimi ve isteğiyle değil, irade dışı olan bir hâldir. Aşk çok susamış birinin soğuk suya veya çok acıkmış olanın yiyeceğe duyduğu şevk ve sevgi mesabesindedir. Bunlara karşı konulamaz. Aşk tanımı yapılamaz ancak tadılır, tadan da aşkın ne olduğunu anlatamaz. Sevgi evrenseldir, annenin çocuğunu sevmesi, karı kocanın birbirini sevmesindeki ilâhî sır “bir tenle bir teni, bir canla bir canı kavuşturmaktır.”
Hemen her şeyin yalnızca madde planında ele alındığı, aşkın yalnızca tabii yönüyle ilgilenildiği bir ortamda, sevginin ruhânî ve ilâhî tarafının ortaya konulması zordur. Mutasavvıfların aşkı dile getirmek için tercih ettikleri yol daha çok şiir ve mûsikî olmuştur. Bunu da ifâde ederken pervâne-mum-ateş, gül-bülbül, kadeh-sâkî-bâde gibi benzetmeleri kullanmışlardır. Bu anlatımlar yanında bazen de ilâhî aşkı mecâzî aşk şeklinde sembolleştirmişlerdir. Mutasavvıflar, kaside, gazel ve mesnevî türündeki eserlerinde konusu Allah aşkı olmasına rağmen insanî güzellikleri vererek aşkı tarif ve anlatım yolunu seçmişlerdir.
Aşk âlemin var olma sebebidir. Aşk, insana sevmenin ne olduğunu öğreten, feragat ve fedakarlığın nasıl olacağını gösteren bir yoldur. İnsanın gönlünü yanmaya alıştıran bu yol insanları Hakk”a götüren bir vasıtadır. Nefsi dinin emrine boyun eğdiren, dini de nefis için vicdan kılmak aşk sayesinde gerçekleşmektedir. Yokluğun karanlığını gidererek, bizi mutlak güzelliğe ulaştıracak yine aşktır. Aşk yolu uzun ve meşakkatlerle dolu bir yoldur.
I- MUTASAVVIFLARIN AŞKA YAKLAŞIMLARI
Aşk Kavramı:
Aşk; “müfrit muhabbet, aşırı sevgi, sevginin son mertebesi, sevginin insanı tam olarak hükmü altına alması varlığın aslı ve yaratılış sebebi” gibi manalara gelmektedir.1 Sevgi ise, “sevmek, dost edinmek, muhabbet” gibi manalara gelir. Kur’an-ı Kerim”de aşk, muhabbet kavramıyla ifade edilmektedir: “Allah yakında öyle bir toplum getirecek ki, O onları sever onlar da O’nu severler.“2 “(Rasulüm) De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun, Allah da sizi sevsin.“3 Bu ayetlerde de görüldüğü üzere Allah kendi sevgisi ile birlikte kulun da Allah”a karşı sevgisini vererek, insanın kalbine aşkı ve sevgiyi verenin yine kendisi olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca kendi sevgisine ulaşmak için Allah”ın Sevgilisi olan Allah Rasülü”nün de sevilip, emirlerine uyulmasının gerekliliği vurgulanmaktadır.
Aşk öyle bir kimyadır ki, o ancak can madeninde bulunur. O öyle bir cevherdir ki, kaynağı sadece Allah Teâlâ’dır. İnsanın yaratılış gayesi, seyr-i cemâl ve kesb-i kemâldir. Kamil insan baktığı her yerde bu ilâhi hikmeti ve ulvi güzelliği gören kimsedir.
Muhabbetin manalarından biri de ihsanda bulunmak, (dost olsun diye) seçilen kula hususiyet bahşetmek, onu velayetin kemal derecesine ulaştırmak, ona çeşit, çeşit kerametler ve lütuflar tahsis etmektir.
Muhabbet hâli, kulun, gözüyle Allah’ın kendisine verdiği nimetlere; kalbiyle Allah’ın kendisine olan yakınlık, inayet, hıfz ve yardımına; imanı ve yakiniyle ise Allah’ın kendisine hidayet ve inayet nasip ederek kendisini sevmesine bakarak Allah’ı sevmesidir.4
Allah’ın kulunu sevmesinin bazı tezahürlerini şu şekilde ifade edebiliriz: Allah”ın kuluna bol bol nimet ihsan etmesi, dünya ve ahirette sevap vermesi, ceza mahalli olan cehennemden onu emin kılması, günahtan koruması, yüce haller ve yüksek makamlar ikram etmesi, başkasına ve masivaya iltifat etmekten, sırrının ilgisini kesmesi, her şeyden uzaklaşana kadar, sadece rızasını talep eder hale gelinceye dek ona ezeli inayetini ulaştırmasıdır. Hakk Teâlâ, bu manaları kuluna tahsis edince, bu iradenin bu şekilde ona tahsis edilmesine, sûfîler muhabbet ismini verirler.
Hakk Teâlâ’nın muhabbeti, kulu güzelce meth-u sena etmektir. Allah’ın meth-u senası, Onun kelamıdır. Yine Allah’ın muhabbeti, Onun ihsanı, Onun ihsanı da fiili manasına gelir. Muhabbet, itaatkâr mü’minin kalbinde oluşan bir sıfat olup, sevgilinin rızasını talep etmek, onu görmek için sabırsızlanmak, ona yakın olma arzusu içinde olmak, o olmadan karar ve rahat bulmamak, onu zikretmeyi alışkanlık haline getirmek, zikrinin dışında kalan her şeyden uzaklaşmak olarak açıklanmıştır. Muhabbette rahatı kendine haram kılmak karar ve sükűn halini kendinden uzaklaştırmak, ülfet ve ünsiyet ettiği şeylerin hepsini kökten terk etmek, heva ve hevesten yüz çevirmek, sevgi Sultanına yönelmek, bu Sultanın hükmüne itaat etmek, Hakk Teâlâ”yı kemal vasıflarıyla tanımak için, O’nu yani Allah’ı ululamak ve yüceltmek manasına gelmektedir.
Kulun Hakk’a karşı olan muhabbeti, insanın kendi cinsinden olana duyduğu sevgi gibi değildir. Çünkü bu manadaki sevgi, ihata ve idrak suretiyle sevgiliyi idrak etme manasına gelmektedir. Bu ise, cisimlerin sıfatı ve özelliğidir. Hakk aşıkları, Ona yakınlık halinde istihlak içindedirler. Onun keyfiyetini talep halinde değillerdir. Çünkü, talip muhabbete nefsi ile kaimdir. Halbuki istihlak halinde olan sevgilisiyle kaimdir. Muhabbet cenginin yapıldığı alandaki en iyi ve en sadık kimseler istihlak ve kahır halinde (müstehlik, makhur, mağlup ve mahkum bir durumda) bulunurlar. Zira muhdes için, kadime kadimin kahretmesinden başka tevessül (yol) yoktur. Bir kimse, muhabbetin hakikatini gerçek manasıyla bilirse, müphemlik ortadan kalkar, müşkil kalmaz.5
Muhabbet, imanî ve itikadî açıdan da iki çeşittir. Biri üzerinde Hakk’ın nimetini görür. Nimetin ve ihsanın görülmesi, nimeti vereni ve ihsanda bulunanı sevmeyi icap ettirir. Diğeri, üzerine muhabbetin galip gelmesi sebebiyle, bütün nimetleri hicap mahalline kor (tüm ihsanları mahcup olma ve perdelenme vasıtası olarak kabul eder). Bu durumdakilerin yolu, nimeti değil vereni (ve Onu temaşa etmeye doğru) gider ve bu daha yüksektir.
Muhabbet her çeşit halk kesimleri arasında bilinmekte, bütün dillerde meşhur olmuş bulunmakta ve tüm milletlerin lisanlarında, durmadan üzerinde konuşulmaktadır. Aklı başında hiç bir zümre, muhabbeti kendinden gizli bir halde tutmaya kadir olamaz.
Muhabbet akdindeki kalp denizdeki serap gibidir. Kalp için muhabbet, yenilir ve içilir bir gıda gibidir. Bir gönülde sevgi bulunmazsa, o haraptır. Zorla onu celp veya defetmenin yolu yoktur. Kalp üzerinden geçen lâtifelerden (sevgi ve hislerden) nefis haberdar olmaz. Sevgi, fıtri, cibilli ve tabii bir histir. Bazen insan sever de, sevgisinden nefretinden haberi olmaz.
Muhabbetten bahsetmek muhabbet değildir. Çünkü aşk ve muhabbet yaşanarak, tadılan bir haldir ve hiç bir zaman, hal, kâl (yani laf ve söz) değildir. Eğer bütün cihan halkı muhabbeti celb etmek isteseler, buna kadir olamazlar, onu defetmeye olanca gücüyle çabalasalar, defedemezler. Çünkü muhabbet mevâhiptendir (Allah vergisidir), mekasipten (çalışarak kazanılmış) değildir. Allah’ın hibesidir, kulun kazancı değildir. Muhabbet talep eden bir şahsa, muhabbeti temin ve celbetmek için bütün alem bir araya gelseler yine de buna kadir olamazlar. Muhabbete ehil olan bir kimseden, muhabbeti, def ve uzaklaştırmak için bütün cihan halkı toplansa, buna da güç yetiremezler ve aciz kalırlar. Çünkü o, (yani sevgi ve aşk) ilahidir, beşeri ve ademi olan, lahi (yani lehv, eğlence ve süfli arzular) olur. Lahi olan ilahi olanı idrak edemez.
Aşka gelince, bu konuda tasavvuf erbabı eserlerinde geniş malumatlar vermiştir. Sűfîler zümresinden bir taifeye göre Hakk Teâlâ’ya aşık olmak caizdir, ama Hakk Teâlâ’dan aşk caiz değildir. Bunlar derler ki: Aşk, bir zati sevgilisinden men eden bir sıfattır. Kul Hakk’tan men olunmuştur. Ama Hakk kuldan memnu değildir. Kulun Hakk’a aşık olması caizdir. Fakat Hakk’in kuluna aşık olması caiz değildir (çünkü kulun sevgilisine ulaşmasına engel olan maniler vardır, ama Allah’ın sevdiği şeye vasıl olması için bir mani yoktur. Mani olmayınca da Allah men edilmiş ve netice itibariyle aşık olmuş olmaz). Başka bir taife, kulun Hakk Teâlâ’ya aşık olması da caiz değildir. Çünkü aşk haddi tecavüz etmektir, halbuki Allah Teâlâ mahdut değildir, demişlerdir.6
Tasavvuf literatüründe sevgi; ruhun, Cenab-ı Hakk’ı yakinen bilmesinden doğan bir zat sevgisidir. Bu sevgide kulun kendinden geçmesi vardır. Bu, Cenab-ı Hakk’tan gelen bir lütuf ve Hakk’ın kulu seçmesiyle olur. Özel manadaki sevgi manevi hallerden bir haldir. Çünkü, bu tür sevgi yalnızca ilahi bir mevhibedir. Kulun bunu kazanmasında bir rolü yoktur. Bu sevgi ruhtur, sıfatları gören ve iman kaynaklarından doğan bu sevgi, ruhun kalıbıdır.7
Mutasavvıflar aşk konusunda yaptıkları yorumlarında şöyle demektedirler: İki cihanda aşk, bir zatı idrak etmeyi istemekten başka bir şey için sahih olmaz. Halbuki Hakk Teâlâ’nın zatı idrak edilir bir zat değildir. Muhabbet, sıfatla beraber sahih olur, onun üzerine ve ona karşı aşkı sahih olmaması lazım gelir. (Muhabbet ve sevgi sıfat seviyesindedir, onun için Allah hakkında caizdir. Aşk, zat seviyesinde olduğu için caiz değildir). Yine bunlar derler ki, aşk muayene ve gözle görme olmadan tasavvur edilemez. Halbuki işitmekle muhabbetin vücuda gelmesi sahihtir. Aşk nazara (bakmaya ve görmeye) bağlı olduğu için Hakk’a karşı caiz olmaz. Çünkü hiç bir kimse Onu dünyada göremez. Muhabbet, habere ve işitmeye dayandığı için, herkes muhabbet davasında bulunmuştur. Çünkü hitapta herkes eşittir. Hakk Teâlâ zatı ile idrak ve hissedilir bir varlık olmadığı için, Halık”ın aşık olması sahih olmaz. Sıfatları ve fiilleri ile ihsan ve ikramda bulunduğu için, evliyanın Onu sevmesi sahih olmuştur. Görmez misin ki, Yakup (a.s.), Yusuf (a.s.)”ın muhabbetine mustağrak olunca, firak ve hicran halinde iken Yusuf’un gömleğinin kokusu burnuna ulaştığı vakit görmeyen gözleri görür hale gelmişti. Zeliha, aşkta istihlak halinde olduğu için, Yusuf’un vuslatına ermediği sürece, gözleri açılmadı. (Hz. Yakub’un gözlerinin kapanmasına Hz. Yusuf’un muhabbeti, Zeliha’nın gözlerinin kapanmasına ise onun aşkı sebep olmuştu. Bunun için birinin gözü koku ve haberle, öbürününki vuslatla açılmıştı). Bu son derece şaşılacak bir yoldur. Zira biri hevayı beslemekte ve terbiye etmekte, öbürü ise, hevayı terk etmektedir.8
Aşkın zıddının olmadığını, Hakk Teâlâ’nın da zıddı olmadığı için O’nun hakkında bu caiz değildir. (Aşk iki zıt arasında, bir cins ile karşı cins arasında olur. Halbuki Allah için böyle bir durum bahis konusu değildir).
Muhabbet, sevenin sıfatları ile mahvolması ve mahbûbu zatı ile ispat etmesidir. Seven kendisine ait bütün vasıfları sevgilisini talepte nefy ve mahveder, böylece Hakk’ın zatını ispat ve kabul eder. Yani sevgili baki olunca sevenin fani olması lazım gelir. Zira mutlak velayet ve hakimiyet kendisine ait olsun, diye muhabbetteki gayret ve kıskanma, sevenin bekasını nefy ve mahveder.(Böylece seven değil, sevgi mutlak suretle hakim olur). Mahbûbun zatını ispat etmeden, muhibbin sıfatı fani olmaz. muhibbin kendi sıfatı ile kaim olması caiz değildir. Çünkü sıfatı ile kaim olabilse, mahbûbun cemaline ve güzelliğine muhtaç olmazdı. Hayatiyetinin, mahbûbunun cemali ile olduğunu bildiği vakit, zaruri olarak kendi sıfatını nefy ve mahvet-meye talip olur. Çünkü, kendi sıfatı ile baki olması halinde, mahbûbundan mahcup kalacağını bilir. Bu suretle dostuna olan muhabbeti sebebiyle kendine düşman hale gelir.9
Genel olarak Yaratanla yaratıklar arasında, özellikle de Yaratanla insan arasında sevgi, kainatın temel yasalarından biridir . Yüce Allah, eserlerinde isim ve sıfatlarıyla tecelli edişini göstermek için kainatı yaratmıştır. O, yaratıcıdır, rızk verendir, kısandır, açandır, yükseltendir, aziz edendir, alçaltandır, zelil edendir; diğer isim ve sıfatların sahibidir. Eğer yarattığı kimse yoksa yaratması, kuru bir isimden ibaret kalır. Rızk verdiği kimse yoksa, rızk verici sıfatı eyleme çıkmaz, bir kuvveden ibaret kalır. Öteki isim ve sıfatları da böyle, ancak tatbikatla, eyleme çıkmakla kuvveden fiile geçmiş, görünmüş olur. İşte Yüce Allah, isimlerini ve sıfatlarının görünmesi için alemleri yaratmıştır. “Ben, cinleri ve insanları, sadece bana kulluk etmeleri için yarattım”10 ayetinde bu gerçeğe işaret edilmiştir. Çünkü tapılmak, bilinmenin en ileri sonucudur. Demek ki Allah, şanının bilinmesi için kainatı yaratmıştır. Hakk’ın bilinme ve ibadet edilmesi iradesi, parça parça her yarattığında görünen sevgiyi içermektedir.
Maddi yaratıkların en küçük parçası atomdur. Atomun yapısını bilen insan, merkezdeki çekirdek ile onun çevresinde korkunç süratle dönen elektronlar arasındaki cazibeyi yani sevgi bağını anlar. Şimdi sevgi, kainatın en küçük parçasına hakim olduğuna göre, o zerrelerin birikiminden oluşan kainat cisimlerinin hepsine hakimdir. Demek ki kainatın yapısı,isim ve sıfatlarını seven Allah’ın sevgisinden taşan bir sevgi üzerine kuruludur.
Akıl, nakil, fıtrat, ibret, zevk ve vicdan kanıtları hep kul ile Rab, yaratılan ile Yaratan arasında iki yönlü muhabbetin varlığını gösterir. Allah’ın yaratması, doğru yolu göstermesi için emirler vermesi, peygamberler göndermesi, davranış ve eylemlere sevap ve ceza belirlemesi hep muhabbetinin, yaratıkları kollamasının eseridir. Gökler ve yer muhabbetten yaratılmıştır. Tanrılığın sırrı muhabbettir.
Yaratıcının, yarattığını sevmesi, kendi zatını ve fiillerini sevmesi demektir. Yaratılanın, yaratanı sevmesi ise, eksiğin kemale eğilimidir. Parçanın bütününe incizabı, elektronun çekirdeğe, gezegenlerin güneşe; güneşin sistemiyle birlikte tabi olduğu galaksi merkezini incizabı gibi. Çünkü yaratığın varlığı, hayatı ve eylemleri hep Yaratana bağlıdır. Yaratanın sevgisi, yaratılanın, özellikle de tam bilinç sahibi insanın hücrelerine, ruhuna karıştırılmıştır. Mahlukatın hamuru, Hâlık sevgisiyle yoğrulmuştur. “Allah, İbrahim’i halil edinmiştir.”11 Hullet de muhabbetin en olgunudur. Muhabbet kalpte şevk, üns, inbisat ve rıza gibi güzel haller doğurur.12
Allah’ın kulu çeşitli belalarla, sıkıntılarla sınaması, kulun değersizliğine değil, tersine Allah katındaki değerine işaret olabilir. Belalar Allah’ın sınaması olduğu gibi, nimet bolluğu da Onun imtihanıdır. O, kimini bolluk ile, kimini darlık ile dener. Kulun nimetlere şükretmesi, sıkıntılara, darlıklara katlanıp sabretmesi, Allah’ın, kendisini sevdiğinin belirtilerindendir.
Allah’ın, kulunu sevdiğinin ilk belirtisi, onu yaratması, ona varlık, sağlık vermesi, hayatını sürdürebileceği nimetleri lütfetmesidir. Ayrıca kulunun doğru yola iletmek, dünyada ve ahirette mutsuzluğa düşmesini önlemek için ona verdiği akıl gücü, irade özgürlüğü yanında peygamberler, ıslahatçılar göndermesi de Allah’ın sevgisini bir sonucudur.
Mahlukatın en değerlisi ve şereflisi olarak yaratılan insanın asıl yaratılış nedeni, yükselip kemal kazanmasıdır. Kul, kazandığı kemal ölçüsünde sonsuz ahiret hayatında mutlu olur. Kemal kazanmak da olayların sınavlarından geçmekle mümkündür. İşte Allah, sevdiği kulunu çeşitli meşakkatlerle, belalarla sınavlardan geçirmek suretiyle olgunlaştırmak ister.
Allah kulunu çeşitli belalarla, zorluklarla, musibetlerle dener. Kul, bir çok bela ile denenip sınanır. Sabredip, Allah’a sığınırsa temizliği artar, Allah katında derecesi yükselir. Dünya, başlı başına bir imtihan alanıdır. “Allah, sizin hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı”13 “Andolsun, sizi korku, açlık, mallarınızdan, canlarınızdan ve ürünlerinizden eksiltmek gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele: Ki onlara bir bela eriştiği zaman: ‘Biz Allah içiniz ve biz Ona döneceğiz!’ derler. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır”.14
Allah sevgisinin belirtilerinden biri de kulun, Allah’ın muradını, kendi isteklerine üstün tutması; Allah’ı, kendi canından fazla sevmesi, gerektiğinde canını Allah yoluna feda etmekten kaçınmamasıdır. Çünkü “Allah, yolunda harçla kaynatılmış yoğrulmuş binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever”15 “Allah, cennet karşılığında, müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Allah yolunda çarpışırlar, öldürürler ve öldürülürler”16
Kulun Allah”a karşı hissettiği sevgisinin başka bir ispatı, Allah’tan başka her şeyi, O’nun uğrunda feda etmesidir. Sevginin alameti, sevdiğini, nefsinden üstün tutmandır. Allah’a ibadet eden herkes habib (seven) değildir. Seven, yasaklardan kaçınandır. Onların durumu: “Allah onları sever onlar da O’nu severler. Müminlere karşı uysal, alçak gönüllü, kafirlere karşı şiddetlidirler. Allah yolunda savaşırlar ve bu konuda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar”.17 Âyetinde yerini bulmuştur. Allah sevgisinin bir başka emaresi de dünyanın elden çıkmasına üzülmemek, Allah’ın zikri dışında geçen saatlere üzülmek, ibadetleri yüksünmemek, zevk alarak yapmak, Allah’ın yaratıklarına şefkatli, acımalı olmaktır. Allah sevgisine işaret eden özelliklerden bir başkası ise sevgilisinin rızasından başka bir kaygısı, düşüncesi olmamaktır. Çünkü Allah’ın rızası, nimetlerin en büyüğüdür.
Bazen kul, günah da işleyebilir ama bu, onun Allah’ı sevmesine engel olmaz. Şu olay bunu göstermektedir: Sözleriyle, şakaları ile Hz. Peygamber (s.)”i güldüren bir sahabe (bir rivayette Naiman) içki müptelası idi. Her içtiğinde getirilir, Hz. Peygamber ona had vururdu. Bir gün yine getirildi, Peygamber onu dövdürdü. Bir adam:
-Bu adam, içki yüzünden ne çok Allah’ın Elçisine getiriliyor? deyip ona lanet etti. Allah’ın Elçisi buyurdu ki:
-Ona lanet etme, çünkü o, Allah’ı ve Elçisini seviyor!”.18
Ali ibn el- Muvaffak’ın şöyle dediği rivayet edilir: “Rüyamda cennete girdiğimi gördüm. Bir adam sofranın başında oturmuştu, sağında ve solunda bulunan iki melek, bütün leziz yemekleri ona yediriyorlar, o da yiyordu. Bir adam da cennetin kapısında durmuş, insanların yüzlerine bakıyor, kimini içeri bırakıyor, kimini bırakmıyordu. Onları geçip Huzur’a vardım. Arşın otağında bir adam, gözünü Hak Teâlâ”ya çevirmiş, öyle bakıyor, gözünü hiç Ondan ayırmıyordu. Rıdvan’a dedim ki:
-Bu kimdir?
– Ma’ruf el-Kerhi’dir, dedi, Allah’a, cehennem korkusu, cennet arzusu için değil, Allah’ı sevdiği için ibadet etti. Allah da ona, kıyamet gününe dek, kendisine bakmasına izin verdi.
Diğer ikisinin de Bişr ibn el- Haris ile, Ahmed ibn Hanbel olduğunu söyledi.”
Sevginin kemali, bütün mevcudiyetiyle kalbin Allah’ı sevmesidir. Gönül başkasına iltifat ettiği nispette başkası ile meşgul olan bir boşluğu var demektir. Sirke konmak istenen bir bardakta su bulunduğu vakit, ne kadar su varsa o nispette az sirke olacağı gibi, başkası ile meşgul olan kalp de o meşgale nispetinde Allah sevgisi azalır. Bardağı tamamen sirke ile doldurabilmek için suyunu tamamen boşaltmak gerektiği gibi, kalbi de tamamen Allah sevgisi ile doldurmak için başka her şeyden temizlemek lazımdır.
Şeyhülislam Ebu’n-Necib es-Sühreverdi’nin Enes b. Malik (r.a.)’den rivayet ettiği bir hadisi şerifte Rasullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: ” Üç şey kendinde bulunan kimse imanın lezzetini tadar. Allah ve Rasulü kendisine her şeyden sevgili olması, sevdiğini yalnız Allah için sevmek, Allah Teâlâ kendisini küfürden kurtarmışken, ateşe atılmaktan korkar gibi, küfre dönmekten kaçınmak.19
Hz. Peygamber hadislerinde Allah’tan katıksız sevgi istemiştir. Katıksız sevgi ise; Allah Teâlâ’yı yürekten sevmektir. Kul, bazen halinin şartlarını, ilminin hükmü ile yerine getiren bir durumda olabilir. Tabii fıtratı ise o anda ilminin zıddını ister. Fıtratı istemediği halde kendisinin rıza halinde olması gibi. Bu durumda kul, fıtri isteklerine karşı gelerek ilmin gerektirdiğini yapar. Allah ve Rasulünü iman hükmü ile severken, çoluk çocuğunu da fıtratının hükmü ile sevebilir.
Muhabbetin değişik tezahürleri vardır. İnsandaki muhabbet salikleri çok çeşitlidir. Ruhun muhabbeti, kalbin muhabbeti, nefsin muhabbeti, aklın muhabbeti gibi. Burada önemli husus Allah ve Resulüne olan muhabbetin diğer şeylere olan muhabbetten daha önde olmasıdır. Böylece kul, Allah’ı, kalbi, ruhu ve yüreği ile sever ki Allah sevgisi diğer bütün sevgilerin üstünde olsun. Bu havassa ait saf bir sevgidir. Havas bu sevginin nuruyla fıtri ve cibilli vasıfların arasına dalabilir. Bu vasıflar ona zarar vermez. Böylece sevgi, kurb makamlarına varan ve orada yerleşen ruhun müşahedeleri ile zât sevgisine dönüşür. Fahreddin Râzî de marifetullah ve Allah sevgisini kökü sabit olan ve dalları göğe dek uzanan ve meyvesi sürekli olan bir ağaca teşbih eder. Bu tasvir ettiği ağaçtaki bütün özelliklerin hepsinin Allah sevgisinde toplandığını ifâde etmektedir. Sevende, sevgiden hasıl olan sarhoşluk bulunması gerekir denilmiştir. Böyle olması sevginin hakikiliğine işaret eder. Bu durumda sevgi ikiye ayrılır: Genel anlamda sevgi ve özel anlamda sevgi. Genel anlamdaki sevgi emirleri yerine getirmek olarak anlaşılmış, çoğu kere bu sevgi, nimet ve lütufları bilmekten kaynaklanır. Sûfîlerden bir gurubu sevgiyi (muhabbeti), makamlar arasında zikretmişlerdir. Genel manadaki bu sevginin elde edilmesinde, kulun şahsi gayretinin etkisinin bulunduğu söylenebilir.
Saf sevgi, yüce hallerin temeli ve gereğidir. Hallere nispetle bu sevgi, makamlardaki tövbe gibidir. Muhabbeti sahih olan kimsede fena, baka, sahv, mahv, v.b. diğer yüce haller gerçekleşir. Bu sevgiye göre tevbe cisim mesabesindedir. Çünkü tevbe, bu sevginin cesedi yerinde olan genel manadaki sevgiyi de içine alır. Özel bir muhabbet tariki olan, sevgililerin yoluna giren kimse olgunlaşır. Onda özel sevginin ruhu ile, tevbe-i nasuhun da içinde bulunduğu genel sevginin kalıbı birleşir. Bu andan itibaren onda, makamların muhtelif tavırlarına göre bir değişiklik meydana gelmez. Çünkü makamat tavırlarında kulda meydana gelen değişiklikler ve bir makamdan diğerine yükselmek, sevenlerin yoludur. “Bizim (uğrumuzda) cihad edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz.”20 ve “Allah, kendine yöneleni kendisine iletir.”21 Ayetlerinde ifade edilen mücahede yoluna giren kimse, seven hakkında inabenin hidayet sebebi olduğunu göstermiş olur. Cenab-ı Hakk:” Allah dilediğini kendine seçer.”22 İfadesinde, sevilenler hakkında seçme fiilini kesbe bağlamadığını açıkça ifade etmiştir. Mahbubîn yoluna giren kimse, makamat tavırlarını bir araya toplar, saf ve katıksız makamlar en kamil şekliyle onda bulunur. Makamlar onu katlayıp hapsetmez. Aksine o, makamdan makama yükselmek ve o makamların saf, halis olanını kendine çekmek suretiyle makamlara hakim olarak hükmeder. Çünkü onun üzerine özel sevgi nurları doğunca o, nefisten ve nefsin sıfatlarından sıyrılır. Bütün makamlar, nefsin sıfat ve özelliklerini tasfiye eder. Zühd, nefisten rağbeti; tevekkül, nefsin cehaletinden kaynaklanan Hakk’ın itimat ve güvensizliği; rıza, nefsin ruha karşı olan kavga ve karşı gelme damarlarını tasfiye eder. Üzerine özel sevgi doğmamış, tabii vasıf ve katılığı üzere bulunan nefsin bu durumu devam ettirmesinden münazaa duygusu meydana gelir.23
II- MEVLÂN”NIN AŞK ANLAYIŞI
Aşk konusunda genel bir malumat verdikten ve mutasavvıfların kendilerine has anlayışlarından örnekler sunduk şimdi ise, Allah aşkının kendisinde en güzel örnekleri bulunan Mevlânâ”nın mesnevîsinden örnek metinler alarak aşka getirdiği özel yorumlarını vermeye gayret edeceğiz.
Mevlânâ, mesnevîsinde aşk konusunu şöyle izah etmektedir: Âşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalığın gönül hastalığına benzemediğini bunun hepsinden ayrı olduğunu belirtmektedir. Aşk Allah sırlarının usturlabıdır. Âşıklık hangi taraftan olursa olsun akibet bizim için o tarafa kılavuzdur demektedir. Asil aşkı hangi şekilde anlatırsa anlatsın söylediklerinin yeterli olmayacağını ve kendisini mahcup edeceğini anlatmaktadır. Dil konusundaki yapılan tefsirlerin aydınlatıcı olduğunu fakat anlatılmayan aşkın daha aydın kaldığını, kalemin her konuda kelimeler sıraladığını ama aşk konusuna geldiğinde yetersiz ve aciz kaldığını belirtmektedir. Aşkın olduğu yerde akıl, çamura saplanıp kalmış eşek gibi olduğunu aşkı ve âşık olmayı yine aşkın kendisi anlatır ve açıklar.24
Manevî iklimi en iyi şekilde anlatan o havayı teneffüs eden Mevlânâ aşk gibi özel bir konuyu da güzel ve çarpıcı örnekleriyle daha kalıcı şekilde anlatım yoluna gitmiştir. Aşkın kendi dünyasındaki özel yerini vurgulayarak ta bir başka önemli düsturu vermektedir. Aşkı anlamak için, yaşamak anlatmak için âşık olmak ve o güzelliği tatmanın gerekliliğini ifâde etmektedir. Kelimeler bir çok şeyi anlatır, uzun yorum ve açıklamalar getirebilir ama aşk konusunda kelimelerin aciz kaldığını, akılla da aşkın anlatılıp anlaşılamayacağını, aklin çaresiz kalacağını verdiği misalle açıklamaktadır.
Mevlânâ aşk konusunda şöyle bir yaklaşım daha getirmektedir. Âşığın hayatının, ölümle olacağını gönül vermeden gönlün bulunamayacağını ifâde etmektedir. Aşkın ve canın ikisinin de gizli ve örtülü olduğunu, sevgilinin kendisine olan tavrına göre hareket ettiğini belirtmektedir. Âşıkların hareket etmelerinin hiçbir garez olmadan olduğunu bir menfaat için böyle bir olayın gerçekleşemeyeceğini anlatmaktadır. Kül olana aşık olanların cüze karşı istekli olmalarının mümkün olmayacağını, tersine cüze âşık olanların da külden mahrum kalacaklarını belirtir. Ayrıca cüze âşık olanın zor durumlara düşeceğini, başkalarına alay konusu olacağından bahseder. Âşık olanın kendisi hâkim olmadığından sevdiğinin derdine derman olamayacağını, kendi başının çaresine bakmaktan sevdiğine sıra gelmeyeceğini belirtmektedir.25
Mevlânâ, aşk sayesinde aranılan hakikatlere ulaşılabileceğini, sevginin olmadığı, gönlün girmediği konulardan manevî feyiz ve bereketlerin gelmeyeceğini vurgulamaktadır. Hakk”ın dışındaki şeylere gönül vermenin insanı esas gayesinden uzaklaştırdığı gibi, hiçbir faydasının da olmayacağını ve sadece zarar vereceğini izâh etmektedir. Aşkta hiçbir karşılık olmamakla birlikte sevginin de menfaat üzerine kurulamayacağını ifâde etmektedir. Allah”a âşık olanın varlık olarak cüz mesabesinde olan şeylere ilgi duymasının mümkün olamayacağını vurgulamaktadır.
Mutasavvıflara göre, alemler içinde aşka yabancı bir zere bile yoktur. Fakat her yaratığın aşkı kendi istidâd ve kabiliyetine göredir. Nefse galebe çalmak için en kestirme yol, aşk yoludur. Bununla birlikte ancak yaşayanın ve tadanın bilebileceği, ama asla tarif edemeyeceği bir manevi zevk ve haz halidir. Nitekim kendisine “Aşk nedir?” diye sorulan Hz. Mevlâna’nın:”Ben ol da bil.” cevabi bunu anlatmaktadır. Hakiki aşk insan ruhunun “ruh-i mutlaka” iştiyakıdır. Aşk öyle bir ateştir ki, bir parladı mı maşuktan başkasını yakar. Mevlânâ yine Divanında bu konuda şöyle der: “Aşk ateşi gelip de, kendinden başka ne varsa yakıp yandırırsa, işte o zaman gönlünde ne varsa, yanınca sevin, tatlı tatlı gül!”26 Aşkı böyle anlatan Mevlânâ onun nasıl bir hâl olduğunu ve bilindiğinden farklı bir görevi olduğunu anlatmaktadır. Aşkın acısına katlanan daha tatlı zevklere kavuşması pek tabiidir.
Mutasavvıflar aşkı, “mecazi” ve “hakiki” olmak üzere iki türde incelerler.
Mecâzi aşk: Geçici suretlerden birini sevmektir. Şehvetsiz, ilahi ve hakiki aşka götüren bir köprü olmak şartıyla, böyle bir aşk da hoş karşılanmıştır. Herkeste hakiki aşka kabiliyet olmayabilir. bu yüzden mecazi aşk hakiki aşka bir alıştırma niteliği taşır. Ancak güzelliği ve ondan kaynaklanan aşkı, ilahi kaynağı bilmeyenlerin aşkı, tabii aşktır. Meşru sınırlar için de kalmak şartıyla bu da caizdir. Mecazi aşkın tabii olandan farkı, erdirici özelliğe sahip olmasıdır.
Hakiki aşk: Mutlak varlığı; yani Allah’ı sevmektir. Hakk’tan başka her şeyden geçmektir. Hakiki aşka eren kendinden geçmiş, fena fillaha ermiştir.
Allah sevgisinin kalbe yerleşmesini sağlamanın iki yolu vardır:
a) Nefsin başka şeylere meyil ve arzularını azaltarak gönülden masiva sevgisini çıkarmakla olur. Genellikle riyazât ve mücahedeyle gerçekleşir. Kur’an’daki: “Allah Teâlâ insanoğlunun göğsünde iki kalp yaratmamıştır.”27âyeti, gönülde iki tür sevginin bulunmayacağını ifade eder. Çünkü sevginin kemali, kalbin bütün mevcudiyetiyle Allah Teâlâ’yi sevmesidir.
Her seven sevdiğine bağlıdır ve insanin sevdiği ve bağlandığı şey, onun mabud tanıdığı şey haline gelebilir. Nitekim: “Nefsâni hevâsını tanrı edineni görmez misin?”28 Allah sevgisini zayıflatan sebeplerin başında dünya sevgisi gelir.
b) İbadet ve taatla marifeti artırmak. Marifetin insan kalbini her yönüyle tamamen kaplaması muhabbet doğurur. Bunun yolu, nafile ibadet ve taatlarla ruhu güçlendirmektir. Bu yolla elde edilen muhabbet, toprağı temizledikten sonra tohum ekmeğe benzer. Nitekim Kur’an’daki: “Allah nasıl bir temsil yaptı görmedin mi? Hoş bir kelimeyi (yani tevhid kelimesini) kökü yerde, dalları ve budakları gökte olan hoş bir ağaca benzetti”29 ayeti iman tohumunun, ibadet, taat ve ahlak ile kol-budak salip meyve vereceğini bildirmektedir.30
Mevlânâ, aşkı sevgi terimi çerçevesinde şöyle dile getirir; sevgiden acılar tatlılaşır, sevgiden bakırlar altınlaşır. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı duru bir hale gelir, sevgiden dertler şifa bulur. Sevginin gücüyle ölü dirilir, padişahlar kul olur. Bu anlatılan sevgiyi doğuracak olan da bilgidir, saçma sapan şeylere kapılan bir kişi böyle bir tahta nasıl oturabilir? Noksan bilgi nereden aşkı doğuracak? Bundan da aşk olabilir ama o aşk cansız şeylerdir. Aşk konusunu farklı bir nokta ve zaviyeye götüren Mevlânâ şöyle bir anlatım yapmaktadır. Âşıklar için her nefeste bir yanış vardır. Yıkık köyden haraç, âşar alınmaz. Aşk şeriatı, bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların şeriatı da Allah”tır, mezhebi de.31
Mevlânâ, sevginin gücünü anlatırken insana neler yapabileceğini açıklamakta, sevgiye ulaşmanın da tam ve doğru bilgi sayesinde olacağını vurgulamaktadır. Aşka düşenin hep bir derûnî ateşle yandığını, insanı harap hâle getirdiğini, aşkın ayrı kuralları olduğunu Allah aşkı ile yanan gönüllerin tek sevgilisinin Allah olduğunu ifâde etmektedir. Allah”a âşık olan başka sevgilere değer vermez, onun için Allah”ın rızası her şeyden daha değerlidir.
Mevlânâ aşkın insanı düşürdüğü durumu nitelemek amacıyla kendisine öğüt verene karşılık âşığın verdiği cevabı nakletmektedir. Sen bu öğüdünden vazgeç bu bağ senin öğüdünden daha kuvvetli, senin âlimin aşk nedir tanımadı ki! Bir yerde aşk fazlalaştı, derdi artırdı mı orada ne Ebû Hanîfe bir ders verebilir, ne Şâfiî! Âşıklara her an bir ölüm var, âşıkların ölümü bir çeşit değil! Âşık tövbe etti mi işte o zaman kork, çünkü o zaman ayyarlar gibi darağacından ders verir! Âşıklara dostun güzelliği müderristir, defterleri, dersleri, meşkleri de onun yüzü! Aşk mumu o muma benzemez, aşk aydınlıklar içindeki aydınlıktır! O ateşli mumların aksine bir şeydir. Ateş gibi görünür ama baştanbaşa nurdur, güzellikten, hoşluktan ibarettir. Aşk öyle bir fazilettir ki insani faziletler sahibi yapar. Fakat insan bunu haddinden fazla istemesi sebebiyle hem çok zalim hem de çok cahil! Aşk iki âleme de yabancıdır; aşkta yetmiş iki türlü divanelik var! Aşk çok gizlidir ama şaşkınlığı meydanda, padişahların canları bile ona hasret çekmektedir. Padişahların tahtları bile aşka karşı alelâde bir tahta parçasından ibarettir. Kulluk bir bağ, efendilik baş ağrısı, aşk ise yokluk deryası, aklın ayağı orada kırıktır. Aşkı örtmek zordur, ateşi yün ve pamuk içinde gizlemek gibidir. Ne kadar gizlersen gizle o ortaya çıkar.32
Aşkı anlatmak son derece zor olmasına rağmen, Mevlânâ çok güzel örneklerle anlatmayı başarmıştır. Aşkın sahip olduğu aydınlığın, özel tarafına işaret ederek onun görünmeyen özelliklerini vermektedir. Aşka düşen insanların hâlini ortaya koymak için yapılan izahlar aşkın doğru tanınması için önemlidir. Âşık için sultanlık, maddî makam ve mevkinin bir değeri yoktur. Aşkta akıl ve mantığın sözü geçmez, aşk öyle bir hâldir ki saklamak istense bile bunu başarmak mümkün değildir. Muhakkak bir çıkış bulup kendisini gösterir.
Aşk ileri gidenler için gemiye benzer, gemiye binen kişinin afete uğraması nadirdir, çok defa kurtulur. Akli, zekâyı sat da hayranlığı satın al, akil ve zekâ zandır, hayranlıksa bakış, görüş! Darlıktan da kurtul, addan, şöhretten de aşk içindeki aşkı gör! Bil ki beden çerçevesinden kurtuldun mu kulağın da göz olur, burnun da!33
Mevlânâ, insanin güvene ve huzura ulaşması için aşkla mümkün olacağını vurgulamaktadır. Bütün sıkıntılardan, belâ ve âfetlerden kurtulmanın yolunun da aşk olduğunu belirtmektedir. Akil ve zeka ile anlaşılmayan ve aşılamayan zorlukların aşk sayesinde halledileceğini anlatmaktadır.
Âşıkların neşesi de odur, gamı da, hizmetlerine karşılık aldıkları ücret de. Âşık, sevgiliden başkasını seyre dalarsa bu, aşk değildir, aslı olmayan bir sevdadır. Aşk o yalımdır ki parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar. Aşkın asli ölmek ve yok olmaktır. Kurt, ayı ve aslan bile aşk nedir, biliyor. Artık aşktan kör olan kişi köpekten de aşağıdır. Köpekte aşk damarı olmasaydı Ashabı Kehf”in köpeği, kalp erbabını arar mıydı hiç? Aşk olmasaydı varlık nereden olurdu? Ekmek nasıl olur da gelir senin vücuduna katılırdı? Aşk ölü ekmeği can haline getirmede, fâni olan canı ebedîleştirmede. Aşk karşısında kil kadar dahi korku yoktur. Aşk mezhebinde herkes kurbandır. Aşk Tanrı sıfatıdır. Fakat korku, şehvete kapılmış kulun sıfatıdır. Kul kulluktan azat olur, âşıksa ebediyen azat olmak istemez. Aşk söze sığmaz, aşk bir denizdir ki dibi görünmez. Denizin katrelerini saymaya imkân yoktur. Yedi deniz de aşkın denizi yanında bir göl gibi küçük kalır. Aşk denizi bir çömlek gibi kaynatır, yüzlerce yarık açar. Aşk sebepsiz yeryüzünü titretir. Mevlâ da Muhammed (s.)”e aşk yüzünden Sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım dedi. Aşkı âşıkların gözüyle gör, âşığın doğruluğu cansız bir şeye bile tesir eder. O gayb âşıklarına âşık ol şu beş günlük âşıklara pek aldırış etme. Ölüye karşı aşk ebedi olmaz ki sen, cana canlar katan diriyi sev. Aşk bir denizdir, gökyüzü bu denizde bir köpük. Aşk ,Yusuf”un havasına kapılan Zeliha gibi insanı hayran eder. Gönüllerin dönüşünü aşktan bil. Aşk olmasaydı dünya donar kalırdı. Aşk olmasaydı nereden cansız bir şey nebata girer, onda mahvolurdu. Büyüyüp yetişen nebatlar, nereden kendilerini canlılara feda ederlerdi?diye sorsan Mevlânâ aşkı farklı veçheleriyle dile getirmektedir.34
Aşkta esas olan sevgiliden başkasını düşünmeme ve ilgilenmemedir. Aşkın varlığıyla kalpte sevgiliden başkasını yakar ve yok eder. Aşkın aslı yok olma, kendi benliğinden geçmedir. Varlığın özü aşktır. Aşkın gücü ve etkisi başka bir şeyde yoktur. Gerçek aşka ulaşanlar geçici aşklara meyletmezler.
Mevlânâ aşkı anlatmayı sürdürerek şunları ifâde etmektedir. Kardeş aşk ve namus doğru bir şey değil ey âşık, âr ve hayâ kapısında durma. Artık vakti geldi, soyunayım, sureti bırakayım da baştanbaşa can olayım. Ey canın uykusunu büyüyle bağlıyan sevgili, sen şu âlemde ne katı yürekli sevgilisin. Hemen sabrın boğazını sık da aşkın gönlü kutlu olsun. Bu gönlümüzü yurt ve konak edinen dost, ben yanmadıkça aşığın gönlü kutlu olur mu hiç? Aşk, kahredicidir, ben de onun eline düşmüş, kahrolmuş birisiyim. Aşkın coşup köpürmesiyle, aşkın acılığıyla şeker gibi tatlılaştım. Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Tanrı”nın vasıflarındandır. O”ndan başkasına âşık olma, geçici bir hevestir. Çünkü mecazî aşk altınlarla bezenmiş bir güzelliktir. Görünüşü nurdur, fakat içi dumandır. Nur gitti de duman meydana çıktı mı mecazi aşk, derhal soğur, donar. O güzellik aslına gider, beden kokmuş, rüsvay, kötü bir halde kalır. Ayin nuru da aya döndü mü duvardaki aksi gider, o duvar simsiyah kesilir. Aşk yılmaz, canını sakınmaz, utanma nedir bilmez. Değirmen taşının altına gitmiş gibi belâlara uğrar sabreder. Aşk ıstırabına hiçbir yâr, hiçbir ortak yoktur. Âşığa âlemde bir tek mahrem bile bulunmaz. Âşıktan daha deli kimse yoktur. Akil, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır. Çünkü bu herkesin deliliğine benzemez ki, hekimlik bilgisinde bunu iyileştirecek hükümler yoktur. Bütün akılların hekimliği, aşka göre çizilmiş suretlerden başka bir şey değildir. Bütün güzellerin yüzleri, onun yüzünün perdesidir.35
Aşk sahibi kendini ayıplayacaklar ya da yerecekler kaygısı içinde olmaz. Aşk insanı derinden etkileyen bir hadisedir. İnsanı yakıp, güçsüz ve çaresiz bırakır. Fânî şeylere duyulan aşk uzun sürmeyen bir heves gibidir. İnsanı aldatır. Görünüşüne inanan insan altında yatan gerçek yüzünü görünce o aşk ve yanması biter. Güzel gördüğü şeylerin aslında bir yanılma olduğunu anlar. Aşkta önemli bir hususta sabırdır. Sabır sayesinde dertlere ve sıkıntılara katlanılır. Aşk yüzünde mağdur olan zor duruma düşen kimse sabra sığınırsa muvaffak olur. Aşkın tedavi edilemeyen bir tür delilik olduğunu, ama bu deliliğin bilinen gibi olamadığını belirtmektedir.
Mevlânâ aşkı anlatmaya devam ederek; ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir, sana meftun olan, senden başkası değildir. Namaz ve yol gösteren ibadet, beş vakit olarak farz edildi. Fakat âşıklar, daima namazdadır. O sarhoşluk, o başlardaki mahmurluk, ne beş vakitle yatışır, ne beş yüz bin vakitle. Beni az ziyaret et sözü, âşıklara göre değildir. Doğru özlü âşıkların canı, pek susuzdur. Âşığa bir anlık ayrılık, bir yıl gibi gelir. Bir yıllık vuslat bile onca bir hayalden ibarettir. Aşk susuzdur, susuzu arar. Bunlar, geceyle gündüz gibi birbirinin ardına düşmüşlerdir. Gündüz geceye âşıktır, onsuz olamaz. Fakat bakarsan görürsün ki gece, ona, ondan ziyade âşıktır. Sevgilinin gönlünce herkes âşıktır, herkesi âşık görür o. Âşığın gönlünde de sevgiliden başka kimse yoktur. Onların aralarında ne az, ne çok fark yoktur. Aşk büyüklere baldır, çocuklara süt. O, her gemiye yüklenen ve geminin ağırlığından fazla olduğu için batmasına sebep olan son yüktür. Gönlünde yüzlerce murat olanın aşk ve sevgi mezhebinden olamayacağını, âşık çocuğa benzer, memeden süt emer durur. O iki âlemde de sütten başka bir şey bilmez. Gönülde bir sabır vardı, şimdi o da kalmadı. Sabrın yerine aşk gelip oturdu, aşkın doğduğu gece sabrım öldü. O, ölüp gitti, Tanrı sizlere ömür versin. Aşk, diri olan duygusu ve aklı bulunan yüzlerce beden hırkasına değer. Dünya mülkü, bedene tapanlara helâldir. Bizse zevali olmayan aşk saltanatına kuluz. Padişahım bu delikanlı aşk valisidir. Onu azletme kendi aşkından başka bir şeyle oyalama onu. Aşk illeti, sıhhatin bile canıdır. Aşkın eziyetleri, her rahatın hasret çektiği eziyetlerdir. Bütün hastalar, iyileşmeyi umarlar. Hâlbuki aşk hastası aman derdimi artırın diye sızlanır. Aşk âleminde iki ayakla koşulup gelinmez. Bir başka aşk oyununa girişilmez. Aşk mekânsızlık âleminde kızgınlık madenidir. Yedi cehennem, onun kıvılcımından bir dumandır.36
Hakk Teâlâ’nın âşık olan kuluna muhabbeti ona hayır istemesi ve ona rahmet etmesidir. Rıza, gadab, re’fet ve bunlar gibi, muhabbet de, iradenin (çeşitli) isimlerinden bir isimdir. Bütün bu isimlerden hiçbiri, Allah’ın iradesinden başkası için layık olmaz. Bu irade, Allah’ın kadim bir sıfatıdır. O, fiillerini bununla irade eder. (Fiil ve tasarruflarında bu irade ile mürit olur).
SONUÇ:
Mutasavvıflar bu âlemin yaratılma sebebi olarak aşkı görmüşlerdir. Aşkla yapılan her ibadet, her fiil ve hareket amacına ulaşmada daha etkili olduğu görüşü sûfîlerce kabul edilmiştir. Mutasavvıflar, aşkı bütün varlıkların hayat iksiri ve yaşama sevincinin esası saymışlardır. Aşk olmadan ulaşılamayacak manevî mertebelere onunla varıldığını Allah sevgisinin bütün sevgileri aşmasıyla maksuda erişileceğini anlatmaktadır. Allah için yaratıkları seven ve hep şefkat nazarıyla bakmaya çalışan sûfî anlayış, topluma huzurun gelmesinde önemli bir rol üstlendiği tasavvuf tarihinde görülmektedir.
Halk içinde ama Hakk ile birlikte olan mutasavvıflar insanlara iyi birer örnek olma vasfını hep başarmış görünmektedirler. Mutasavvıflar âlemde aşkı tanımayan bir zerre dahi bulunmadığını anlatmakta, insan nefsine hakim olmada aşkın etkin rolüne dikkat çekmektedir. Muhabbetin sûfiler nezdinde iki veçhesi bulunmaktadır. Birincisi Allah”ın kullarına olan sevgisi diğeri ise, kulun Allah”a karşı olan aşkı ve muhabbetidir.
Mevlânâ da ayni görüşün bir temsilcisi olarak sözlerinde ve davranışlarında aşkı asil olarak almaktadır. Aşk Mevlânâ”da zirve noktaya ulaşmış, farklı şekillerde görünen bir yaşam tarzı hâlinde görülmektedir. Aşkı aydınlık veren bir enerji kaynağına, bir nûra benzetir. Bu ise, bir güzellik ve hoşluk manzumesidir. Belâ ve sıkıntılardan kurtulma ve emin olmak için de sığınılacak gemi yine Mevlânâ”ya göre aşktır.
Mevlânâ aşk sahibinin sürekli bir kulluk bilinci içerisinde oluşunu ifâde etmektedir. Aşk ona göre büyükler için bir gıda olduğu gibi küçükler için de bir besin niteliği taşır. Allah”a âşık olan kimsenin başka varlıklara aynı duyguyla ve aynı derecede hissedemeyeceğini belirtmektedir. Aşkta hiçbir karşılık ve sevginin mümkün olamayacağını, nefsi yenmenin söz dinletmenin de yine aşkla mümkün olabileceğini ifâde etmektedir. Aşk sayesinde acılar tatlılaşacağını, bulanık ve tortulu olanın berraklaşacağını savunmaktadır. Âşık için her şeyin Allah olduğunu başka bir şeye ihtiyaç duymadan bir yanış ve tükeniş söz konusudur demektedir.
Aşk sayesinde fazilet ve derece kazanılacağını zikreden Mevlânâ, âşıklar için dünyada sultanlığın, makamın, mevkiinin hiçbir ehemmiyeti ve değeri olamayacağını akil mantık kurallarının âşık için işlemediğini anlatmaktadır. Vücudumuza giren gıdanın dahi aşkla insana fayda verdiğini ifâde eden Mevlâna, aşkın neleri başarabildiğini çok veciz cümlelerle vermektedir. Aşk sayesinde aşılmayacak maddî ve manevî engelin bulunmadığına dikkat çeken Mevlânâ meselenin tasavvuf açısından önemini vurgulamaktadır.
BİBLİYOGRAFYA
Aclûnî, Keşfu”l-hafâ, Beyrut trs.
Aziz Nesefî, İnsan-ı kâmil, (trc. Mehmet Kanar), İstanbul 1990.
Buhârî, sahih –i Buhârî, (trc. Mehmet Sofuoğlu), İstanbul 1989.
Gazalî, İhyâ, İstanbul 1975.
Hucvîrî, Keşfu”l-mahcûb, (hzr.Süleyman Uludağ), İstanbul 1982.
İbn Ârâbî, Istılâhâtu”s-sufiyye, Kahire 1998.
İbn Fâris, Mu”cemu Makayısı”l-luğa,tah. Muhammed Hârun, Kahire 1969,
İbn Kayyım el-Cevziyye, Kitâbu”r-rûh, (trc. Şaban Haklı), İstanbul 1993.
İbn Manzûr, Lisânu”l-arab, Kahire trs.
Kelebâzî, Muhammed b. İshak Buhârî, et-Taarruf li mezhebi ehli”t-tasavvuf, Kahire 1987.
Kuşeyrî, er-Risâle, Beyrut 1993.
Mevlânâ, Celâleddin Rûmî, Mesnev , (trc. Veled İzbudak), MEBY, İstanbul 1995.
Mevlânâ, Divân-ıkebir, (hzr. Şefik Can), İstanbul 2000.
Serrâc, Lüma”, (trc. H. Kâmil Yılmaz), İstanbul 1996.
Suad el-Hakîm, Mucemu”s-sûfî, Beyrut 1981.
Sülemî, Abdurrahman, Menâhicü”l-ârifîn, (thk. Süleyman Ateş), Ankara 1981.
Sülemî, el-Mukaddime fi”t-tasavvuf,Kahire 1985.
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1991.
Yılmaz, Hasan Kâmil, Aziz Mahmud Hüdâyî Hayatı EserleriTarîkatı,İstanbul 1990, s. 106-107.
Yılmaz, Hasan Kâmil, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994.
1* Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.
İbn Fâris, Mu”cemu Makayısı”l-luğa,tah. Muhammed Hârun, Kahire 1969, c.II, s.26-28; İbn Manzûr, Lisânu”l-arab, Kahire trs., c.I, s. 742-746; Kelebâzî, Muhammed b. İshak Buhârî, et-Taarruf li mezhebi ehli”t-tasavvuf, Kahire 1987, s. 100; İbn Ârâbî, Istılâhâtu”s-sufiyye, Kahire 1987, s. 54-60; Aziz Nesefî, İnsan-ı kâmil, (trc. Mehmet Kanar), İstanbul 1990, s.114-115; Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1991, s.58.
2 el-Maide, 5/54.
3 Âli İmran, 3/31.
4 Serrâc, Lüma”, (trc. H. Kâmil Yılmaz), İstanbul 1996, s. 56.
5 Hucvîrî, Keşfu”l-mahcûb, (hzr. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982, s. 450-451, Bursevî, İsmail Hakkı, Kitâbü”n-Netice, Bursa Genel Kütüphanesi, no. 64, vr.367.
6 Hucvîrî, a.g.e., s. 450-451. Sülemî, el-Mukaddime fi”t-tasavvuf, Kahire 1985, s.96.
7 Kuşeyrî, er-Risâle, Beyrut 1993, s. 317; İbn Kayyım el-Cevziyye, Kitâbu”r-rûh, (trc. Şaban Haklı), İstanbul 1993, c.III, s. 11-12; Suad el-Hakîm, Mucemu”s-sûfî, Beyrut 1981, s. 301.
8 Hucvîrî, Keşfu”l-mahcûb, s. 450-452.
9 Hucvîrî, a.g.e., s. 450-452; Sülemî, Abdurrahman, Menâhicü”l-ârifîn, (thk. Süleyman Ateş), Ankara 1981, s. 31.
10 Zariyat, 51/56.
11 Nisa, 4/125.
12 Kelebâzî, Muhammed b. İshak Buhârî, Ta”arruf li mezhebi ehli”t-tasavvuf, Kahire 1987, s. 161-165.
13 Mülk, 67/2.
14 Bakara, 2/155-156.
15 Saf, 61/4.
16 Tevbe, 9/111.
17 Maide, 5/54.
18 Buhârî, sahih –i Buhârî, (trc. Mehmet Sofuoğlu), Hudud, 9,s.6642.
19 Buhârî, a.g.e, İman, 8, s. 171.
20 Ankebût, 29/69.
21 Şuara, 42/13.
22 Şuara, 42/13.
23 Kelebâzî, Ta”arruf, s. 161-165.
24 Mevlânâ, Celâleddin Rûmî, Mesnevî,ter. Veled İzbudak, MEBY, İstanbul 1995, c.I, s. 9-10; Aşkın âşığı ağlatıp inletmesini Mevlânâ Divân-ıkebir”de şöyle vermektedir: “Aşk binlerce gözü ağlatır, sonra da ağlattıklarını güldürür. Binlerce kişiyi ağlatıp inleterek öldürür de hepsini bir sayar.” Mevlânâ, Divân-ıkebir, c.I, s.274; Aşkta hem sevinç hem hüzün, hem ağlama hem de gülme birlikte vardır.
25 Mevlânâ,Mesnevî., c.I, s. 140,159,225; Yine aşk ve ölüm bağlamında Mevlânâ şunları dile getirir: “Toprak olmak âşıkların işidir. Çünkü âşıklara; hayata, dünyaya ait olan bağlılıklarını koparmayı Hakk gösterdi. Aşk bazen tamamiyle toprak kesilir, bazen tamamıyla su olur. Bazen büsbütün ateş kesilir. Yakar, yandırır. Bazen de hep duman olur.” Mevlânâ, Divân, (hzr. Şefik Can), İstanbul 2000, c.I, s. 273; Allah Rasülûnün “Rabbim beni terbiye etti .” Aclûnî, Keşfu”l-hafâ, Beyrut trs., c.I, s.72; sözünü telmih ederek Mevlânâ da âşıkların öğreticisinin Allah olduğunu vurgulamaktadır.
26 Mevlânâ, Mesnevî, c.I, s.298.
27 Ahzab, 33/4.
28 Furkan, 25/43.
29 İbrahim, 14/24.
30 H. Kâmil Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar,İstanbul 1994, s. 218-221.
31 Mevlânâ, Mesnevî, c.II, s. 117,135,197; Sûfîler aşkın temelini “Muhabbet” olarak görürler. Onlara göre muhabbet insan gönlünün zevk aldığı şeye meyletmesi demektir. Bu düşünceye göre insanın meyil ve sevgisine etki eden dört sebep vardır:
-
İnsanın ilk sevdiği şey kendi zatıdır. İnsan azaların selametini, mal, evlat, akraba ve dostlarını da sever.
-
İnsanı sevgiye hazırlayan bir sebep te “ihsan”dır. Çünkü insan ihsanın kölesidir. Insan kendisine faydası dokunmasa bile, ihsan ile şöhret bulanları da sever.
-
Eşyayı, onlarda bulunan hüsn ve cemal sebebiyle sevmek ve onlarda tecelli eden hüsn-i mutlaka yönelmek.
-
Varlıklar arasındaki münasebet ve benzerlik de sevgi sebebidir. Insan, ilahi asıldan gelmiş; ruh-i mutlaka bağlı bir ilahi nefha oluşundan, asıl menşeine ilgi ve sevgi duyar.
Muhabbet ehli üç derecedir:
1) Avamın Muhabbeti: Bu sevgi Allah”ın kullarına olan in”am ve ihsanından gelir. Nitekim rivayet olunduğuna göre Cenab-ı Peygamber (s) “Kalplerin, kendisine iyilik yapanı sevme, kötülük yapanı sevmeme özelliği vardır.” Sehl b. Abdullah”a muhabbet sorulduğunda şu karşılığı vermiştir: “Muhabbet, kalplerin Allah”a muvafakatı ve bu muvafakata iyi sarılmasıdır. Allah”ın zikrine devam ve münacattan tad alarak aşırı sevgi ile Allah Rasülüne uymasıdır.
2) Sadıkların ve Tahkik Erbabının Muhabbeti: Muhabbetin bu türü, kalbin Allah”ın celaline, gani oluşuna, ilmine ve kudretine nazar etmesinden doğar. Böyle bir muhabbetin özelliği Ebu”l –Hüseyin Nuri”nin şu sözünde anlatıldığı gibidir. “Muhabbet, perdeleri yırtmak, sırlara aşina olmaktır.”
İbrahim Havvas: “Muhabbet, iradelerin yok olması, ihtiyaçların ve bütün beşeri sıfatların yanmasıdır.”der.
Ebu Said Harraz der ki: “Muhabbet kasesinden içerek Yüce Allah”a münacatın tadına eren, O”nun sevgisinden aldığı lezzet kendisini O”na yaklaştıran ve kalbi sevgi ile dolarak sevinçle O”na doğru kanatlanan kimseye ne mutlu! Böyle biri O”na iştiyakıyla ürperir. Rabbinin derdiyle hasta olan, sıkıntıya düşen kimseyi O”ndan başka sükunete erdirecek yoktur. Böylesinin O”ndan başka da dostu olamaz.”
3) Ariflerin ve Sıddıkların Muhabbeti: Muhabbetin bu türü, onların Allah”ın illetsiz olan kadim sevgisini bilip ona nazar etmelerinden doğar. Sıddik ve ariflerin Allah”a olan sevgilerinin bir illeti yoktur. Bu tür sevginin özelliğini Zünnun Mısrî kendisine “saf sevgi nedir?” diye sorulduğunda şöyle açıklamıştır: “İçinde herhangi bir bulanıklık bulunmayan saf sevgi, sevginin kalpten ve organlardan sükut ederek orada muhabbetten eser kalmaması ve her şeyin Allah ile Allah için olduğu bir anlayışın ortaya çıkmasıdır. Böyle biri Allah için seven, Hak aşığıdır.” Ebu Said Susi der ki: “Muhabbet, muhabbeti görme halinden çıkıp sevgiliyi görme haline geçmedikçe sahih olmaz. Bu da ancak gaybda kendisi için sevgili bulunması şeklindeki muhabbet bilgisinin fena bulmasıyla gerçekleşir. Seven sevgisinde bu dereceye erince onun muhabbeti, sevgiye olmayan mutlak bir muhabbet olur. Serrâc, Lüma”, s.56; bu tasnifin değişik bir şekilde olanını Aziz Mahmud Hüdâyî de görmek mümkündür. O da muhabbeti üç kısımda ele alır ve avâmın muhabbeti, havâsın muhabbeti ve ahassu”l-havâssın muhabbeti olarak tasnif etmektedir. Bkz., Yılmaz, Hasan Kâmil, Aziz Mahmud Hüdâyî Hayatı EserleriTarîkatı,İstanbul 1990, s. 106-107.
32 Mevlânâ, Mesnevî, c.III, s.311-313,321-393.
33 Mevlânâ, aynı eser, c.IV, s.115,126-128,194, Bursevî, İsmail Hakkı, Kitâbü”n-Netice, vr.20.s
34 Mevlânâ, Mesnevî, c.V, s. 51-52,164-166,222-226,266-268,314-315.
35 Mevlânâ, Aynı eser, c.VI, s. 51,75,81,157-159,211,316,321,330,352,366; Mevlânâ Divân-ı Kebir adlı eserinde, bu hususu şu şekilde yorumlamaktadır: “Benim âşıklıktan başka işim yok. Ben âşığım, âşıklığı bir suç saymıyorum. Ve âşık olduğum içinde utanmıyorum.” Mevlânâ, Divân-ı Kebir, c.I, s.262; Dünyaya gelme görevi ve sebebi aşk, vazife olarak yine aşk bunun da suç ve günah olmayacağını utanılacak, yerilecek bir durum olamayacağını vurgulamaktadır. Aşk bir Allah vergisidir, O”nun lütfudur. Bundan olsa olsa onur duyulur.
36 Mevlânâ, Mesnevî, s. 51,75,81,157-159,211,316,321,330,352,366; Gazalî, bu konuda şöyle açıklamalar yapmıştır: “Allah sevgisini zayıflatan sebeplerden birisi, dünya sevgisidir. Aile, evlat, akraba, mal, akar, hayvan, bağ-bahçe ve bostan sevgileri de böyledir. Hepsi Allah sevgisini azaltır. Hatta kuşların güzel seslerinden ve sabah rüzgarından zevk almak, Allah sevgisinin azalmasına vesile olan dünyevî varlıklara yönelmektir. Dünya ile ünsiyet ettiği nispette Allah sevgisi azalır. Ahiret ile dünya, doğu ile batı ve iki kuma gibidir. Doğuya yaklaşan batıdan uzaklaşması gibi, dünyadan yararlanan kimse de yararlandığı nispette ahiretten uzaklaşır ve ahiret nasibi azalmış olur. Kumalardan birinin gönlünü hoş tuttuğu nispette diğerinin gönlünü kırdığı gibi dünya ile ahiretten birini memnun ederken mutlak surette diğerini küstürmüş olur, yani birinden nasibini alırken diğerinden nasibi azalmış olur. Gazalî, İhyâ, İstanbul 1975, c.IV, s.570.