MEVLÂNA’NIN MİLLİYETİ
Niçin Bu Konu?
Şehbal’ın ifadesiyle: “Kadirşinas milletlerden kadri bilinecek adamlar yetişir.” Bu sözden anlaşılan, kıymeti bilinecek büyük adamlar ile onu yetiştiren takdir bilir milletler arasında doğru bir orantı olduğudur. Bir millet ne kadar büyük adam yetiştiriyor, büyüklerine sahip çıkıyor, onlara müteşekkir oluyorsa, gelecek nesillerine o nispette önemli emanetler ve mesajlar tevdi etmekle birlikte milletçe ölümsüzlüğün temellerini güçlendiriyor demektir.
Paris’e gidenler bilir. Sorbonne Üniversitesi’nin arkasındaki Pantheon adı verilen Müzenin üzerinde büyük harflerle “Aux Grandes Hommes La Patrie Reconnaissant” (=vatan sadece büyük adamlara müteşekkirdir” ibaresi yer alır. Bu Pantheon’da gömülü olanlar, dünya çapında isim yapmış ve tarihe mal olmuş Fransız bilim adamları, felsefecileri, şairleri ve yazarlarıdır. İçlerinde siyaset adamı olmayan bu ünlülerden bazıları şunlardır: Voltaire, J.J. Rousseau, Victor Hugo, Emile Zola, Pierre Curie ve Marie Curie ile Alexandre Dumas vb…böylece Fransızlar, hem kendi çocuklarına vatanın müteşekkir olduğu örnek kişileri tanıtırken, hem de kendi büyüklerine verdikleri kıymeti ve onlara nasıl sahip çıkıldıklarını dünyaya gösteriyorlar.
Bir millet yetiştirdiği büyük adamlara sahip çıkmasını bilmeli ve onlara gereken önemi göstermelidir. Onları ideal birer şahsiyet olarak hem kendi nesline hem de beşeriyete sunmasını bilmelidir. Eğer büyük adamlar veya tarihe mal olmuş önemli kişiler, mutlaka birileri tarafından ilgili olsun olmasın bir şekilde sahip oluna gelmişlerdir. Mesela “1989’da Çin halk Cumhuriyeti, Cengiz Han’ı milli kahraman ilan etmiştir”. Keza Araplar da hiç ilgisi olmadığı halde “Schakespeare” e sahip çıkmışlar ve onu 1993’de alel acele Şeyh Zübeyr” yapmışlardır (Taneri, s. 281).
Bugün Mevlâna da birçok ülke tarafından paylaşılamamaktadır. Farsça yazdı diye İranlılar onu bir İranlı, Belh’de doğdu ve bu yer şimdi Afganistan’da diye onu bir Afganlı, babası Tacikistan’ın Vahş şehrinde ders verirken orada dünyaya geldi, diye onu bir Tacik, gerek bir rubaisindeki ifadesinden ve gerekse bilimsel bazı araştırmalardan anlaşıldığı üzere onu bir Türk kabul edenler olmuştur.
Şurası muhakkaktır ki, bir kimse kendisinin mensubiyetini açıkca ifade ediyorsa, veya kendisini hangi milletten hissediyorsa o, kabul ettiği millettendir artık bunun üzerinde söylenecek söz olmamalı diye düşünüyorum. Daha ileride ele alacağımız ve bilimsel verilerle göstereceğimiz gibi, o kendisinin Türk olduğunu açık ve seçik söylemiştir. Buna rağmen, yukarıda beyan ettiğim gibi, bazı ülkeler kendilerinden olduğunu ısrarla, dünya çapında bir propagandaya girişmişler ve bunun için de özellikle İran önemli gayret sarf etmektedir.
İran, kendisine yakın bir coğrafyada yaşamış ve kendi dilini kullanan her büyük adamı sahiplenmiş ve bunun için, kendi kültür tarihi ve edebiyatında yer vermiş olduğu mümtaz şahsiyetleri uluslar arası arenada da kabul ettirmiş bulunmaktadır. Malesef, Türk dış işlerinde ve kültür politikalarımızda geçmiş Türk büyüklerine sahip çıkma gibi bir geleneğimiz olmadığından İran, meydanı boş bulmuş hemen hemen hepsini sahiplenmiş ve dünya literatürüne tescil ettirmek için oldukça yüklü bir kaynak harcamıştır. Mesela Şah dönemi İran’ın mümtaz misafirlerinden olan Fransız profesör Henri Corbin, çok yüklü bir ücret karşılığında hazırladığı dört ciltlik “İran Tarihi”de Türk, Özbek, Azeri, Türkmen, Tacik, ne kadar düşünce, din ve tasavvuf adamı varsa hepsini İranlı göstermekte tereddüt etmemiştir. Ünlü İşrak filozofu Azeri Türk’ü Şehabettin Sühreverdi ile bir Özbek Türk’ü olan İbn Sina, sadece İran’a yakın bir coğrafyada yaşadığı ve Farsça risaleleri bulunduğu için hemen İranlı yapılmıştır. Tabiî ki Şah da Corbin’e Hazar Denizine nazır tribleks bir villa hediye etmek gibi bir nezakette bulunmaktan geri kalmamıştır.
Bugün İran’da şahlık dönemi bitti, mollalar iş başında ama İran’ın bu politikası değişmedi. Mollalar Mevlâna’yı kimseye vermiyorlar ve onu İranlı göstermede azami gayret sarf etmekteler. Bunların bugün en önemli temsilcileri Seyyid Hüseyin Nasr’dır. Kendisi Amerika Birleşik Devletleri’nde George Washington Üniversitesi’nde İslam Felsefesi profesörüdür. Yani benim branşımdan bir akademisyendir. Çalışmaları, İslamoloji’den ziyade İranoloji’dir. Eserlerinin çoğu İngilizcedir. Kendisi uluslararası konferanslarında hep İngilizce konuşur.
8 Mayıs 2007’de İstanbul’da Kültür Bakanlığımız tarafından düzenlenen ve benim de davetli olduğum “Uluslararası Mevlâna Sempozyumu”nda İngilizce bir açılış konuşması yapmıştır. Simültane tercümeden konuşmayı dinledim. Çok genel ve belli bir amacı olmayan eskilerin “laf mugalatası” dedikleri tarzda bir konuşma yaptı. Kendisinin Mevlâna’yı İranlı gösteren biri olduğunu bildiğim için, ne zaman ağzından baklayı çıkaracak diye dikkatle dinledim. Nihayet konuşmasının sonunda- Türkiye’de olduğunu dikkate alarak- konuya değindi. Daha sonra yayınlanan bildiri kitapçığına göre, Nasr şöyle diyor:
“Mevlâna’yı dar şovenizmden de korumak zorundayız. Tarihte Afganların Mevlâna’nın bir Afgan olduğunu, İranlıların dili Farsça olduğu ve o tarihlerde Afganistan da İran’a bağlı olduğu için İranlı olduğunu söylemeleri için artık çok geç; aynı şekilde o bir İranlı ve Türkler onun burada öldüğünü ve Konya’da yatmakta olduğunu belirterek onun mirasına sahip olduklarını, onun Türk olduğunu söylüyorlar. Mesajının ne kadar önemli olduğuna bakıldığında bu gerçekten artık çocuk oyununa döndü (Nasr, s. 51) Bu konuşmasının az ilerisinde şunları söylüyor: “…O (Mevlâna), sadece Allah’ın İranlı yarattığı, Müslüman yaptığı ve ona atfedilen tüm özellikleriyle Türkiye’de yaşayıp ölmesini nasip ettiği bir kuldur” (Nasr, s. 52). Görülüyor ki S. H. Nasr’ın geniş şovenizmi (!)bu olsa gerek. Herhalde büyüklerin oyunu da böyle oluyor demekten insan kendini alamıyor.
Kongre açılış bildirisinde kendisine bir soru yöneltmek istedim. Ancak soru sorulmayacakmış. İzin verilmedi. Ben yerimden kalkarak sahneye doğru gittim ve kendisine Fransızca olarak hoş geldiniz dedikten sonra, kendimi tanıttım ve kartımı verdim. Mail’leşmek istediğimi de söyledim. Kendisine bir sorum olduğunu belirttim. Yüzüme baktı, bir şey demedi. Bu arada birileri onu alıp İngilizce bir şeyler söyleyerek hemen sahneden götürdüler. Ya Fransızca bilmiyordu veya Fransızca konuşmak istemedi. Eğer “Buyurun sorun” deseydi, ben de kendisine : “Bu konferansta kendinizin İranlı olduğunuzu birçok kere söylediniz Siz bir Amerikalı değil misiniz?” diyecektim. O da gayet tabii olarak: “Hayır ben İranlıyım” diyecekti. Ben de: “Sizin nerdeyse bütün eserleriniz İngilizce, kendiniz de hep İngilizce konuşuyorsunuz. O halde siz Amerikalı veya İngilizsiniz”. Diyecektim. “Hayır İranlıyım” demeye devam edecekti. Ben de . “Demek ki kişi yazdığı veya konuştuğu dilin halkından olmayabiliyor. Tıpkı Mevlâna da olduğu gibi “ diyecektim. Nasip olmadı.
Mevlana’nın milliyeti konusunda konuşup yazmam artık farz olmuştu. Çünkü onun milliyetinin tartışma konusu olması cidden gücümüze gidiyordu. Bu konuda kimse bilimsel konuşmuyordu. Zaten eskiden beri malzeme topluyordum. Değerli dostum Sn. Şimşekler de bazı fotokopilere ulaşmamda yardımcı oldular. Bu arada yine bir aziz dostumuz, gönül adamı Sn. Dörtbudak da beni Manisa’daki Sempozyum’a ısrarla davet etti. Ben Sempozyumlara ara vermek istemiştim. Katılmayı düşünmüyordum. Belki uygun görülmez ve ben de katılmam diyerek, milliyet konusunu önerdim. Meğer, sevgili kardeşim Veysî Bey’in gönlü benim ki gibi bu konuda yaralıymış. Çok faydalı olur dedi. Ben de açılış konferansı olarak süre tahdidi olmaksızın artık bu noktada mümkünse söylenecekleri söyleyelim dedim. Memnuniyetle kabul buyurdular.
Konu üzerinde çalışırken, bazı safdil dostlarımız bu konunun gereksiz olduğunu, o, insanlığa mal olmuş bir kişidir, milliyeti mi konuşulur? Onun mesajı bizim için esastır gibi, sözlerle beni caydırmaya çalıştılar. Hatta Mevlana’dan bir rubai bile okuyanlar oldu.
“Men bende-i Kur’ânem, eğer cân dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtârem
Eger nakl koned coz în kes zi guftârem
Bîzârem ez u ve’z an suhen bîzârem”
(Yaşadığım müddetçe Kur’an’ın kölesiyim ben
Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım ben
Benimle ilgili kim bundan başka bir şey söylerse
O kişiden de söylediği sözden de şikayetçiyim ben)
Ben iyi ya işte bu rubai de bizi destekliyor dedim. Mevlana’nın kölesiyim dediği Kur’an, her insanın bir soy sop üzere yaratıldığını (Furkan , 25/54), insanların birbirlerini tanımaları için şube ve kabilelere ayrıldığını (Hucurat, 49/13), bizim ırklarımızın dil ve renklerimizin ayrı ayrı olmasının Rabbin varlığının delillerinden (Rum, 30/22) olduğunu söylüyor. Keza her peygamber kendi kavmine gönderilmiştir. Her ne kadar evrensel mesajlar getirseler de mensup oldukları bir kavim vardır. Kur’an bunları alenen söyler dedim. Benimle tartışmayı ilerleten bu arkadaşım Mevlana bir güneştir. Bütün insanlığı aydınlatır. Onu bir yere atfetmek doğru olmaz deyince ben de sen güneşin ışığına bakarak bunları söylüyorsun. Mesajları için bu söz doğrudur. Güneşin de aslı vardır. Onda yanan hidrojen gazıdır. Onu görmemezlikten gelemezsin dedim. Nihayet Pascal’ın şu meşhur sözünü söyledim: İlmin vatanı yoktur ama ilim adamının vatanı vardır. Biz de buradan hareketle Mevlana’nın mesajlarının, düşünce ve fikirlerinin vatanı, milliyeti yoktur ama Mevlana’nın vatanı ve milliyeti vardır. Onu ortada bırakıp, birilerinin haksız yere sahip çıkmasına göz yummamalıyız. Bu araştırmayı onun Türklüğünü ispat sadedinde yapmıyoruz. Başka bir millet de olması en tabii bir durumdur. Ancak bunun ilmen ispat edilmesi ve belgelendirilmesi gerekir. Kaldı ki bizim araştırmalarımız ve ulaştığımız belgeler onun milliyetinin Türk olduğu yönünde ağırlık kazanmaktadır.
Belh’ten Konya’ya
Mevlâna’nın atalarının yaşadığı ve kendisinin de dünyaya geldiği Belh kenti, ünlü vatan şairi Namık kemal’in ifadesiyle “Türkistan-ı kebir” denen bölgenin kadim bir şehridir. Bu şehrin X- XIII Yüzyıllar arası etnik yapısı Türk’tür. Konuşulan dil, her ne kadar elit tabaka arasında yaygın olsa da Farsça değil, Doğu Türkçesi diyebileceğimiz Kaşgar Türkçesi, yani Türkçe’nin Hakanî lehçesidir. Mevlâna ailesi, yine Namık Kemal’in “Türkistan” dediği Anadolu’nun eski bir Türklük merkezi olan Konya’ya gelmiştir. Dolayısıyla bu aile, bir Türk şehrinden bir başka Türk şehrine göç etmiştir. Ord. Prof. Z. F. Fındıkoğlu’na göre: “ Mevlâna ailesini, “Diyar-ı Rum”a sevk eden, önce Erzincan, sonra Larende (Karaman) ve nihayet Konya’ya getirten sâikin psikolojisi tahlile değer. Farsça yazdı diye onu Acem kabul eden bazı gafillerin kültür sosyolojisinden haberdar olmadıkları anlaşılıyor. Kaldı ki, kültür sosyolojisine göre, her asrın bir şekil, form (gestalt)’ı vardır. Bu anlaşılmadıkça içindeki zihni ve fikri davranışlar anlaşılmaz. O halde yapılacak şey, XII, XIII ve XIV. asırlardaki Anadolu’nun kültürel şeklini kavramak ondan sonra bu şekil içindeki fertler ve eserler hakkında hüküm vermektir. Böyle bir tecrübe Mevlâna için henüz yapılmadı” (Fındıkoğlu, s.31)
Mevlâna ailesini Belh’ten göçe zorlayan saik ne idi? Bazı kaynaklar, Mevlâna ailesinin Belh’ten ayrılış sebebini, Bahaeddin Veled’in ünlü kelamcı ve bağımsız filozof Fahreddin Razî (1149-1209) ile aralarının açılmasını gösterse de bunun gerçek olmadığı, İstanbul Üniversitesi’nin Şarkiyat bölümünü kuran, ünlü Oriyantalit Helmut Ritter’in çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır. Zira Razî, Bahaeddin Veled’in Belh’ten ayrılışından üç yıl önce vefat etmiştir ve kaynaklarda Razî’nin Belh’e geldiğine dair hiçbir bilgi yoktur.(Çağatay,s.37)
Sultan Veled’in “İbtidanâme”sini okuyanlar, dedesi Bahaeddin Veled’in Belh halkına darıldığından ve muhtemel bir Moğol istilasından dolayı terk ettiğini öğrenir. Sultan Veled ayrıca dedesinin, Moğolların Belh’i aldığının haberini yolda öğrendiğini söyler. Tarihi vesikalara göre Moğollar 1218’de Belh’e girdiğine göre, Mevlâna ailesi Belh’ten muhtemelen 1217-1218’lerde ayrılmış olmaktadır.
Moğol hükümdarı Cengiz’in(1155-1227), Harezmşahlar hükümdarı Kutbuddin Mehmet’le arası iyice açılmış ve devrin Abbasi halifesi Nâsır li-dinillah de Cengiz’i sürekli Harezmşahlar toprağını saldırmaya kışkırtıyordu. Moğollar da kanlı baskınlara başlamışlardı. İşte bütün bunları baba Bahaeddin Veled, gerek kendi ilmi çalışmaları ve gerekse ailesinin hayatı için tehlike gördüğünden göçe karar verir (Çağatay, 36-37).
Dönemin Anatomisi
Bilindiği üzere Selçuklu devleti bir Türk devletidir ve İran’da kurulmuştur. Devletin bünyesinde hatırı sayılır ölçüde İran unsuru vardı. Köprülü’ye göre bu husus: “Eski Türk ananesine karışan İran nüfuzudur “ (Köprülü, s. 193). Prof. Ögel’e göre “Türkler her çağda ve her iklimde, komşu kültürleri öğrenmek için büyük bir istek duymuşlar ve başarı da göstermişlerdir. Böylece devlet, üniversel bir çehreye bürünmüştür” (Ögel, s. 3). Hatta bu konuda Türk tarihinden örnek de verir. “Cengiz Han’a ünlü Çin elçisi ve seyyahı Men Hung’a, Öngüt Türklerinin başı olan Alaguş Tegin’in bir generali refakat eder. Seyyah tuttuğu raporda; bu Türk generalinin Çin edebiyatını fevkalade bildiğini, hatta özürlerini bile Çince şiirlerle yaptığını yazar” (Ögel, a.y.) Türklerin komşu kültürlerden etkilenişi bir zaafiyet midir, yoksa bir meziyet midir? Bilinmez.
Bir konuyu iyi araştırmak için önce metodolojik problemi aşmamız gerekir. Eğer, tarihi bir kesiti mercek altına alıyor veya tarihi bir şahsiyeti inceliyorsak, metodolojik olarak yapmamız gereken iki şey vardır. O devri veya kişiyi önce kendi şartlarında incelemek daha sonra günümüz değerlendirmesine tabi tutmaktır. Yani bir şahsı kendi devrimizin mantığı ile değil, o şahsın asrına rücu ederek, o devrin mantığı içinde , Fındıkoğlu hocanın belirttiği “Gestalt” içinde ele alırsak durum tamamen aydınlanır. Bir diğer ifadeyle, sebepleri tespit için o devre gitmeli, neticeleri değerlendirmek için günümüze dönmelidir. Nitekim, o devirde sultanın davetine mazhar olmuş elit bir bilgin ve şairin pek bilmediği Anadolu Türkçesi ile eserler vermesinin pek etkili olmayacağı da aşikardır. “Bunda eğer bir maraziyet varsa, bunu o şahısta değil, o şahsın içinde yaşadığı, yetiştiği toplum ve devlet yapısında, edebî ve felsefî kurumlarda ve zihniyetlerinde aranmalıdır” (Fındıkoğlu, s.31)
Prof. Fındıkoğlu’na göre, “ Mevlâna’nın Türklüğü, her türlü ırk, soy ve dil ile ilişkili deliller dışında, Hegel’in “halk ruhu” dediği ve sosyologların “milli seciye” ismini verdikleri manevi realite ile de ispat edilebilir.” Ona göre “sema ve ney, acaba Türkistan-ı kebir’in ezeli maneviyatından kopup Bahaeddin Veled ve oğlu Celaleddin’in vasıtasıyla Türkistan’a gelmiş olan halkvarî Türk estetiğinin incelmiş, billurlaşmış bir dönüşümü müdür?” ayrıca tetkike değer bir husustur (Fındıkoğlu, 31).
Bilindiği üzere, kültürler arası etkileşimde etki, askeri ve siyasi güç lehine gelişmez. Etkiler, zayıf kültürden kuvvetli kültüre doğru olur. Mesela, Grekler Cermenleri, Romalıları yenmesine rağmen Romalıların; Türkler, Arap ve İranlıları yenmesine rağmen Arap ve iran kültürlerinden etkilenmiş olmaları tarihi vakıalardır (Yakıt, İsl. Bil. Tar. s. 40). Nitekim X. Asırda Müslüman olan Türklerin dil ve kültürlerinde önemli değişiklikler meydana geldi. Birçok Türk devletlerinde Arapça bilgi dili, yani bir nevi eğitim dili, Farsça da Devlet dili yani resmi dil olmuştur. Türkçe ise köylülerin konuştuğu bir dil olarak kalmıştır. Elbette bu husus Türkçenin gelişmesine ve zenginleşmesine engel olmuştur. Farsça bir şiir dili olarak da oldukça gelişmişti. Tabiri caizse Mevlâna asrında elit bir kişi Tanrı’ya Arapça dua ediyor, devlete dilekçesini Farsça yazıyor, sevgilisine Farsça şiir yazıyor, eğitimini hem farsça hem Arapça sürdürüyor, halka da Türkçe hitap ediyordu. Çünkü yaşadığı dönemin ve kurumların zihniyeti ve uygulaması böyleydi.
Bir başka açıdan bakarsak; “Anadolu’yu fethedenler, İran’da kurulmuş olan Büyük Selçuklu idaresinde oturmuş kurulu yapıyı Anadolu’ya taşımışlar ve devlet yönetimini oraya göre tesis etmişlerdir. Her ne kadar halkın büyük bir kısmı Türkçe konuşsa da, sözlü edebiyat ana dilde olsa bile, medresenin eğitim dili Arapça idi ve sarayda resmi dil olarak Farsça kullanılıyordu. Buna bağlı olarak edip ve şairler de ürünlerini, klasik şiirin estetiğine bağlı olarak, çoğunlukla Farsça kaleme alıyorlardı. O zaman için Farsça, duygu ve düşüncelerdeki incelikleri, derinlik ve zenginlikleri ifadeye müsait bir olgunluk kazanmıştı. Bu durum elbette Türkçenin yazı dili olarak gelişmesini geciktirmiştir”(Şafak, s.XII-XIII).
Türkçenin İki Büyük Lehçesi
Saray dili ve idari yapı olarak Anadolu’ya intikal eden bu özelliklerin yanı sıra Alparslan’la birlikte gelen Türk boyları olmamış mıdır? Elbette “Maveraünnehr ve Horasan yörelerinden çeşitli Türk boyları bu bölgeye gelip yerleşti. XIII. Yüzyılın ilk yarısında Moğol istilası önünden kaçıp Anadolu’ya gelen etnik gruplar arasında, Moğollar ve İranlı halklarla birlikte, başta Oğuzlar olmak üzere Kıpçaklar, Karluklar, Kalaçlar, Çigiller ve Kanıklılar da vardı. Ancak bunların arasında Oğuzlar çoğunlukta oldukları için onların dili de eski Anadolu edebî Türkçesinin esasını oluşturmuştur. Bu Türkçe, Orta Asya’da gelişmiş olan eski edebî Türk dilinin batıya sarkan bir koludur”.(Buluç, s.109). İşte Oğuzca dediğimiz, hatta Kıpçakça ve Türkmence de denen Anadolu Türkçesi bu koldur. Yunus Emre, Âşık Paşa, Gülşehrî gibi Anadolu’da doğup büyüyen veya bu kültür içinde yetişen değerler, bugün bile anlamakta pek zorluk çekmediğimiz Anadolu Türkçesini kullanmışlardır.
Mevlâna’nın Oğuz lehçesi denen bu Anadolu Türkçesi ile o gün için şiirler söylemesi ve yazması çok zordu. Zira tasavvufun aydınlar için şiir dili eskiden beri Farsça idi. Çağdaşları hep Arapça ve Farsça yazıyorlardı. Kendisinin konuştuğu Türkçe ise, Harezm bölgesi halkının konuştuğu Hakanîye lehçesi veya Kaşgar Türkçesi idi. Sentaks ve vurgu bakımından Oğuz lehçesinden oldukça farklıydı. “Bazı eklerin gövdeye bitiştirilmesi Uygur yazısı geleneğini hatırlatır. Bu lehçede eski Türk yazı dilinde görülebilen pek çok söz ve malzeme vardır.” (Mansuroğlu, s. 208).
Mevlâna düşüncelerini şiirle anlatan nadir düşünürlerden biridir. Şiir, Prof. Tarlan hocanın da dediği gibi : İlim yarım insandır, şiir bütün insan. İlim bir tahlildir, şiir terkiptir. Her şiir bir tefekkürdür, fikirsiz şiir olmaz” derken “Eriştiği merhalede Mevlâna’nın dili ancak şiir olabilirdi.” (Tarhan, s.61) demektedir. Nitekim baştan başa şiir olan ve dünyanın en önemli eserlerinden sayılan Mesnevî’nin içinde, Pakistanlı bilgin kadı Telemmüz Hüseyin “Mir’at-ı Mesnevî”sinde söylediğine göre, tam 1281 tane konu tespit etmiştir. (Kabaklı, s. 34)
Mevlâna’nın içinde yaşadığı devrin vaz geçemediği bir özellik olarak işlenmiş ve gelişmiş bir dil olan Farsça ile şiir yazması, onu hiçbir zaman küçültmez. Tarihte pek çok Türk şair Farsça divan tertip etmişlerdir. Mesela, Fuzulî, Nef’i ve Şeyh Galip’in Farsça divanları vardır. Hatta Osmanlı Sultanları’ndan Yavuz Selim Farsça bir divan yazmıştır. Buna mukabil, İran hükümdarı Şah İsmail de Türkçe divan kaleme almıştır.
Öte yandan XVII. Asra gelinceye kadar Avrupa milletleri müşterek kültür dili olan Latinceyi kullandılar. Meşhur Alman filozofları İmmanuel Kant ve Leibniz ile İngiliz düşünür Roger Bacon Latince eser verenler arasındadır. Kimse bunları Latin olarak görmez. Latince yazmaları Alman ve İngiliz oluşlarına bir halel getirmemiştir. Keza günümüzde ünlü yazar Kırgız asıllı Cengiz Aytmatov, dünya çapında isim yapmış ve pek çok dile çevrilmiş bütün romanlarını Rusça yazdı. Kimse onu Rus yazar olarak görmemiş ve uluslar arası literatüre Kırgız asıllı yazar olarak geçmiştir. Keza günümüzde daha geniş kitlelere ulaştırmak için bütün çalışmalarını, Batı dilleriyle yapan pek çok bilim adamı vardır. Kimse bunları İngiliz, Fransız ve Alman veya Amerikalı olarak görmemektedir. Öyleyse Arapça yazdı diye Farabî’yi, Acemce yazdı diye Celaleddin Rumî’yi Türk olmaktan çıkaramayız.
Mevlâna Türkçe yazsaydı, Belh’te konuşulan dil, yani Kaşgar Türkçesi ile yazacaktı. Bir diğer ifadeyle Hakanî lehçesi ile söyleyecekti. Bunu da Devletin resmi dilinin, medresenin eğitim dilinin, şuaranın şiir dilinin, tasavvuf ehlinin sohbet dilinin Farsça olduğu bir ortamda Konya’da kaç kişi anlardı? Gerçi Türkçe’nin Hakanî lehçesi ile yazılmış dev eserlerimiz vardır. Mesela Yusuf Has Hacib’in “Kutadgubilig”i, Kaşkarlı Mahmut’un “Divan-ı Lügâti’t-Türk”ü, Ahmet Yesevî’nin “Divan-ı Hikmet”i, Ebu Hayyan’ın “Bilig”i (Günümüze ulaşmadığı sanılıyor) bunlardandır. Ancak bu eserler bu lehçenin konuşulduğu bölgenin ürünleridir. Yani Orta Asya’da bir diğer tabirle Türkistan-ı Kebir’de yazılmışlardır. İşte bundan dolayı Mevlâna yazı ve kültür dilinin Farsça olduğu ortamda, anadili Hakanî lehçesiyle yazamazdı. O da geleneğe uyarak Farsça eserler verdi.
“Aslem Türkest” Rubaisi
Mevlâna, Farsçanın hakim olduğu ancak kendi soydaşlarının içinde anadili Hakanî Türkçesi’nin dışında, yapı itibariyle oldukça farklı, Oğuz Türkçesi’nin konuşulduğu bir ortamda kalmanın sıkıntısını bir rubaisinde dile getirir:
“Bigane meğirid merâ zin kûyem
Der kûy-u şuma hâne-i hod mîcuyem
Düşmen neyem her çend ki düşmen rûyem
Aslem Türkest eğerçi Hindû gûyem”
(Beni bu beldede yabancı saymayın. Sizin beldenizde ben evimi arıyorum. Her ne kadar düşman görünüşlüysem de düşman değilim. Farsça yazsam bile aslım Türk’tür).
Bu rubaisinden açık ve seçik anlaşılıyor ki, kendisi aslen Türk’tür. Hindû dediği, Hint-Avrupa dil kuşağına mensup Sanskritçenin bir lehçesi olan Lisan-ı Pehlevi yani klasik Farsça’dır. (Yakıt, Batı Düş. s. 15). Dolayısıyla Farsça yazsam bile aslım Türk’tür diyerek hem çağdaşlarına hem de bugün onu milliyetsiz bırakan zihniyete, hem de onu farklı milliyetlere yamamak isteyenlere gerekli cevabı vermiştir.
Mevlâna burada kendisini yadırgayanlara da cevap vermektedir. “Esasen bir Türk’ün kendi boyundan, kabilesinden, şehir veya memleketinden olmayan diğer bir Türkü yadırgaması, ona yabancı muamelesi yapması tarihî bir hakikattir. Türk daima kendi boyundan olmayanı yadırgamıştır”( Baykara, s. 433).
Mevlâna’nın bu rubaisinde Türk kelimesini, Mesnevî’nin bazı beyitlerinde “güzel”, “yakışıklı”, “hoş” anlamında sembolik olarak kullandığı manada olmadığını, bir yadırgamaya cevap teşkil ettiğinden dolayı Türk kelimesini, bildiğimiz Türk ırkından olduğunu bildirmek için kullandığını görüyoruz. Bu arada bazıları da Hindû kelimesini tevil ederek, onun Farsça demek olmadığını, Belh şehrinin eski adı olduğunu söyleyenler de vardır (Baykara, s. 434)
Mevlâna’nın Türkçesi
Mevlâna’nın şiir dili her ne kadar Farsça olsa da, onun Türkçe şiirleri de vardır. Bunlar beyitler veya rubailer halinde veya mülemma tarzında olan Hakanî lehçesiyle yazdığı şiirlerdir. Mevlâna’nın ve oğlu Sultan Veled’in Türkçe şiirleri üzerinde incelemeler de yapılmıştır. Necip Asım, Veled İzbudak, Martinovitz, Şerafettin Yaltkaya, Sadettin Nüzhet, Mecdud Mansuroğlu, .(Önder, s.27) ve Yakup Şafak’ı başta sayabileceklerimizdir
Mevlâna Mesnevî’sinde yer yer Türkçe kelimeler kullanır: Amaç, armağan, ayaz, aş, baba, bey, çarık, çavuş, damgacı, dağ, götürü, gerek, gerdek, hakan, kak, kışlak, yaylak, koç, konuk, korukcu, sağrak, sınır, sürme, sancak, Tanrı, tuzluk, tutmaç, töre, yay, tamu, uçmak, ulak üzüm, yağı, yurt…(Yaltkaya, 3-47)
Mevlâna’nın Divan’ında geçen Türkçe (tabiî ki Hakanî Türkçesi) şiirlerden birkaç örnek:
“Geçkinen oğlan hey bize gelgil
Dağda dağda hey geze gelgil
Ay bigi sensin gün bigi sensin
Bî-meye gelme, bâ-meye gelgil” (Divan-ı Kebir, VII, 532 Gölp. Terc.)(Şafak, 3)
(Ey kendinden geçmiş oğlan, bize gel, dağdan dağa gezerek(dağları aşarak) bize gel. Sen ay gibisin, güneş gibisin; tatsız(neşesiz) gelme, tatlı(neşeli) gel.)
“Yüzün ey yâr-ı rûhânî verir İsî bigi cânı
Senin ol iyiliğin kânı eger men müttehem başem” (Divan-ı Kebir, V, 437 Gölp. Terc.),
(Ey ruhani sevgili! Yüzün İsa gibi hayat verir. Ben suçlu isem senin iyiliğin hani?)
“Gele sen bunda, sana garazum yok, işidür sen
Kala sen anda yavuzdur, yalunuz kanda kalur sen? (Divan-ı Kebir, VII, 442 Gölp. Terc.)
(Buraya gelmelisin, sana hiçbir kötü niyetim yoktur, işitiyorsun
Orada kalacaksan fenadır, yalnız nerede kalırsın)
Mevlâna’nın Türkçesi ile Ahmet Yesevi’nin Türkçesi arasında bir fark yok. Çünkü her ikisi de Kaşgar Türkçesi yani Hakanî Lehçesi. Yesevi’nin Divan-ı Hikmet’inden:
“Riyazetni katığ tartıp kanlar yutup
Min defter-i sânî söz din açtım mana
Kul hâce Ahmed men defter-i sânî aytım
İki âlem işretların meyga saydım(Divan-ı Hikmet, Eraslan Neşri)
Mevlâna’nın Türkçe şiirlerini neşr eden Türkçe kaynaklarda yer alan bazı şiirler hakkında bir tashih yapmak gereği de doğmuştur. “Şems” veya “Şemsî” mahlasını kullanmasından dolayı başta merhum Prof. Yaltkaya ile Hasan Ali Yücel olmak üzere ondan alıntı yapan zevat Osmanlı Türkçesiyle yazılmış ve “Şems” mahlası olan 21 beyitlik (Önder, s. 28) Türkçe bir şiiri de Mevlâna’ya atfetmişlerdir. Bu şiir görüleceği üzere, Mevlâna’nın dili ve üslubu değildir. Bunu ilk defa fark eden Mecdut Mansuroğlu olmuştur. Biz de ona katılıyoruz. Hatta araştırmalarımız boyunca, XV. Yüzyılda Fatih’in hocası Akşemseddin’in de “Şemseddin, Şems ve Şemsî” mahlasıyla şiirler yazdığını biliyoruz (Eraslan, s. 11-85, Yakıt, T.İ.D.Üz. Arş., s. 85 vd.). Ayrıca XVII. Yüzyılda yaşamış “Cevahiru’l-Kelimât” adlı manzum sözlüğün şairinin mahlası da “Şemsî”dir. Başka “Şemsî”ler de olabilir. Mevlâna’ya izafe edilen ama onun olmadığı açıkca görülen şiirden birkaç beyit:
“ Ussun varsa ey âkil aldanma gil zinhar mala
Şol nesne ya ki sen koyup gidesin ol bunda kala
Zahmetini görübenin dürersin dünya malını
Anlar kalır harc edüp seni anmaya zehi bela
Seni unudur dostların oğlun kızın avratların
Ol malini üleşeler hisap edüp kıldın kıla
Kılmayalar sana vefa bunlar bay ola sen geda
Senin içün vermeyeler bir pare etmek yoksula
…
Ey Şems dila Haktan haki, biz faniyiz oldur bâkî
Kamular anın müştaki ta hod ki ol kimin ola”(Yaltkaya s. 49)
(Ey akıllı adam, fikrin varsa dünya malına asla aldanma. O mal dünyada kalmaz seninle gitmez. O dünya malı için sen ne zahmetler çekersin de o bir bela olarak, sana asla yâr olmaz. Sen ölünce dostların, oğlun, kızın, karıların hepsi seni unutur, inceden inceye hesap ederek hepsi senin malını üleşmeye başlarlar. Onlar zengin olur sen fakir kalırsın, sana vefayı unuturlar da senin için bir yoksula bir parça ekmek bile vermezler…Ey Şems, biz faniyiz, baki olan Tanrı’dır. Cümle âlem; onun özlemini çeker Sen Tanrı’yı dile).
Mülemmalardan Örnekler:
Farsça şiirler arasına yer yer Türkçe mısralar sıralamak veya “bir mısraın yarısını Farsça, diğer yarısını Türkçe söylemek, kısa da olsa Türkçe beyitler tertiplemek talihi de Anadolu’da önce Mevlâna’ya nasip olmuştur. Bir şiiri başka dillerden seçilmiş kelimelerle nazmetmek yahut bir beytin bir mısraını başka, diğer mısraını başka bir dille, nihayet mısraların yarısını bir dilin, diğer yarısını başka dilin kelimeleriyle söylemek yoluyla meydana gelen manzumelere “mülemma” denir. Mevlâna’nın Divan-ı Kebir’inde Türkçe-Farsça mülemmalara rastlanır.(Banarlı, s. 43-44).
Dânî men ba’âlem yalguz seni sever men
Çün der barem neyâyî ender gamet ölür men
Men yâr-ı bâ-vefâem ber men cefâ kılur sen
Ger tû merâ nahvâhî men hod seni tiler men
…
(Bilirsin ki cihanda ben yalnız seni severim; yanıma gelmediğin zaman gamımdan ölürüm. Ben vefalı bir dostum, bana cefa edersin; eğer sen beni istemesen bile, ben seni dilerim…” (Mansuroğlu, s. 215; Banarlı, s. 43-44)
Bi-guftemeş ki çirâ bî-geh âmedî ey dust
Bi-guft: “Sayru idi yolda yoldaşım erdi” (Divan-ı Kebir, III, 304, Gölp. Terc.)
(Dedim ki: “Niçin geç geldin, ey sevgili?
Dedi ki: “Yolda bir arkadaşım erişti, hasta idi” (Terc. Şafak, s. 14)
Arapça -Farsça -Türkçe mülemmasına örnek olarak da şunu dörtlüğü verelim:
“Yâ evhadu bi’l-cemâli yâ cânımsen
Ez ahd-i men ey dost meger nâdimsen?
Kad kunte tuhibbuni fe-kul Taciksen?
Ve’l-yevme hecerteni fe-kul sen kimsen? (Rubailer, Gölp. No: 109)
(Ey güzellikte tek olan! Sen benim canımsın
Ey sevgili, yoksa bana verdiğin sözden dolayı pişman mısın?
Hani beni seviyordun, söyle Tacik misin?
Bugün ise beni terk edip gidiyorsun; söyle sen kimsin?)
Mevlâna’da Orta Asya Türk Töresi
Mevlâna eserlerinde özellikle Mesnevî’sinde Orta Asya Türk adet ve geleneklerinden sık sık söz eder. Nitekim “toydan bahsederken,
“Efendi, toy yaptı, Ferec’i everiyorum diye halkı okudu”;
“Elli düğün halkına toy verilir”
“Hakanımız, boyuna bize toy vermektedir, ümit kesmeyin, buyruğu boyuna kulağımızı çekmektedir” (Taneri, s. 282)
Orta Asya Türklerinde itaat ve teslimiyet sembolü kılıç-kefen’dir.
“Senin padişahça huyunu tanımamıştım. Kılıç-kefeni önüne koyuyorsun; sana boynumu uzatıyorum; vur kes boynumu”
“Saygı yüzünü vurduysam ey ay yüzlüm kılıç ile, kefen ile geldim”
Saçı saçmak ve nazar konusunda Mevlâna Orta Asya geleneğinden örnekler:
“Padişah onun kulağına bağırdı. Ey yoksul dedi, eteğini aç. Saçmak için altın getirdim”
“Ateşe üzerlik tohumu, çörek otu serper gibi kurtarın, başına ateş saç; çünkü o kurtlar, Yusuf’un düşmanlarıdır. İblis sana, babasının canı diyor; lanetlenmiş şeytan, bu solukla seni kandırmak ister”
“Kem göz değmesin diye ateşe çörekotu attım; attım ama çörekotuma da nazar değdi”.
Görüldüğü gibi Mevlâna’nın Türkçesi Orta Asya Hakanî Türkçesi olduğu gibi, eserlerinde verdikleri bazı adet, gelenekler hakkındaki örnekler de hep Türkistan-ı kebir diyarındandır. Zaten o, Mesnevîsinde çeşitli ırklardan bahsederken, Türkleri “son derece güzel, latif ve cesurane olduklarını beyitlerle över. Ona göre Türkler: “Güzel ve beyaz yüzlü” dür. Zenci ve Hintli’nin zıttıdır. Türklerin narası karşısında arslanlar bile titrer, savaş Türklere has bir özelliktir. At üstünde maharet sergilerler. Hatta Türk var olduğu sürece vatansız kalmaz”(Mesnevî, V, 2960, III, 3613 vd., II, 456 Krş. Şimşekler, s.180)
“Okçılardır gözleri hoş nese ol kaşları;
Öldürür yüz sü eri, kimdir ol Alparslan” (Divan-ı Kebir, VII, 676, Gölp. Terc.)
(Gözleri okçulara benzer, kaşları ne güzel şeydir; yüz askeri öldürür. Kimdir o Alparslan?) diyerek Malazgirt zaferini ve Alparslan’ı över.
Karaman Doğumlu Sultan Veled’in Kaşgar Türkçesiyle Şiirleri
Bilindiği gibi, Sultan Veled, 1226 yılında o zamanki adı Larende olan Karaman’da doğmuştur. Dolayısıyla Anadolu Türkçesi’nin konuşulduğu, Farsça’nın ilim ve şiir dili olduğu bir yerde doğmuştur. Halbuki o, yerli halkın konuşmadığı ve eğitiminin de verilmediği Kaşgar Türkçesi yani Hakanî lehçesini nerde ve kimden öğrendi? O zaman Konya’da bu lehçeyi konuşan hemen hemen yoktu. Zira bu lehçe ile “İbtidanâme” adlı eserinin Türkçe beyitlerini nasıl yazdı? Demek ki, Mevlâna ailesinde konuşulan Türkçe Kaşgar Türkçesi’ydi. Sultan Veled aileden öğrendiği bu lehçeyle şiirler yazdı. Buradan da anlaşılıyor ki, Mevlâna ve ailesi evinde Türkçe konuşan öz be öz Türk’tür.
Sultan Veled’in Türkçe şiirleri, Farsça İbtidanâme, Rebabnâme adlı Mesnevî’leri ile Divan’ında geçer. İbtidanâme’de 176, Rebabnâme’de 162 Türkçe beyit vardır. Divanında geçen Türkçe, Türkçe-Farsça, Türkçe-Farsça-Rumca mülemmalarında beyit sayısı 129, toplam 367 beyittir( Buluç, s. 109–110). Bazı örnekler verelim:
“Bu hadisi buyurdı Peygamber
Kankı kişi ki dirligin ister
Gendüzinden gerek kim ol öte
Dirligün manisin ölüp bula
Ölmedin tiz ölin, ağun göge
Kim sizi ay ile güneş öge…(İbtidanâme)
(Hz. Peygamber şu hadisi buyurdu: “Kim diri kalmak isterse, kendi varlığından geçmeli, ölüp diriliğin manasını bulmalıdır.” Çabuk ölmeden evvel ölün, göğe çıkın da ay ve güneş sizi övsün)
“Karanu süsü ki durur, yolumuz da bizi urur
Duravuz nurun süsüyle, karanu süsün sıyavuz
Karanu süsün sıyavuz, sümüz ile hoş varavuz
Karanu ile girerken, köyüni şarun yıkavuz”(Divan, Uzluk Neşri, s. 309, İzbudak, s. 18, Şafak, s. 33)
(Karanlık(zulmet) askeri kimdir ki yolumuzu kesip bize saldırsın? Nur askeriyle karşı koyup zulmet askerini kırarız. Karanlık askerini öldürüp askerimizle neşe içinde gideriz. Karanlık memlekete girince köylerini, şehirlerini yıkarız)
Sultan Veled’in “Türkçe eger bileydim” ifadesinden onun Türkçe bilmediği anlaşılmamalı. Zaten Kaşgar Türkçesini biliyor. Burada kastettiği Anadolu Türkçesi, yani yerli halkın konuştuğu, Türkmence dediği lehçedir. S. Veled’i dinliyoruz:
Türkçe eger bileydim, bir sözi bin edeydim
Tatça eger dilersiz, gûyem esrâr-ı ûlâ
Kim Veled’i severse, gey göz ile bakarsa
Tanrı anun başından sava belâ, sava belâ” (Divan(Gazeller), İzbudak, s. 6)
“Türkçeyi (iyi) bilseydim bir sözü bin türlü söylerdim. Yüksek sırları Farsça söyleyeyim. Kim Veled’i sever, ona iyi gözle bakarsa Allah, onun başından belayı savsın)
Sonuç
Yukarıdan beri kaynaklara ve bilimsel metotlara göre anlattıklarımızı bir sonuca götürürsek üzerinde vurgu yapmamız gereken hususları şöyle özetleyebiliriz.
Mevlâna’nın yaşadığı dönemde Anadolu Selçuklularının resmî dili Farsça idi. Yani devlet Türk, dili Farsça idi. Bu gelenek bilindiği gibi Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türkçe’yi resmî dil ilan ettiği 1277 yılına kadar devam etti. Hatta o dönemlerde toplumda üç dil birden konuşuluyordu. Şairler Farsça, ulema Arapça, köylüler de Türkçe konuşuyordu. Bir şair olarak Mevlâna içinde yaşadığı toplumun geleneği olarak Farsça yazmıştır.
Mevlâna ailesinin evinde konuştuğu dil, Belh’te konuşulan Türkçe’ydi. Bu Dil, Harezm bölgesinin dili olan Harezm Türkçesi veya Hakanîye Lehçesi, bir diğer ifadeyle Kaşgar veya Doğu Türkçesi idi. Bu Türkçe’nin, Anadolu Türkçesi yani Oğuzca veya Türkmence ile yapı ve vurgu bakımından önemli farklılıkları vardı. Bununla yazsa Horasandan göçenlerin dışında kimse anlamazdı.
Mevlâna’nın evinde Hakanî Türkçesi konuşulduğunun en bariz delili oğlu Sultan Veled’in “İbtidanâmesi”dir. Burada Hakanî Türkçesiyle yazılmış yüzlerce beyit bulunmaktadır. Sultan Veled, Mevlâna ailesi Karaman’a yerleştikten sonra, Karaman’da dünyaya gelmiştir(1226). Şayet ailede Türkçe’nin bu lehçesi konuşulmasaydı, Sultan Veled Hakanî Türkçesini kimden ve nereden yazıp öğrenecekti. Kendilerinden başka Karaman’da bu lehçeyi konuşan pek kimse yoktu. Öyleyse Mevlâna ailesi, bir Türk olarak soydaşlarının ülkesine göç etmiş ve evinde Hakanî Türkçesini konuşan bir Türk ailesidir. Zaten de kendisi yukarıda belirttiğimiz rubaisinde “Her ne kadar Hindu dilinde konuşsam, yazsam da aslım Türk’tür” sözüyle son noktayı koymaktadır.