MEVLANA’NIN NEYNAME’Sİ
(ŞİİR ÇEVİRİ VE ŞERH)
Çeviri ve Şerh : Kaan Dilek
1.Dinle bu neyi, şikâyet ediyor
Ney ayrılıkların hikâyesini anlatıyor
Mesnevi’nin ilk beytinde yer alan, bir çoklarının çeşitli yorumlar yaptığı ve Mevlânâ’nın bizden dinlememizi istediği Neyhakkında en uygun yorumlardan birisi kuşkusuz “Neyin hakiki manada kamıştan yapılmış bir ney ve mecazi olarak da Mevlânâ’nın kendisinin” olduğudur. Ama bu yorumu ele almadan önce Neyle ilgili yapılmış yorumlara yer vermek, başka yorumları incelemek yerinde olacaktır.
Molla Hadi Sebzvarî, Molla Abdurrahman Camî ve diğer alimler Mesnevi’yle ilgili şerhlerinde Mevlânâ’nın neydenkastının insanın mutlak kutsi ruhu olduğunu bazı ayetleri de delil getirerek yorumlamaktadırlar. Bu yorumlara göre kutsi ruhun Hicr sûresinin 29. ayeti “وَ نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي ”(..Ona ruhumdan üflediğimde) ve İsrâ sûresinin 85. ayetinde geçen “قُلِ اَلرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي ”(..De ki: Ruh Rabbimin emrindendir..) ruha istinat edildiği düşünülür. Ruhun mücerret alemin parçası olduğu ama tabiat alemine gelerek burada zahil olduğu (nesneleştiği) söylenmekte ve nesnel dünyanın içinde yer alan insan ruhu kendi vatanını arzulamaktadır.
Yine bazıları Ney’den kastedilenin hakikat-i Muhammedi yada Kalem olduğu yorumlarını yapmışlardır. Genel olarak Neyilgili yapılan yorumları şu başlıklar altında toplayabiliriz:
1.Ney için insan-i kâmil olduğu yorumu da yapılmıştır. Ama buna itiraz olarak insan-i kâmil nefsinin belalarından arınmış birisi olarak maşukundan ayrı değil vuslata ulaşmış durumda olacağı ve beyitte geçen şikâyet etmenin bu duruma uygun olmayacağı söylenmiştir. Bu konuyla ilgili oldukça geniş şerhler yapılmıştır. Ama bu şerhler özetle şunu anlatmaktadır ki seyr-i ilallah mertebesi arifler için sınırlıdır. Yani bu seyrin makam ve menzilleri sonsuz değildir ve sınırlıdır. Ama seyr-i fillah mertebesinde menziller sınırlı değildir. Çünkü Allah sınırsız ve sonsuzdur. İnsan-i kâmil eğer seyr-i fillah mertebesinde ise ve ney olarak teşbih edildiyse beyitte geçen şikâyet ve hikâyet etme durumu bu makamda olan bir insan için uygun olmamaktadır. O zaman neyin insan-i kâmil olarak yorumlanması bazı çelişkileri içermektedir.
2.Ney yukarıda da bahsettiğimiz gibi kutsi ruh veya nefs-i natıka olarak da yorumlanmıştır. Kendi aleminden koparılmış ruh insan bedeninde ki tutsaklığında vatanına olan özlemle, ayrılığın hasretiyle sızlanmakta, vatanına geri dönme iştiyakıyla acı çekmektedir. İkinci beyitte geçen Neyistan(sazlık) sözüyle ise bu ruhun vatanına işaret edildiği söylenmiştir.
3.Ney için Kalem Ney’den kinayeyle Kalem olduğu yorumu da yapılmıştır. Burada Kalem Levh karşılığında düşünülmüştür.
4.Ayrıca Ney için Levh ve Kalemle birlik içinde olan hakikat-i Muhammedi olduğu yorumu yapılmıştır. Çünkü Mesnevi Dinlediyerek başlamakta ve Kur’ân’da ise İkra(oku) emriyle Hz. Muhammed muhatap alınmaktadır. Mevlânâ eserinde tamamen İslam maarifine yer vermesi konuları seçiş ve eserinin takip ettiği üslup nedeniyle Kur’ân’dan ilham alması sonucu böyle bir yorum da yapılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’in A’raf sûresinin 204. ayeti “وَ إِذا قُرِئَ اَلْقُرْءانُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَ أَنْصِتُوا ”(Kur’ân okunurken onu dinleyin ve susun…) esas alınarak ve daha sonra ki Mesnevi nüshalarında ilk beytin “بشنو اين ني چون حكايت ميكند” (Dinle bu neyi anlattığında) gibi değişik versiyonu böyle yorumların yapılmasına neden olmuştur. Ama bizim esas aldığımız ve nüshalar içinde en sahih nüsha olan Konya nüshasında ki ilk beyti İsmail Ankaravî ve Yusuf bin Ahmed Mevlevî gibi şahıslar da daha doğru bulmuşlar ve kullanmışlardır. Ayrıca “dinle bu neyi” derken işaret sıfatı olarak bu kullanılması bütün bu kabilden yorumları boşa çıkarır niteliktedir.
Neyin Mevlânâ’nın kendisi olduğu yorumları da yapılmıştır. Mevlânâ kendisinden temizlenmiş, aşk ve maşukun ihtiyarında içi boş bir ney gibidir. Nasıl ki ney kendiliğinden sese sahip değilse Mevlânâ’da aşkın elinde onun sesinden başka sese sahip değildir. Bu maşuk ister Hakk’ın kendisi, Şems yada Hüsameddin Çelebi veya bir başkası olsun, bunlar Mevlânâ’ya göre Hakk’tan ayrı olmadığı için bu dilinden dökülen sözler Onun eseridir. Mevlânâ ilk olarak Şems’in cezbesine kapılmış ve o güne kadar şiir için açılmayan ağzı, alemi kavuracak manzum eserlere sahiplik etmiştir. Aşkın elinde tutsak olan Mevlânâ içi boş ney gibi aşkın sözlerinin tercümanı olmuştur. Onun söylediği her söz ister ayrılık acısıyla söylenmiş sözler, isterse kavuşma derdiyle yanan bir ruhun isyanı olsun, aşkın ve maşukun taliminden başka bir şey değildir. Rivayetler esasında bildiğimiz gibi Mevlânâ diğer şairlerin yaptığı gibi Mesnevi’yi yazarak üzerinde düşünerek meydana getirmiş değildir. İçinden geldiği gibi hiçbir şairlik meşki olmadan 14 yıl boyunca bu beyitleri söylemiş ve Hüsameddin Çelebi kaleme almıştır.
Neyin hakiki manada sazlıktan koparılan içi boş kamış olduğu yorumu bize en uygun gelen yorumdur. Çünkü bildiğimiz gibi Mevlânâ kendisi aynı zamanda musikî ehli bir zattır. Musikî aletlerini tanımakta ve musikî meşreb bir şahıstır. Ayrıca o Divan-ı Kebir’i başta olmak üzere bir çok eserinde defalarca ney temsili kullanılmıştır. Diğer musikî aletlerinden çeng, ribab, tef, davul vb. musikî aletleri defalarca şiirlerinde yer almıştır. Divan-ı Kebir’de özellikle ney bir çok beyitte uzunca betimlenmiştir. Bütün bunların ışığında ve beyitte ki mana göz önüne alınırsa Ney’den kastın içi boş, üflenerek ses çıkarılan musikî aleti olduğu ve mecaz olarak da Mevlânâ’nın bu eserde ney tarafından temsil edildiği düşünülmektedir.
Bu yorumla ilk beyti anlamlandırırsak, Mevlânâ, dinle bu neyi şikâyet ettiğinde, ayrılıkları anlattığında derken kendisinin dilinden dökülen şikâyetler olduğunu ve bir hikâyenin anlatıldığını söylemektedir. Ama eğer Mevlânâ’nın dilinden dökülen sözler ona ait değilse ve o bir ney gibi içi boş, bir üfleyeni olmadığı sürece sessiz duran bir nesne gibiyse, peki Mevlânâ’nın dilinden şikâyet eden ve hikâyeleri anlatan nedir veya kimdir? Eğer onu söyleten tutulduğu aşk veya maşukuysa demek ki hem şikâyetçi hem de hikâyeci aşk yada maşuk olacaktır. Peki aşk yada maşuk onun dilinden neden şikâyet ediyor ve neyin hikâyesini anlatmak istemiştir? Ve Mevlânâ bu durumda hangi konumda yer almaktadır? Sufi şairlerin hemen hemen hepsinin bahsettiği bu durum insana daha içsel bir benliğin haberini vermektedir. Yunus’un da “bir ben var bende benden içeri” dediği gibi Mevlânâ da daha içsel bir varlığın içinde konuştuğunu, onun bütün azalarına hakim olduğunu ve hayatına bu varlığın yön verdiğini anlatmak istemektedir. Yine bütün ariflerde olduğu gibi bu durumu anlatmak onlar için zor olmuş ve her defasında bu sözlerimiz anlaşılmaz denilerek üzerinde durulmamıştır. Çünkü Mevlânâ’da eserinin başında dinle diyerek başlamış ama birkaç beyitten sonra “pişmişlerin halinden anlamaz ham, sözü uzatmayalım artık, vesselam” dediği beytiyle söylenecek şeylerin muhatabının bulunmadığını ilan etmiştir. Ayrıca Mevlânâ’nın insanı ney’e teşbih etmesi edebi açıdan da oldukça yerinde ve güzel bir teşbihtir. Öyle ki Ney sazlıktan koparılarak saz haline getirilmekte ve insan da asli aleminden tabiat alemine gelerek onun gibi bir ayrılığı yaşamaktadır. Ney içi boş başkası tarafından üflenerek ses çıkaran bir alettir ve insan da onun gibi toplumsal hayatta devamlı çeşitli muharriklerin etkisinde hareket etmekte, sesi o muharriklerin sesi olmaktadır. Eğer insan Mevlânâ’nın da dediği gibi aşk ve maşukunun yörüngesine girdiyse sesi onun sesi olacak ve hayatı tamamen onun istekleriyle gerçekleşecektir. Neyi üfleyen kimse neyden çıkan sesin sahibidir ve insan hal, hareket ve sesiyle yörüngesinde olduğu düşünce ve şahsın eseridir. Bu noktada Mevlânâ’ya göre insanı kontrol altına alan iki ses vardır: Birinci ses ve hakikat olan bu ses Hakk’ın sesidir. İkinci ses ise tabii alemde yer alan insanın heva ve nefsinin arzularının sesidir. İnsan seçeceği yolla hangi sese tabi olacağını belirler.
2.Beni ki sazlıktan kopardılar
Feryadımla erkek kadın hepsi ağladılar
Bu beyitte kullanılan “نيستان”(neyistan-sazlık) ve “نفير”(nefir-feryat etmek, ağlamak vb.) sözler üzerinde yorumlar yapılmıştır. Abdurrahman Camî(Molla Camî) ve onun devamcıları olan bazı şarihler neyistan sözünden kastın ilk gayb alemi-ilk tayin yeriolduğu yorumunu benimsemişlerdir. Nefir sözü Farsça feryat etmek, bağışlanma isteyen şahsın durumu vb. anlamları taşırken, aynı zamanda musikî üstatlarının bir ney şekline verdikleri isim ve neyin deliklerinden çıkan bir tür sesin adıdır. İkinci mısrada geçen Kadın ve Erkek sözleri de çeşitli yorumlara tabi tutulmuştur. Erkek sözünden kastın varlığın, Allah’ın güzel isimlerinde geçen isimlerdeki failiyet durumu ve kadınsözündeki kastın ise bu esma-i hüsna’da geçen failiyetin varlıktaki infiali durumu olduğu yorumları yapılmıştır. Bu beyitte mana oldukça açıktır. Ney sazlıktan koparılmış ve diğer neylerden ayrı kaldığı için acı ve sızı içindedir. Diğer neylerde onun bu ayrılığından üzüntülüdür. Mecazi manada ise insan kendi asli vatanından ayrı düşmüştür. Onun gibi bu ayrılığın gerçeğini derk eden her insan, ister kadın olsun isterse erkek olsun bu ayrılığın ıstırabıyla feryat etmekte ve kavuşma gününün ümidini taşımaktadır.
3.Ayrılıkları bilen parça parça sine isterim
Ta (kavuşma) iştiyakımın şerhini anlatayım
İlmi ve akli bahisler delillendirme ve kullanılan ıstılahlar sonucu insanlar tarafından anlaşılmaktadır. Ama aşk gibi, acı ve ıstırap gibi izafi olan meselelerin bir başkasına aktarılması ve bunun anlaşılır olması oldukça zordur. Mevlânâ’nın ayrılıkları bilen bunu tatmış bir sine istemesi ve bunun içinde özellikle sine demesi düşündürücüdür. Çünkü insanın sinesinin içinde kalp bulunmakta ve kalp izafi olarak andığımız aşk, acı, ıstırap vb. durumları bilen ve onları yorumlayan merkez kabul edilmektedir. Mevlânâ bu merkezi kastederek kendisi gibi ne durumda olduğunun farkında olan birisinin kendisini anlayacağını söylemektedir. Bu aynı durumu paylaşmamış, bunları bilmeyen diğerlerinin anlayamayacağı bir şeydir. Aynı buna benzer durum Kur’ân’da da geçmektedir. Bakara sûresinin ilk ayetlerinde geçen;
(O kitap(Kur’ân): onda asla şek ve şüphe yoktur, o muttakiler için yol göstericidir.)
muttakilerin Kur’ân’nın muhatabı olduğu ve diğerlerinin Kur’ân tarafından hidayet edilemeyeceği belirtilmektedir. Kur’ân-i Kerim aslında hidayet etmek için muttakileri kendisine muhatap olarak seçmiştir. Mevlânâ’nın bahsettiği gibi bazı durumlardan haberdar olan, ruhu ve kalbi bazı meseleleri anlayacak konumda olan onu anlayabilecektir. Aynı Kur’ân’ın da dediği gibi ona muhatap olacak şahıs önce muttaki olacaktır. Yoksa Kur’ân tarafından hidayet edilemeyecektir.
İkinci mısrada geçen iştiyak sözü gaipte olan, istenilen, matlup olan için insanın meyletmesidir. Onun için uzaklık bu durum için gereklilik arz etmektedir. Yani insan ulaşamadığı, ayrı kaldığı şeye iştiyak duyabilir. Demek ki Mevlânâ’nın şerhini yapmak istediği şey, ayrılık ve uzak düştüğü ama kavuşma ümidini taşıdığı bir durumdur. Ama yine bu durumun tarif edilemeyeceğini düşünmektedir.
Meşhur cümlede geçen “من لم يذق لم يدر ve diğer لم يعرف” yani tarif edilemeyen hal ve durum söz konusudur. Bu beyitte geçen mazmun büyük bir ihtimalle Kuşeyri risalesinde zikredilen Yusuf bin El-Hasan’ın kıssasına aittir. Bu kıssa şöyledir: “bir gün Yusuf bin El-Hasan havasın yanına yaklaşır. Kaç gündür ki o, iyadet ve taahhütlerinden uzak kalmıştır. Ona bir şey isteyip istemediğini sorarlar. Kızarmış bir ciğer istediğini söyler…” Bu noktada Mevlânâ bu kıssadan etkilenerek, anlatacaklarını anlayacak parça parça olmuş bir sine istemektedir. Ama bunu bulamadığını sonra ki beyitlerde dile getirmiş ve sözü uzatmamanın gerektiğini belirtmiştir.
4.Herkes ki aslından ayrı düştü
Kendini bulacak günün peşine düştü
Bu beyit bir sonra ki beytin delili mahiyetindedir. Yani Mevlânâ söylemek istediği asıl söz için delil babında bu beyti söylemiştir. Burada geçen mazmun ise aslından ayrı düşen her varlığın aslına döneceğidir. İslamî felsefe içinde her varlık mutlak kemalat yolunda tekamül etmekte ve asli gayet için hareket etmektedir. Bu varlıkların şuurlu olması yada şuursuz olması bu durumu değiştirmemektedir. İnsan asli vatanı olarak maveradan geldiği düşünülerek oraya döneceği, bütün varlıkların bu tatavvur ve tekamül merhalesini tamamlayarak asıllarına rucu edeceği düşünülmüştür.
5.Ben her cemiyete nalân oldum
Kötülerle iyilere her biriyle çift oldum
Burada geçen kötüler (bed halan) mecaz olarak kalbi halleri zayıf olan, kötü huylulardır. Anlamı olarak ise hasta, üzgün ve dargın, kalbindeki hallerin nüzul halinde olması vb. gibi manalar düşünülebilir. İyiler(hoş halan) ise mecaz olarak derunî halleri yüksek olandır. Anlam olarak iyiler, hoş halliler şâd, iyi bahtı olan vb. manaları içerir. İhtimalen kötü’lerden kasıt aşağı hayallere sahip ve bu muharriklerin etkisinde kalanlardır. Bunun tersi olarak da iyi’lerden kastedilen ise batınî olarak hayır ve iyiye meyilli, neyden duyduğu nağmelerle içlerinde ilahi marifet kapıları açılmış olanlardır. Bu beyitte mana oldukça açıktır. Ney hem yukarıda bahsedilen kötüler ve hem de iyileriçin çalınmaktadır. Ney bu manada hem kötülerle hem de iyilerle beraber olmuştur. Mevlânâ’nın kendisi de aynı ney gibi bu beyit için düşünülebilir. Yani Mevlânâ’da ney gibi her iki tiple beraber olmaktadır. Burada birde Mevlânâ’ya ve üslubuna işaret edilmektedir. Kendisinin üslubu olarak söylenmesi gerekenler taassuptan uzak olarak herkese söylenmelidir. Her kalp için çeşitli hidayet yolları mevcuttur. Kim ne halde olursa olsun herkesle dertleşmenin mümkün olabileceği vurgulanmaktadır. Lanetlemek, küçümsemek ve hor görmek Mevlânâ’ya göre zahir ehli insanların yoludur. Ayrıca o herkesle kurulacak iyi ilişkilerin hidayet sebebi olduğunu düşünmektedir.
6.Herkes ki kendi zannıyla yar oldu bana
Benim derunumda eremedi esrarıma
Bu beyitte geçen şikâyetin sahibinin önce Ney olduğunu düşünelim ve öylece yorumlayalım; ney nağmesi veya her hangi bir musikî aletinin nağmesi onu dinleyenin haline uygun olarak anlaşılır. Dinleyen iyi halde değilse müzik ne kadar iyi olursa olsun onun anlayacağı kendi durumuyla müsavi olacaktır. Tam tersi olarak dinleyen iyi hal içindeyse ve iyiye meyilliyse onun dinlediği bir öncekinden farklı olacaktır. Sonunda neyi dinleyenler kendi halleri içinde onun tam olarak kendisinin ne demek istediğini anlamayacaktır. Ama burada Mevlânâ’nın kendisi bu beyitte ki duruma muhatap kabul edilirse, sonuç yine aynı olacaktır. Çünkü onu dinleyenlerle neyi dinleyenlerin hali aynıdır. Herkes kendi durumuna göre, bulunduğu menzil ve makama göre Mevlânâ’nın sözlerini anlayacak, onun söylemek istediği tam olarak anlaşılmayacaktır. Kendi zamanının insanları hatta onun yanındakiler de Mevlânâ’yı tam olarak tanımamışlardır. Şems, Hüsameddin ve Selahaddin Zerkub’u bunların dışında tutmak gerekir. Çünkü onlar Mevlânâ’nın durumunu en iyi bilen ve anlayan yakınlarıydı. Bu söylenene delil olarak Eflâkî’nin rivayeti dikkat çekicidir. O Mevlânâ’yla aynı dönemde yaşamış sufi şairlerden Fahreddin Irakî’den bahsederek, “o medresede semada hazır bulunduğunda daima Mevlânâ’nın azametinden bahseder ve ah çekerek onun hakkıyla bu dünyada anlaşılmadığını ve bu dünyaya garip gelip garip gittiğini söylerdi” der. Bu beyitte ayrıca Mevlânâ’ya göre hakiki ilim ve marifetin hasıl olmasının şartına da işaret edilmektedir. Öyle ki ilim ve marifet telkin, vehim ve garez olmadan insanda hasıl olmaktadır.
7.Sırrım bu nalemden başkası değil
Bunu anlayacak göz ve kulak nurlu değil
Herkesi sözü ve ameliyle tanırlar. Çünkü her amel ve söz insandaki nefsanî halden kaynaklanan durumu yansıtmaktadır. Mevlânâ’ya göre de insanın söz ve hareketleri onun ruhunun niteliği ve niceliği hakkında haber vermekte, böylece herkesin derunî yapısından ipuçları elde edilmektedir. Ama idrak olunan ve idrak eden arasında bir tür münasebetin olması gerekir. Zira bizdeki beş duyu kendi yeteneği kapsamında idrak olunacak şeyi derk etmektedir. Göz görünenleri görmekte, kulak duyulabilecekleri duymakta, dil de tadılabilecekleri derk etmektedir. Aynı şekilde insandaki hayal gücü maddi olamayan varlıkların anlaşılması, vehim gücü cüz’i şeyleri kavramayı ve akıl da genel tanıma ve anlamayı gerçekleştirir. İnsanın söz ve hareketleriyle dışına yansıyan iç dünyayı da algılamak için ayrı bir kavrama ve tanıma gücüne ihtiyaç duyulur. Mevlânâ’ya göre bu güç, temiz ve pak bir zamirle, saf bir kalple gerçekleşir. Bu beyitte yukarıdaki bahsin devamı olarak ney veya Mevlânâ’nın sesindeki hakikat kendisinden ayrı değildir. Ama bunu anlayacak olan çok az saf kalpli ve temiz batına sahip insan vardır.
8.Beden candan, can bedenden saklı değil
Ama canı görmeye kimse izinli değil
Bu beyitte geçen can insan ruhunu temsil etmektedir. Öyle ki ruh, insanın bedeninin sahibi ve onu istekleriyle kontrol altında tutandır. Beden ruhun bir aracısı ve aleti konumunda, onun istek ve arzularını yerine getirmektedir. Demek ki ruh bedeni idrak etmekte ve bedende ruh hakkında bir şuura sahiptir. Birbirlerinden ayrı olmayan bu ikili için sorun ruhun mücerret olması, yani görünür bir varlık olmamasında yatmaktadır. Yani beden ruhtan ve ruh bedenden saklı değildir ama kimse bu ruhu görememektedir. Ayrıca bu beyit bir önceki beyit için delil ve misal durumundadır. Öyle ki kalpteki sırlar ondan çıkan seslerde zahir olmaktadır. Burada yukarıda bir önceki beyit daha geniş anlam kazanarak beyitte geçen nale bedene ve sırda ruha karşılık olarak alınabilir ve hem nalenin muharriki ve hem de onda cilve edenin ruh olduğu anlaşılır. Ama bunu herkes algılayamamaktadır. Aynı beden ve ruh ilişkisinde olduğu gibi, ruh bedenin muharrikidir ve bedenden ayrı değildir ama o görülememektedir.
9.Ateştir bu neyin sedası boş hava değil
Bu ateşi olmayanda yaşayan değil
Neyden çıkan sesin ateş gibi olmasına sebep olan Mevlânâ’da ki aşktır. Neyden çıkan sesin hava olmadığı, aslında aşkın feryat sesleri olduğu anlatılmaktadır. Hem ney için hem de Mevlânâ için aşkın elinde yanan ve etrafını da ateşe veren yorumu yapılabilir. Bir münasebetle de burada semaya değinilmektedir. Sufilere göre sema yerinde olursa ruhun paklanması için vesiledir. Sema bir yanma şeklidir. Sema ehli sema için ruhunda ki kötülükleri yakması, ruhunu arındırması demektir. Sufiler bu nedenle bazen semayı zahiri ibadetlere tercih etmişlerdir. Çünkü nasıl ki ateş yakarak her şeyi ortadan kaldırmaktaysa, sema da yanlış nefsanî arzu ve eğilimleri yakarak insanın ruhunu temizlemektedir. Böylelikle insan, kalbinde ilahi ilhamların ve hakikat nurunun tecellisi için zemine hazırlamaktadır. Bu yüzden ruhunda aşkın ateşi olmayan ve bu ateşle yanmayan, sufinin gözünde cansız bir varlıktır. Çünkü sufiye göre yaşamın gerçeği bu aşkın ateşinde yanmak, kendine ait ne varsa ortadan kaldırmaktır. Buna göre beytin ikinci mısrasında bu aşkı taşımayanın yaşayan olmadığı, yokluğunun varolmasıyla hiçbir farkının bulunmadığına değinilmiştir.
10.Bu neyin sedası aşkın ateşidir
Aşkın heyecan ve vecdi meydedir
Bazı sufi ve alimler aşkın bütün varlığa sirayet etmiş bir şey olduğunu düşünmüşlerdir. Bütün varlığın kendi kemal ve tamamiyetini istediği ve bu gayede hareket ettiği düşünülerek aşkın eşyanın asli muharriki olduğunu savunmuşlardır. İbni Sina bu konuyu Ebu Abdullah Fakiyye Ma’sumi’ye cevaben Risaletu fil-Aşk adlı eserinde uzunca anlatmıştır. Ondan rivayetle bu felsefî mesele Molla Sadra’nın Esfar’ında da şerh edilmiştir. Bu konuyla ilgili yani aşkın mevcudatın asli muharriki olduğu, andığımız bu iki eserde genişçe tartışılmıştır. İşte bu tür anlayışların ışığında Mevlânâ’da neyin feryadını, meydeki vecdi ve kaynamayı aşkın mahsulü olarak görmektedir. O da aşkın mevcudatın asli hayat kaynağı olduğunu düşünmektedir.
11.Ney yârdan ayrı düşmüşlerin yâridir
Ruhun perdelerini aralayan neyin perdeleridir
Bu beyitte geçen “حريف” (herif) sözü mecazen yâr, dost ve arkadaş anlamını taşır. Kelime manası olarak yandaş, yoldaş vb. anlamları içerir. Biz tercüme esnasında bu kelimeyi yâr olarak karşıladık. Yine beyitte geçen “پرده” (perde) sözü bir çok anlamı içermektedir. Bu cümleden perde musikîde kullanılan bir deyim olarak sesler arasındaki aralığı anlatır. Bazen bu sözün karşılığı olarak makamda kullanılmıştır. Eski zamanlarda musikîde perde sayısı 12 olarak zikredilmiş ve bunlara çeşitli isimler verilmiştir: Uşşak, neva, buselik, rast, Irak, İsfahan, küçük, alt vurma, büyük, zengule, rehavî, Hüseynî ve Hicaz. Bazen küçük perdesini saymadıkları için 12 perde olduğu zikredilmiştir. Ama burada 13 perde bulunmaktadır. Perde aynı zamanda Arapça karşılığı hicab olan örtü ve kapalılık anlamını da içermektedir. Bu bağlamda sazlıktan koparılmış neyle, yârinden ayrı düşmüş aşık arasında bir tür münasebetle her ikisinin de ayrılık derdi içinde olduğu görülür. Yine musikî nağmeleri dinleyenin iç alemini tabir ve tefsir etmekte, ona teselli vermektedir. Bu yüzden ney yârinden ayrı düşmüş aşığa yâr olmakta, onun ruhunu okşamaktadır. Mevlânâ bundan hareketle neyin içindeki esrar perdesini açtığını, kalbindeki sırları aşikâr ettiğini söylemektedir.
12.Kim görmüş ney gibisini,zehir ve panzehirdir
Kim görmüş ney gibisini, müştak ve hem demdir
Burada geçen “دمساز” (demsaz) sözü refik, hem nefes, muvafık vb. anlamını taşır. Tercüme esnasında bu söz şiirsel havayı bozmamak için hem dem sözüyle karşılanmıştır. Yine beyitte geçen müştak sözü Arapça iştiyak ve meylin sahibi olarak fail isimdir. Bu sözle mahbubundan ayrı düşen aşığın kalbinde ki batıni heyecana da işaret edilmektedir. Daha önce de değinildiği gibi musikî nağmeleri insanda hüzün yarattığı gibi dinleyeni kendi iç serüvenine çekerek teskin de etmektedir.
Sufilere göre heva ve heveslerinin esiri şahıs için sema ve musikî zehir niteliği taşımakta, ona yararlı olacağı yerde zarar vermektedir. Bunun tam tersi olarak salik şahıs için sema ve musikî yararlıdır. Böylece ney dinleyenine göre bazen zehir olmakta ve bazen de panzehir olabilmektedir. Hem dem olmak mahbubun hazır bulunmasını ve vûslatı gerektirdiği, müştak olmanın ise mahbubun ayrılığında ortaya çıktığı ve neyin dudakla çalındığı göz önüne alınırsa Mevlânâ hayretle neyin kendisine olan hem demliğine, refakatine değinmiş ve onun gibi bir yoldaşın olamayacağına kanaat getirmiştir. Sözlerini ve duygularını en iyi anlayanın ney olduğunu söylemiştir.
13.Ney aşkın çileli yollarını anlatır
İnsanı mecnun eden aşkın kıssalarını anlatır
Bu beyitte Mevlânâ için ney tarafından ümitsizlik içinde aşkın çileli yollarının telkin edildiği anlatılmaktadır. Mevlânâ zihninde bu telkinle yârine kavuşamayan Mecnun’a yönelmiş ve beytin ikinci mısrasında bunu dillendirmiştir. Ney onun için aşkın çileli yollarını telkin ederken yârinden ayrı kalmışlığın hüznü içinde yârine kavuşamayan Mecnunu hatırlamıştır.
14.Bunların mahremi bihuştan başkası değil
Dilin söylediğine kulaktan başkası müşteri değil
Beyitte geçen “بيهوش” (bihuş) (idraksiz olma durumu, müdrike kuvvetinin kaybedilmesi, mest olma vb.) sözü tercüme esnasında bihuş olarak verilmiştir. Bu durumda olan şahıs halk tarafından “ابله”(ebleh) (mest, kendinde olmayan, salak vb.) diye adlandırılırdı. Bu konuyla ilgili bir hadiste de “اكثر اهل الجنة البله” (Cennet ehlinin ekserisi eblehtir-kendinde olmayan-) bu mesele anlatılmıştır. Beyitte bu durumda olmayan birisinin neyin sesindeki esrarı ve Mevlânâ’nın sözündeki sırrı anlayamayacağına işaret edilmiştir. Bunun şartı olarak da her şeyiyle benliğinden sıyrılmak, bütün vehim ve telkinlerden kurtulmak gerekmektedir. Böylece hem neyin sesindeki ve hem de Mevlânâ’nın sözlerindeki sırrın anlaşılması mümkün olacaktır. İkinci mısra birinci mısra için temsil konumundadır. Zira insandaki kulak dinlemek içindir. Nasıl ki mürit mürşidinin karşısında iddiasız ve temizlenmiş olarak onu dinlerse insandaki kulak da buna benzetilmiştir. Bütün bunların ışığında Mevlânâ’nın ve neyin anlattıklarını anlamak için bazı şartların gerekli olduğu görülmektedir. Öncelikle kalbin arınması ve daha sonra mürit mürşit ilişkisindeki halin kazanılması gerekmektedir.
15.Batînımızda bu gamla günümüz akşam oldu
Günler ah ve feryatla birlikte yoldaş oldu
16.Günler geçse de, söyle geçsin korkulu değil
Kal sen ey sen ki senden başkası hakikat değil
Burada iki beyti birlikte değerlendirmek daha doğru olacaktır. Birinci beyitte geçen “بيگاه” (bigah) sözü güneş batımı, akşam anlamına gelmektedir. Mecaz olarak da geçen vakte işaret etmektedir. Yaşamın içinde gece gündüz hayatına devam eden insan bir şekilde devamlı olarak lezzetler karşısında bu lezzetlerle iç içe yaşamaktadır. İnsan için bu lezzetlere kavuşmak hayata mana kazandırmaktadır. Mevlânâ’ya göre aşık için maşukunu görmek, ulaşılması gereken tek lezzet ve maksattır. Bu maksat uğrunda insan ömrünün geçmesinin hiçbir korkusu olamaz. Çünkü ona göre hayatın anlamı bu uğurda yaşamaktır. Ona göre bu uğurda yaşanılmadığı zaman ömür heba olmuş demektir.
17.Balıktan başka her şey suya doydu da
Nasipsiz olanın vuslat nasibi gecikti de gecikti
Balık sudan başka bir yerde yaşamını sürdüremez ve devamlı olarak suya ihtiyacı vardır. Burada aşık balığa benzetilmektedir. Aşık aşk olmadan, maşukunu görme ümidi olmadan hayatta kalamaz. Bu yüzden ne balık suya doyacaktır, nede aşık için aşktan doygunluk söz konusu olacaktır. Hakikat yolunun aşıklarının ruhlarındaki acı ve sızı hiçbir zaman dinmeyecektir. Çünkü susuzluğu deniz suyu gidermemekte belki daha da artırmaktadır. Bunun gibi hakikat yolundaki vûslat menzilleri bu yolu giden talip için devamlı teşvik edici olacak ve bu serüven son bulmayacaktır. Bu noktadan hareketle Mesnevi’nin bir çok yerinde talip ve aşık balığa benzetilmiştir. İkinci mısrada bunun için hakikat yolunda varılan doygunluk, nasipsizlik ve mahrum olmaya işaret etmektedir.
18.Pişmişlerin halinden anlamaz ham
Sözü uzatmayalım artık, vesselam
Bu beyitte de idrak olunanla idrak eden arasındaki ilişkiye değinilmektedir. Çünkü hakikat marifeti müşahededen başka bir yolla hasıl olmamaktadır. Müşahede edilmesi gereken bir şey anlatma yoluyla bir başkasına ulaştırılamaz. Görülen şeyleri göz algılamakta ve kulak sesleri duymaktadır. Kulak görme işlemini yapamaz. Bunun gibi Mevlânâ söylediklerini hamların yani arınmış kalbe sahip olmayanların anlayamayacağını düşünmektedir. Sözü uzatmamak istemesi de bundan kaynaklanmaktadır.
Eflâkî’nin rivayetine göre Mesnevi’nin buraya kadar olan 18 beyitlik bölümü Hüsameddin Çelebi’nin Mevlânâ’dan Attar’ın Esrarname’sine benzer bir eser vücuda getirmesini istemeden önce kendisi tarafından kaleme alınmıştır. Mesnevi’nin geri kalan kısımları Hüsameddin Çelebi tarafından Mevlânâ söyledikçe yazılmıştır. Neyname’nin şikayet ve hikayesinin devamı bir başka hikayeyle devam etmektedir