MEVLÂNÂNIN ÖLÜMÜ
ASAF HÂLET ÇELEBİ
MEVLÂNÂ’nın hemen hemen son zamanlarına ait tasviri şudur:
Hilâl şeklinde açık kaşları altında sarı ile siyah arası iri elâ gözleri kimsenin yüzüne bakamıyacağı kadar keskin ve çekici idi. Soluk buğday benzinde hummadan gelen hafif bir kızarıklık vardı ve şakaklanndaki hafif kıllara, altları daima kesilen bıyıklarına v e kumral sakalına kırlar düşmüştü. Önüne doğru eğilmiş yürüyordu. Yaptığı mütemadi riyazetlerden çok zayıf düşmüştü. Hattâ bir gün hamamda iken zayıf vücuduna acıyarak bakmış ve:
— Gülün ömrümde kimseden utanmamışım; fakat bugün bu zayıf vücudumdan utanıyorum, demişti.
Artık Mesnevinin yazılması da bitmişti. Fakat son zamanlarda yüzü biraz daha sol-gunlaşmıştı. Gözleri daha dalgın ve hümmalı idi. Zaman zaman ateşlerle küçük hamleler gelip gidiyordu.
Son aylarda artık bu âlemden ayrdmak zamanının geldiğinden bahseden gazeller yazmıya başlamıştı. Bir gün kendisinin oturması için tahsis edilen medresenin sofasında geziniyor ve ara sıra da içini çekerek inliyordu. Ansızın hastalandı. Mevsim Kasım ayının başlangıcı idi. Hastalık kırk gün kadar uzadı. Selçuk sarayının iki meşhur doktoru, Tabib Mevlânâ Ekmeleddin ve Gazanfer! hizmetinde bulunuyordu. Fakat hastalığı bir türlü teşhis edilememişti. Hastalık levhasını yüksek hümma ve nabızdaki intizamsızlık teşkil ediyordu. Fakat şuurunu, hafızasını ve tedaisini hiçbir zaman kaybetmiş değildi. Büyük hasta, etıafındakileri:
— Kendinizi üzmeyiniz; hastalığımız bizi bu âlemden ayıracak bir sebepten başka bir şey değildir.» diye teselli ediyor; uzayan kış gecelerini elem ve ıstırap içinde geçiriyordu.
Başta Mesneviyi yazdırdığı en değerli talebesi Hüsameddin Çelebi olmak üzere oğlu Sultan Veled ve bütün arkadaşları: Şeyh Sadreddin, Kadı Siraceddin, baş ucundan ayrılmıyor, soğuk su ile yüzünü, başını, ayaklarını, göğsünü yıkıyarak hararetini azaltmıya çalışıyorlardı. Bazan kendisi de yanında duran su dolu kaba ellerini sokarak yüzünü, gözünü, alnını ıslatıyordu. Bu yüksek ateşe rağmen yine en güzel rubailerini ve gazellerini söylemekte devam ediyordu.
Mevlânâ’nın hastalığı hakkında bugün yaşıyan kıymetli torunlarından Feridun Nafiz : «Simasının solukluğu ile karaciğer üstüne gözümüzü çekse de bu kara hümma dedikleri fievre typhoide mi yoksa cndocartitis lenta mı idi ? Biz şahsen bu son maraz olmasını zannediyoruz» diyor.
Ölümünden bir gün evvelki 16 Aralık Cumartesi günü Mevlânâ nispeten iyileşmişti. Akşama kadar kendisini yoklamağa gelenlerle konuşmuştu; fakat her sözü âdeta bir vasiyetti. O akşam da en sadık dostu Çelebi Hüsameddin ve en sevgili oğlu Sultan Veled, iki hekim ve yakın dostlarından bâzıları yine baş ucunda idiler. Sultan Veled üstüste birkaç gece uyumamıştı. Mevlânâ yaşlı gözlerle ona baktı; zayıf bir sesle :
— Bahaeddin! Bugün kendimi biraz daha iyi hissediyorum; git, yat! dedi.
Sultan Veled müteessir bir halde kapıdan çıkarken Mevlânâ son gazelini söylüyor ve Hüsameddin Çelebi de ağlıyarak bunu kaydediyordu :
«Git! Başını yastığa koy. Beni, geceleri rahatsız olan bu biçareyi yalnız başına bırak. Biz geceleri sabahlara kadar inliycn, çırpınan sevda dalgalarıyız. Sen istersen gülerek bize lütfet; istersen ayrılarak cefa et. Güzel yüzlülerin padişahı için sözünde durmaya lüzum yoktur.
«Sen ey yüzü solmuş âşık sabret; vefâlı ol. Bizi öldürenin gönlü taş gibi katıdır. Bizi öldüren kanımızın bahası için hiçbir tedbir söylemiyor. Bu derde ölmekten başka çare yoktur; şu halde nasıl olur da: «Bu derde devâ et!.» diyebilirim?
«Dün gece rüyamda aşk mahallesinde bir ihtiyar gördüm. Başı ile bana işaret etti: «Bizim tarafa gel» dedi. Her ne kadar bu yolda ejderha varsa da o zümrüdün parlaklığı ile ejderhayı kov !
«Artık yetişir! Ben kendimde değilim. Sen hüner göstermek istiyorsan Ebu Ali Sina’nın tarihini söyle; Ebu Alâ-ûl-Muarri-nin tenbihinden bahset!»
İşte Mevlânâ’nın son gazeli bu olmuştu.
Mevlânâ 672 Hicret senesinin Cümadel Ahiresinin beşinci pazar günü olan 17 Aralık 1273-de, hakikat ve irfana dair sözler söylemekte iken, güneşin battığı bir sırada, hayranlarının dedikleri gibi: «Celâlinin güneşi de Kuds âleminin gurup yerinde battı, görünmez oldu.»
Esasen o, Scpehsaların dediği gibi: ebediyetin eşiğine oturmuş, kapının açılıp kendisinin davet edilmesini bekliyordu. Fakat, «Konya’da bir güneş gibi gurup eden Mevlânâ’nın 700 yıldan beri ısıttığı vicdanlar, nurlandırdığı dimağlar» onu daima bizim aramızda yaşattılar.
Ertesi sabah Konya şehri vekarlı bir sükûnet içinde idi. Muazzam bir cenaze merasimi yapılıyordu. Fakat bu sükûnet cenaze kaldırılacağı zaman yırtıldı. Mevlânâ’nın daima üstünde taşıdığı ferace denilen geniş mantoya sarılı olan tabutu dışarıya çıkarıldığı zaman sokaklarda gezip çarşı ve pazarlardan akın akın süzülen halk samimi göz yaşları dökerek, hıçkıra hıçkıra cenazeyi karşılamağa geliyorlardı. Cenaze alayının başında Sadreddin Konevî, iki doktor, Muineddin Pervane ve bütün Selçukî vezirleri, Emirler, Müderrisler, talebe yürüyordu. Sipehsalara göre, tabutu çarşı ve pazardan dolaştırıyorlar ve bu iş için kullanılan memurlar ellerinde değneklerle halkın hücumunu dağıtmağa çalışıyorlardı. Nihayet akşam namazına yakın tabut musallaya gelebilmişti.
Sultan Veled, İbtidanâmcsinde bu cenaze alayını şöyle anlatıyor:
«Hicretin 672-nci senesi Cümadel âhiresinin beşinci günü o Ulu Sultan göç etti. Gözler yaşlarla doldu; gönüller matem içinde inledi. Şehirde ne kadar halk varsa, büyük küçük hepsi ağlıyor, hıçkırıyordu. Rum ve Türk köylüleri onun eleminden göğüslerini yırtıyorlardı. Bunlar ihsana mazhar olmak için değil, hepsi de gönüllerindeki muhabbetin şevki ile gelmişlerdi. Her temiz insan ona sadık, her millet ona âşıktı. Hiristiyanlar ona «Bizim İsâmız odur?» Muneviler: Musâmız odur!» diyorlardı. Müslümanlar ona: «O Peygamberin Nuru ve sırrıdır. Faziletlerin sonsuz denizidir» diyorlardı. O ayrılıkta hepsi inliyerek yakalarını yırttılar, içleri yanarak başlarına toprak serptiler. Bu hal kırk gün devam etti, kimse bir gün yanıp yakılmadan sükûnet bulamadı. Bütün o matcmzedeler kırk günden sonra evlerine döndüler; fakat gece gündüz: «O bir hazine idi, toprak altında gizlendi» diyorlardı.
Eflâkî’nin anlattığına göre, halkın izdihamından dış tabutu altı kere yenilemek icabetmişti.
Mevlânâ, namazının Şeyh Sadreddin tarafından kılınmasını vasiyet etmişti. Şeyh Sadreddin namazda imamlık etmek için tabutun önüne gelince, tabib Ekmeleddin :
— Edebe riayet ediniz. Bu hakiki şeyhlerin sultanı Mevlânâ idi, göç etti!» dedi.
Bunu duyan Sadreddin teessürünü tuta-mıyarak hıçkırdı. Ve bayılacak gibi oldu.
Kollarına girip çektiler. Onun yerine Kadı Siraceddin geçerek namazı kıldırdı.
Mevlânâ’nın hayranları bu gecenin bir ayrılık gecesi değil, bir visâl gecesi olduğunu söylediler. Bunun için de o geceye Şeb-i arûs = (Düğün gecesi) adını vermişler ve âyinlerinde ihyâ etmişlerdir. Çünkü Mevlânâ:
«Re-rûz-i merk çu tâbût-i men revân bâşed) diye başlıyan bir gazelinde:
«Ben ölüp de tabutumu geçirdikleri zaman benim bu cihanın derdi ile uğraştığımı zannetme. Cenazemi görünce : «Ayrdık ! Ayrılık !» diye ağlama. Benim sevgilime kavuşmam asıl o zamandır.
«Beni mezara bırakınca: «Vedâ! Vedâ! deme; çünkü mezar bir perdedir ki, arkasında cennetlerin huzuru vardır.» diyor. Çünkü onun için ölüm kederlenecek değil, sevinilecek bir şeydir. Bir başka gazelinde de şöyle söylüyor :
«Ey can! Bu toprak perdesi ile örtülmüş gizli bir yaşama vardır. Gayb âleminde gizlenmiş yüzlerce Yusuf gibi güzeller vardır. Bu ten sureti gidince o can sureti. O can sureti baki ve ten sureti geçicidir. Eğer bu zevki anlamak istersen her gece kendini
yokla; tenin ölü gibi yattığı halde ruhun rıdvân bahçelerinde seyreder.»
«Bir âşık ölüm döşeğinde iken orada bulunan birisi sordu :
«— Ölüm halinde iken nasıl gülebiliyorsun? dedi.
«— Uçuyorum. Benim şimdi her tarafım ağız olup gülüyor. Yüzlerce ölülerle beraber gülüyoruz; dudaklardaki tebessümden başka bir gülüşle gülüyoruz.
«Ölürken gülmiyen kimseye mum deme; aşk yolunda mum gibi eriyenlerdir ki, dağılırken amber gibi kokular neşrederler.»
İşte Mevlânâ da böylece, can dudakları ile gülümsiyerek bu âlemden daha başka ve çok daha güzel bir âleme doğru yükselmişti. Çünkü onun söylediği gibi «Âşıklar bu yolda ölünce kendilerini can padişahı karşılar. O zaman âşıklar can gözlerini açarlar ve burada görünmiyecek şeyleri görürler. Çünkü aşk cevherinin madeni birdir; aşkın nefhası bu gül bahçelerinde daima esecektir.»
Mevlânâ bunu biliyordu: «Allah beni aşk şarabından yarattı. Ölüm beni ezse bile ben yine o aşkım» diyordu.
#ASAF HÂLET ÇELEBİ