MEVLÂNA’NIN ŞAHSİYETİ VE DÜNYA GÖRÜŞÜ
Prof. Dr. Abdülkadir KARAHAN
İslâm tasavvuf, tefekkür ve edebiyatının mümtaz sîmâsı, Divân-ı Kebîr, Mesnevî-i Mânevi gibi şaheserlerin sahibi, adına tesis edilen Mevlevi tarikatı ile tarikat pirleri arasında zirvelerde yer alan Mevlânâ Celâleddin Rûmî veya doğduğu yere nispetle Belhî’nin şahsiyetini ve dünya görüşünü, bir konferansın dar çerçevesine sığdırmak güçtür. Asıl adı Muhammed, lâkabı Celâleddin, Belh’te doğduğu için Belhî ve Anadolu’da-Konya’da- yerleştiği için de Rûmî diye zikredilen bu büyük insana; Hüdavendigâr, Hünkâr, Sultanü’l-âşıkîn, Sultânü’l-mahbûbîn ve Molla-yı Rum, yahut Pîr-i Rûmî gibi sıfatların da verilmiş olması onun kişiliği bakımından farklı toplumlar veya değişik bölgelerde, birbirine anlam itibariyle yakın görünümlü olmalarına rağmen, ayrıcalıklı bir niteliğe sahip olduğunu düşündürür. Baba tarafından olduğu gibi anne yönünden de soylu bir ailenin çocuğu olması, bilgin bir zümre içinde büyümesi, çocukluk ve ilk gençlik yaşlarında zamanın ünlü İslâm merkezlerinde birçok âlim ve mutasavvıfın meclisine devamı, babasından sonra, önce Burhaneddin Muhakkik Tırmizî, sonra da Şems-i Tebrizî ile muârefeleri, dostluklarının üzerinde bıraktığı olumlu izlenimler, okuduğu bir çok bilim ve şiir kitapları, muhitini çevreleyen insanlarla ilişkilerinin gelişmesi ve daha başka hususlar ve etkenler onun kişiliğinin gelişmesine, dünya görüşünün berraklaşmasına yardımcı olmuştur. Ama bütün bunlardan çok, yaratılışındaki özellikler, tabiatındaki duyarlık, lirik ve patetik bir ruhun engin ufuklara açılıp bazen muhayyelemizin altın kanatlı kuşlarının bile yetişmediği bir atmosferde uçmasıdır ki; Onun şahsiyetini temsil eder ve dünya görüşüne yön verir.
İlk önce şunu hatırdan çıkarmamak icab eder:
Mevlânâ’nın şahsiyeti onun mümtaz ve müstesna veraseti, kusursuz tahsili, yararlı seyahatleri, ilk gençlik günlerinde tanımak fırsatına eriştiği büyük bilginler ve tarikat erkânı gibi zatlardan edindiği izlenimler ve öğrendiği unutulmaz öğütler, özellikle babası Sultânü’l-ulemâ Muhammed Behâüddin Veled başta olmak üzere çevresindeki bazı kıymetli ilim, irfan ve irşad sahiplerinin etkisiyle filizlenmiş, sonra da bereketli meyveler vermiş bir ağaç misalidir, denebilir. Daha ilk başta şunları söylemek isteriz: O, olgun, bilgin, mutasavvıf ve mümin bir Müslüman karakterini temsil eder. Hayatı boyunca dünyanın mal, mülk, evlât ve iyal gibi geçici ve göz boyayıcı; görünüşte imrendirici özelliklerine bağlanmamış, şan ve şöhret için iç dünyasının zengin nimetlerinden tâviz vermemiş, rızkını yalnızca Allah (c.c.)’tan istemiş, kula kul olmamış, sultanla fakîr arasında ayırıma gitmemiş, gurur ve azametten sakınmış, tevazuu, hoşgörüyü hayatında bir ülkü saymasının zevkini yaşamıştır. Merhamet, şefkat, insan sevgisi gibi erdemli huyları onun şahsiyetinde, güneş ışığını temaşa eder gibi, rahatça temaşa edilebilir. İslâm’ın yüksek ahlâk kurallarına onun kadar saygılı davranan ve onun kadar bunları hayatında benimseyip yaşatanlar azdır, demek yanlış olmaz.
O;
“Ben sağ oldukça Kur’ân’ın kölesiyim;
Ben Muhammed-i muhtarın yolunun toprağının tozuyum.
Benim sözümden, bundan başka, kim -bir şey- naklederse
Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de tedirginim”
diyebilen büyük inanç sahibi. Bir mü’min ve muvahhid Cenab-ı Hakk’a ve Hz. Muhammed’e bağlılık ve hayranlığını daha nasıl ifade edebilirdi…
Şimdi bu büyük mütefekkir ve mutasavvıf şiir dehâsının memleket toprağına, Konya’ya ebedî tevdîinin üzerinden 721 yıl geçmiş bulunmaktadır. Ama onun hâtırası Türk milletinin, İslâm ümmetinin ve insan cemiyetinin kalbinde, ter ü taze yaşamaktadır. Onun örnek şahsiyetinin vasıfları ve emsalsiz denecek derecede etkili şiirleri hâlâ milyonlarca kalbe heyecan vermekte ve orada devam etmektedir. Yalnızca bilinmek gerekir ki, Mevlânâ’nın şahsiyetini tespit yolundaki çalışmalarda kesin hüküm verebilecek durumda olduğumuzu da iddia etmiyoruz. Amacımız, Şeyh Sadî’nin dediği gibi: “Bizden geriye kalacak bir nakış bırakmaktan ibarettir.”
O, kendisi de, Mesnevî’nin baş tarafında, şu anlamda, dert yanar:
“Herkes, kendi sanısına göre bana yâr oldu. Ama sırlarımı içimden arayan olmadı.’’ Ve sırlarının ne olduğunu, kimin onları kavrayabileceğini de Farsça olarak şöyle dile getiriyor:
Sırr-ı men ez nâle-i men dûr nîst
Lîk çeşm ü gûşrâ ân nûr nîst
(Benim sırrım, feryadımdan uzak değildir. Fakat gözde ve kulakta o nur yok).
Denebilir ki;
Bu sevecen, Allah (c.c.) âşığı, bu tertemiz ahlâkî eğitim nasihatçısı, bu coşkun şâir doğum yeri Belh’te kalmış olsaydı acaba şahsiyetinin tezahürleri nasıl olurdu? Bu hususta bize ipucu niteliğinde beyanları var mıdır? Böyle sorulara onun kendi ifadesiyle cevap verilebilir. Nitekim kendisi Ümmü’l-bilâd adı verilen (Beldelerin annesi) -ki tarafımızdan da ziyaret edilmiş ve eski o ihtişamlı kentin bugün çok sönük olduğu dikkat çekmiştir- ve öylece vaktiyle vasıflandırılan yerde kalmış olsaydı; “Fîhi mâ Fih” kitabında şöyle beyanda bulunur:
“Ben Anadolu halkı şiir sevdiği için şiir söylüyorum. Eğer Horasan’da (BeIh, Horasan bölgesine dahildir) kalmış olsaydım uzun zamanlar türlü meşakkatlerle elde ettiğim bilgim ile halkı, başka türlü faydalandırırdım. Ders verirdim, kitaplar yazardım.”
Mevlânâ’nın şairliği tercihinde, her halde okuduğu eserlerin de etkili olduğu gözden ırak tutulamaz. Meselâ kendisi Hakîm Senâî ve Feridüddin Attar’ın etkisini şu beyti ile açıkça göstermektedir:
Attâr ruh bûd Senâî dü çeşm-i û
Mâ ez pey-i Senâî vü Attâr âmedîm.
(Attar ruh oldu, Senâî onun iki gözü; biz Senâî ve Attar’dan sonra geldik.)
Mevlânâ, aslında karakteri itibariyle heyecanlı, hassas, kalıba sığmayan, dinamik ve coşkulu bir yapıya sahiptir. O, gerek Divân-ı Kebîr’inde gerek Mesnevî-i Mânevisinde bitmez tükenmez iştiyakla ilâhî aşka yönelir ve yükselirken, gerek ölçüleri aşan, bizim idrâkimizin bazen kolayca yetişemeyeceği ufuklarda pervaz ederken bize bu özelliklerini sezdirir. Nitekim bu dediklerimizi güçlendiren bir beytinin anlamı şöyledir:
“Önümde şiir nedir ki ondan lâflayayım? Bende şâirlerin fenlerinden başka bir fen var.”
Demek oluyor ki onun için şiir bir amaç değil, araçtır. Büyük mütefekkir-mutasavvıf, şâir ve bilginimizin gerçek kişiliği, bilinç altındaki duygu ve sezgilerinin bir bakıma şekillenmesi, enerji potansiyelinin tezahürü, denebilir ki, Tebrizli Şems’in, Konya’da onunla karşılaşması, karşılıklı olarak aralarında güçlü bir dostluğun kurulması sayesinde olanca kudret ve güzelliğiyle meydana çıkmıştır. Adetâ Mevlânâ’daki ateş almaya müheyya manevî hava, Şems’in elindeki meş’aleden alev almış ve bu İslâm-Türk Edebiyatına, asırlardır imrendirici, aydınlık bir zirveden halka ışık saçmakta devam edegelmiştir. Onun bazı gazellerindeki vecid ve istiğrak hallerini andıran ve şahsiyetinin o alevden fışkıran kaynağını temaşa edebilmek güç değil, ama bunların neyi sembolize ettiğini rahatça söylemek o kadar kolay görünmemektedir. Sözgelimi şu anlamdaki bazı beyitleri bizde bu duyarlığı uyandırmaktadır:
“Âşık benim için şöyle olmalıdır: O, her defa ayağa kalktığında ateş dolu kıyametleri her taraftan ayaklandırmalıdır.”
Bir başka gazelindeki şöyle tercüme edilebilecek beyitlerde de dinamizmle yuğrulu, enerjik bir ruhun dalgalanışını, çırpınışını hissederiz:
“Eğer yâri bulamamışsan, niçin aramıyorsun?
Eğer yâre kavuşmuşsan niçin çalıp çığırıp sevinç alâmetleri göstermiyorsun?
Tenbelce oturmaklığın yok mu? İşte bu, garip bir iştir.
Garabetin şundandır ki; böyle acâip bir hava yaratamıyorsun!”
Ve Mevlânâ, hareketi, değişikliği, enerjik davranışı ve yeniliği şu anlamda dile getirir:
“Her gün bir yerden göçmek, ne iyi!
Her gün bir yere konmak, ne güzel!
Bulanmadan, donmadan akmak ne a’lâ!
Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım”
Büyük mütefekkir-mutasavvıfın inancının, üstün yaratılışının karşısında -ölüm de dahil- korku ve hüzün adetâ silinip gider. Ona göre ölüm, asla dönüştür. Geldiğimiz yere tekrar varıştır. İnsan, ölümünden sonra, kendini gerçekten seven ârif zatların gönüllerinde yaşar. Bu sebepledir ki o şöyle seslenir:
Ba’d ez vefat türbet-i mâ der zemîn mecû
Der sînehâ-yi merdüm-i ârif mezâr-ı mâst
(Ölümden sonra mezarımızı yerde arama; bizim mezarımız, arif insanların kalplerindedir).
Yine o, kendisinin yer yüzünde Cenab-ı Hakk’ın müstesna ve mümtaz kulları arasında bulunduğuna inandığı zehabını da vermektedir. Belki naklettiği bir hadis-i şerifin anlamındaki bu mutlu kullar arasında kendisini de saydığını rahatça düşünebiliriz. Peygamber Efendimiz, şu mealde konuşmuşlardır:
“Allah’ın (c.c.) öyle büyük derecelere sahip kulları var dır ki; yer yüzünde yağmura benzerler. Karaya yağarlarsa hayır ve bereket, denize düşerlerse inci meydana getirirler.”
Mevlânâ’daki ruh zenginliğinin, kanaatkârlığın ve kimseye minnet borcu olmamasına özen göstermesinin misalleri bir haylidir. Göz tokluğu için örnek niteliğinde olmak üzere şu anlamdaki birkaç mısraını buraya nakledeceğiz:
“Felekten yarım somun ekmeği olan, oturacağı bir yuvası bulunan, ne kimseye iltifat eden ne de kimseden iltifat dileyen kişinin âlemi ne hoştur.” Fakat bununla beraber insanlardan yine de istekli olduğu anlar vardır. Bunların madde ile ilgisi yoktur. İstediği sevgidir, gönül hoşluğudur, acımadır, şefkattir, hatır gönül almaktır. İşte misâli:
În dem ki der dest-i tuem merhametî kün
Ferda ki şevem hâk çe sûd eşk-i nedâmet
(Bu anda iki elindeyim, bana acı, sev beni; yarın toprak olunca pişmanlık göz yaşından ne fayda?)
O, kendi şahsiyetinde şekillenen güzel huyları, bütün insanlığa tavsiye ve telkine özenir. Şevkle çalışmayı, alan el olmak yerine veren el olmayı, ümitle dolu bir geleceğe inanmayı, her türlü kötülükten sakınmayı, az konuşmayı, özellikle ALLAH (c.c.)’tan korkmayı, Peygamber Efendimize sonsuz saygı ve sevgi ile bağlanmayı, az uyumayı, israftan sakınmayı, sabırlı olmayı ve hakka hukuka riayeti, vb. öğütler. Hele hele ibadeti, seher vakti kalkarak tâatte bulunmayı unutmaz, tavsiyeyi ihmal etmez. İşte bu husustaki en güzel bir beyti:
Dilâ be-hîz u tâat kün ki tâat bih zi her kâr est
Sa’âdet ân kesî dâred ki vakt-i subh bîdâr est
(Ey gönül, kalk tâat ve ibadette bulun ki o, her işten daha iyidir. O kimse mutludur ki, sabah vakti uyanıktır).
Mevlânâ, ayrıca, hür yaşamayı, özgürlüğü amaç edinmiş bir insandı. Onun tavsiyesi şöyleydi:
“Ey oğul, hür ol, hür yaşa!”
Ve bu sebeple de dünya nimetlerine, süslerine bîgâne idi, denebilir. Evinde yetecek kadar güzel yemekler olmadığı günlerde, “Soframız, Peygamber sofrasına benzedi” dediği olmuştur. Bir rubaisinde bakınız şu yolda ne güzel, ne şirin, ne özgür, ne insancıl olduğunu nasıl dile getirmektedir:
“Ayran çanağım önümde olduktan sonra,
And olsun ki, hiç kimsenin bal şerbetini düşünmem.
Azıksızım, ama böyle olmasına rağmen, seni azıklandırmaya çalışmaktayım.
Ve ben özgürlüğü, kulluğa satmam.”
Zaten onun insanlık sevgisi, birlik ve beraberlik ideali şu beytinde pırıl pırıldır:
Mâ berâ-yı vasl kerden âmedim
Ney berâ-yı fasl kerden âmedim
(Biz birleştirmek için geldik; ayırmak için değil.)
Mevlânâ, dünya ve hayat görüşünü herhangi bir şiirinde, münasebet olmadıkça, pek ifade eder, diyemeyiz. Sütün içindeki yağ gibi, görüş ve düşünüşleri metnin içinde, uygun yerde bize gülümserler. Duygu ve düşünceleri şiirde de, nesirde de, gerektikçe, okuyucuyu etkiler. Onun, meselâ, tabiatta her şeyin bir karşılığı olduğuna inandığı, hakikati daima aramanın bir yükümlülük niteliği taşıdığı ve benlik sıfatlarından arınarak insanın kendi parlak şahsiyetini temaşa edebileceği hususundaki görüşü şu mısralarının çevirisinde bile hissolunur:
“Sen, hiç tabiatta karşılığı olmayan bir isim bilir misin?
Hiç gül kopardın mı gül dalından?
Söyleyip onun adını arasana hakikati. Ayı suda değil, gökte arasana.
Dilersen yükselmeyi, yalnız isim ve harflerden bir hamlede
Âzâd et kendi nefsinden bütün benlik sıfatlarını.
Arın ki, kendi parlak zâtını görebilesin!”
Evet,
“Kalbinde Peygamber’in ilmini gör; (hem de) kitapsız, rehbersiz, öğretmensiz” diye de ekleyebiliyordu”
Mevlânâ’nın dünya görüşünde tasavvufun devamlı ve derin izlerini ve etkisini çok sık müşahede etmek doğaldır. Bilindiği üzere, en güzel bir belirleme ile, “Tasavvuf; ilâhî hakikatlerin idrâkidir” deriz. Mevlânâ, bu gerçeği iyice genişçe idrâk etmek yolunda, mümkün olan cebeli harcamıştır. O, seyir ve sülûkun âdabını daha gençliğinde kusursuz şekilde öğrenmiştir. Tevbe, verâ, zühd, fakr, sabr ve nihayet tevekkül ve rıza ile birlikte onun hallerine de gönül vermiştir. Böylece; Murâkebe, kurbiyyet, muhabbet, korku, ümid, şevk, ünsiyyet, itminan, müşahede ve yakîn… de onun bilinç altı sınırlarına girmiştir.
O, Allah (c.c.)’ı idrâk eden varlığın, insan kalbi olduğuna gönül vermişti. Kalbin de, iman ve bilgi ile aydınlanacağını seziyor, düşünüyordu. Sanılabilir ki, şu anlamdaki Kudsî Hadîsteki açıklama ona yol gösteren bir ışık niteliği taşımıştır:
“Hak Teâlâ buyurmuştur ki: Ben yerlere ve göklere sığmadım da, mümin kulumun kalbine sığarım”
Evet, O, hakikatte sadece var olanın, ebedî ve ezelî olanın ALLAH (c.c) olduğuna inanan, bunu bilen ve eşsiz şiirlerinde lirik ve patetik üslûbu ile bu gerçeği şakıyan büyük sofi, düşünür şâirdir. Bir şiirinde şöylece âdeta bir başka zaman ve zeminde konuşur gibidir:
“İkiliği bir yana bıraktım. Gördüm ki, her iki dünya da birdir.
Biri arar, biri bilir. Biri görür, biri çağırır.
Aşkın kadehi ile sarhoşum.
Her iki dünya da idrâkimden çıkıp gitti.”
Ve nihayet ilâhî aşkı temsil eden şarap sembolünü kapsayan şu anlamdaki mısralar bizi onun âlemini seyre yöneltir:
“Allah’ım, Senin aşkının testisinden nefsim yıkanıyor. Balçıktan olan bedenim harabeye dönmüş. Yalnız kalbim, önce üzümün sahibi ile sohbete dalınca, şarap sinemi yaktı”
Gerçekten aşk, keşif ehlinin cezbesi, şehidin cesareti, velinin imanı, ahlâk olgunluğu ve manevî birliğin yegâne bağıdır. Rahatça denebilir ki; Mevlânâ, Hakkı aramak, Hakkı bulmak ve Hak içinde yok olmak yolunun aydınlarından ve ön saftaki yolcularındandır. İnsan, mutlak varlığın bir feyzi, bir tecellisi veya bir hâlidir. Ve tasavvuf seferlerinin sonuncusu da, İnsân-ı Kâmîl’dir. Ancak hatırda daima tutulması gereken bir husus vardır ki çok önemlidir:
Tasavvuf ve tarikatten önce, bir Müslüman için, dinin rehberliği, İslâmî ilimlerin nurlu havasının teneffüsü esastır. Bu unutulmadıktan ve göz önünde bulundurulduktan sonra, evrenin ana gücünün, hattâ yaratılış sebebinin, bencillik ilacının ve acılar merheminin kaynağının aşk pınarından fışkırdığı, elbette, kabul edilir. Böylece hayatın, Allah (c.c.)’a dönüş seyahatinden ibaret olduğu, ölümün geldiğimiz yere dönüşü sembolleştirdiği daha güzelce hissedilebilir. Ve ideal insanın korku ve vehimden yakasını kurtarabilen insan-ı kâmilde şahıs olarak tezahür ettiği sezilir. Nitekim Mevlânâ şu anlamda yazar:
“Toprak, aşktan feleklere yükselir. Canı sen aldıktan sonra, ölmek şeker gibi tatlı şey olur. Seninle olduktan sonra ölüm, tatlı candan daha tatlıdır.”
(…)
Burada Mevlânâ Celâleddin Rûmî’den birkaç şiir parçası daha çevirerek sözlerimizi sona erdireceğiz:
“Saadet sarayda oturduğumuz andır.
İki ayrı suret ve iki ayrı şekil, fakat tek bir nefesle
sen ve ben;
ağaçların renkleri, kuşların cıvıltısı ebediyet ihsan eder,
bahçeye girdiğimiz vakit
sen ve ben;
gökyüzündeki yıldızlar bize dikkatle bakacaklar,
biz ise onlara ayın kendisini göstereceğiz,
sen ve ben;
Senden artık hiçbir ferd vecde dalmayacak,
sevinçli ve abdalca konuşmalardan uzak,
senle ben;
Gökyüzünün bütün parlak tüylü kuştan hasetlerinden kalplerini yiyecekler,
bu tarzda görüşeceğimiz yerde,
senle ben;
Bu en büyük hârikadır;
senle ben aynı köşede otururken bu anda hem Irak’ta, hem Horasan’dayız
sen ve ben…”
Ve nihayet enerjinin, hareketin, güçlülüğün, cengciliğin sembolü şu anlamdaki, hayranlık uyandıran gazel:
“Benim istediğim sevgili şöyle bir kımıldadı mı, bir doğrulup silkindi mi,
kıyametler koparmalı dört bir yanından kıyametler.
Benim istediğim sevgili, cehennem gibi olsun amma,
bir anda kurutup yok edip denizleri,
yine bir anda bir dalgadan bir deniz çıkararak meydana,
unutturmalı cehennemi.
Benim istediğim sevgili; elinde gökleri bir mendil gibi dürmeli,
güneşi bir kandil gibi aşmalıdır.
Timsah yüreği gibi bir yürekle,, arslanlar gibi savaşmalıdır.
Ortada kendinden başka kimse komadan girmeli cenge, kendi kendisiyle bile…”
Son olarak Mevlânâ’dan şu anlamdaki şiir parçasını da tekrarlayarak “hitâmuhû misk-sonu misk (gibi olsun)” diyecek ve bu aziz şiir ve tasavvuf sultanını selâmlayacağım:
“Ne senden daha parlak bir ay gördüm;
ne senden daha erken uyanan bir seher.
Ne senden daha tatlı bir şeker gördüm;
ne senden daha yeşil, daha taze bir ağaç…”
Mevlâna Güldestesi-5, Konya Büyükşehir Belediyesi Yay., Konya, 1995, s. 27-39
#Abdülbaki Karahan