MEVLÂNA’NIN SANATI VE ŞİİR ANLAYIŞI
Ahmet KABAKLI
Mevlâna’nın Sanatı
Mevlâna Celaleddin, büyük veli, üstün fikir adamı ve eşsiz şahsiyetinin üzerine aynı zamanda dünyanın en büyük şairlerinden biridir. Başta Batı’nın halis temsilcisi Goethe olmak üzere birçok Avrupalı büyüğün de ona hayranlıkları ve bu hayranlıklarını coşkun dille ifade etmiş bulunmaları, ihtişamının başka bir yanını ortaya koyar.
Batı’dan söz edişimiz, onun dünya şiirindeki mevkini tayine yarayabilir. Yoksa şiirin vatanı Doğu’dur. Şiir mihengi Doğu’dadır. Ve Mevlâna İran, Arab, Türk şairleri arasında şüphesiz en yüksek zirveyi tutanlardandır. Yine Türk asıllı fakat Farsça yazmış en büyük şairlerden olan Molla Camî’nin Celâleddin-i Rumi hakkında söylediği:
“An Feridûn-ı cihân-ı ma’nevi
Bes büved burhân-ı kadreş Mesnevi
Men çi guyem vasf-ı an âlicenab
Nist Peygamber veli dared kitâb.”
(O, ma’nâ cihanının Feridun gibi haşmetli hükümdar olan Mevlâna’nın-yüceliğine delil olarak Mesnevî’si yeter. O yüksek yaratılışlıyı nasıl anlatayım ben? Ki o Peygamber değildir ama “Kitab”ı-Mesnevisi- vardır.)
Kıt’a yalnız Cami’nin değil bütün Doğu şair ve tenkidci ve bilginlerinin Mevlâna’ya olan hayranlıklarına da sözcü olmaktadır.
Şiirin bir imân işi olduğu bütün sınırsızlığı ile Mevlâna’da görülür. Şiirin büyük Kültür, geniş bilgi işi olduğu yine onda, şiirin ufuklara sığmaz doğuşlar, ilhamlar işi olduğu, söz ustalığı, kelime, deyim bolluğu, âhenk, duygu, fikir zenginliği eseri olduğu yine hep Mevlâna’nın şiirleri delil tutularak anlaşılır.
Her şair için şu tarafı (âhengi, ilhamı, fikriyatı, kültürü, inancı) üstündür denebilir. Fakat Mevlâna’nın şiirde taraf ve unsure denilebilecek ne varsa hepsi mükemmeldir. Düşünülsün ki 90 bine yakın beyit söylemiş olan Mevlâna’nın can sıkıcı, sakat veya cansız sayılacak doksan beyti aransa bulunmaz. Bu bolluk, düzgünlük, sınırsızlık, onun insan cihan ötesi, ilâhi âlemle sürüp giden dostluğu’nun başka bir delilidir. Hızı kesilmeden sürekli eserek nefis kokular, harika büyüyecek tohumlar, çiçek tozları imbatlar, gaib ankalar uçuşturan meltem gibi bir şiirdir. Hem hoşlandırır, hem ağaçlar gibi kök salar, gem görülmemiş renklerde açar, hem bağırları imân serinliğiyle ferahlatır, hem de ümitli faydalı, azimli düşünceleri zihinlere eker durur.
Kim ne derse desin Mevlâna şiirindedir, İmânının, heyecanının, kişiliğinin, fikirlerinin tamamı şiirlerindedir. İmân ve fikir âhengini asırlar boyunca koruyup her neslin gözleri önüne açılan göz kamaştırıcı mücevher çekmeceleri bu şiirlerdir.
Her çeşit üstünlüğünün delilleri erişilmez ahenk içindeki bu sözleridir. Bu kitaplar bu Mesnevî, Dîvân-ı Kebir olmasaydı, Mevlâna da yine bu kadar büyük olsaydı, onu anlamak da, anlatmak da, beşeriyete beklenen bir ma’na güneşi gibi doğdurmak da çok zor olacaktı.
Şiir Anlayışı
Yunus Emre’nin söz kilidinin “kırk yıl çileden sonra” Allahça istenen bir zamanda açılışını söyleyen ünlü menkıbe gibi, Mevlâna’nın şiir kilidinin de Şems’in zuhurundan sonra açıldığı rivayet ediliyor.
Şems’le karşılaştığı sırada 45 yaşlarında olan Mevlâna’nın, ondan önce şiiri denemiş olması akla yatkındır. Bazı belirtiler de bunu göstermektedir. Zaten o: “kendisini sevenler şiiri sevdikleri için” şiir söylediğini belirtiyor. Ancak Şems’in gelişinden sonra şiire başladığını Mevlâna söylemiyor. Bunu İbtidâ-Nâme’sinde iddia eden Sultan Veled’dir.
Şurası söylenebilir: ilham, tefekkür ve her şey gibi şiir de onda Şems geldikten sonra kemâle ermiş, sonsuz coşkunluk ve âhenge, sonsuz acılara, neşelere, taşmalara, durulmalara, sırlar ve derinliklere Şems’le karşılaştıktan sonra nail olmuştur. Çünkü Şems, onun tükenmez ve gizli hazinelerini açmaya memur edilmiş bir gayb habercisidir.
“Şiir ve söz” üzerine, ayrıca kendi şairlik sebebi ve şiire bakışı üzerine Fîhî Mafîh’te bazı mülâhazaları vardır. İlkin onlara bakalım. Anlaşıldığına göre, Mevlâna’nın Meclisinde sohbet ve tartışma olmaktadır. Konuşmalar yarım, hatta çelişen görüşler halindedir. Fîhî Mafîh, Mevlâna’nın sohbetlerini tesbit ve nakleden bir eser olduğuna göre, belki de konuşması iyi zaptedilememiştir. Biz o sözleri, karışıklığı az çok giderecek tarzda buraya aktaracağız:
“Eğer biz o memlektte (Belh’te) kalmış olsaydık oradakilerin huylarına, yaradılışlarına uygun bir halde yaşar ve ders vermek, kitap yazmak, vâzetmek ve zühd gibi onların istediği şeylerle uğraşırdık.”
Dedikten sonra Anadolu halkının şiiri sevdiğini ima etmekte ve “Meselâ bir şehirin ahalisine ne gibi bir kumaş lâzımdır.” diye düşünen adam gibi hareket ederek burada “şiir kumaşı” sattığını anlatmaktadır.
Tartışma “söz” üzerine gelir. Emir Pervane’ye, o yokken, cevap vermekte gibidir. Pervane: “Asıl olan ameldir” demiş. Mevlâna bundan alınmış görünüyor. “Ona dedim ki” diyor:
“- Amel iste, biz de sana gösterelim. Sen şimdi söz istiyorsun ve birşy duymak için kulak kesilmişsin. Söylemeyecek olsam üzüleceksin. Bu dünyada amel’i göstereceğimiz bir mert istiyoruz. Amel’e müşteri bulmayıp söz’e bulduğumuzdan sözle meşgulüz.
Her şeyin aslı söz’dür. Senin söz’den haberin yok, hem de bunu küçümsüyorsun. Söz amel ağacının meyvesidir. Çünkü o amelde doğdu. Ulu Tanrı âlemi söz’le yarattı ve “Ol. Deyince o da olur.” (Kura’an, Sûre: 46, Ayet: 82).
“İman kalbdedir. Fakat onu söz’le ifade etmezsen faydası olmaz. Namaz bir fiildir fakat eğer Kur’ân okumazsan o namazın sahih olmaz.”
Sözün (şiirin) değerini bu kadar ihtişamla belirten Mevlâna, aynı sohbetinin bir başka yerinde:
“Dostların sıkılmaması iç, ne kadar gönül almaya çalışıyorum ve onları meşgul etmek, oyalamak için şiir söylüyorum. Yoksa şiir söylemek benim kârım mı? Vallahi ben şiirden bıktım ve benim indimde bundan daha kötü birşey yok.” diyerek “şairliğinden” dolayı bir çeşit özür dilemektedir. Sonra da “Belh’de şairliğin utanç verici bir iş” sayıldığını belirtmektedir.
Kısacası burada şiir hakkındaki “değerlendirmesi” pek açık değildir. “Şiiri” küçümseyenlere karşı öfkelenmiş de mi konuşuyor, şiiri gerçekten azımsıyor mu, şiirin ne türlüsünü kasdediyor? Bunları bilebilmek güçtür.
Şiir Başlaması
Şiirde ma’nâ mı şekil mi? Başka deyişle öz mü biçim mi? Mevlâna, temel felsefesi ve gerçek şairliği icabı, elbette “ma’nâ ve öz” taraftarıdır. Ancak şiirinin biçiminde (nazım şekli, vezin, kafiye, dil) hiçbir kusur bulunamıyor. Evet, Şems’in gelişi ile şiiri yüz fersahlık yerden görünecek bir yangın parlaklığı kazanıyor ama şiire çok eskiden, belki Nişabur’da, büyük sofi şair Ferîdüddin Attar’ın, kendisine “Esrâr-nâme” adlı kitabın hediye ettiği zamandan beri, bir hayranlıkla başlamıştır.
Arap şiirini bütünüyle okuduğu, çöl, vahâ, köy tasvirlerindeki ustalığından ve bazı şairlerden yaptığı iktibaslardan anlaşılıyor. Bunlar için de Mütenebbi’ye tutkunluğu Şems’i kızdıracak ve onu okumasını yasaklatacak derecededir.
İran şiirinin bütün inceliklerine vukufu, değil, ona birçok yenilik ve incelikler kattığı sözkonusudur. Çünkü bu edebiyatın, baş üstünde taşıdığı bir şairdir. Belki Yunan şiiriyle de bir miktar ilgilendiği düşünülebilir. İran şairleri içinde en üst tuttukları Senâi ve Attâr’dır. Hayyam’ı, Nasır’ı, Husrev’i, Minûcihrî ve Rûdegi’yi de sevdiği onlara “nazireler” veya aynı kafiyede, redifte gazeller yazmasından anlaşılmaktadır.
Bunları şunun için söylüyoruz ki Mevlâna ma’nâ üstünlüğü parlak bir yıldız olduğu kadar şiir tekniğinde de hazırlıklı ve benzeri az bulunur ustalardandır. Vezin, kafiye, nazım şekli kayıtlarından bazan şikâyet etmesi hem âdettir hem de misilsiz duygu ve ilhamlarını ne kadar geniş ve mükemmel de olsa mısralar halinde söylemenin çaresizliğini can evinde hissetmesindendir. Ne var ki, o yine de en olmayacak, en orjinal, akla ve ruha hayret verici buluşlarını şiir nizamına sokmakta hiç bir güçlük çekmemiştir. Anlatmak isteyip de şiirinde söyleyemediği hiç bir unsur kalmamıştır denebilir.
Vezin ve kafiye kullanmakta ustalık ve alışkanlığı o reddeder ki, şiirlerini çok defa sema ederken veya bir coşkunluk halinde adeta nutuk verir (vâzeder) gibi söylemektedir. Şiirlerini “Kâtibü’l-Esrâr” (Sırlar kâtibi) adı verilen bazı dervişleri, o söylerken kaleme almaktadırlar. Şüphesiz kendi kalemiyle yazdıkları da çoktur. Fakat 26 bin beyitlik Mesnevi’sini (sohbet halinde) söylemek suretiyle Çelebi Hüsameddin’e yazdırdığı bilinmektedir.
Mevlâna’nın bütün şiirleri Farsça olmakla birlikte, çok az sayıda Arapça, Rumca ve Türkçe şiirleri de vardır. 16-17 mısraı geçmeyen bu Rumca-Farsça karışık (mülemmâ şiirleri için bak: Abdülbakı Gölpınarlı, Mevlâna Celaleddin, 1951, S: 144-145) şiirlerini belki bir fantezi eseri, belki şaka için veya çevresine gelen Rumlar, hoşlansın diye yazmış olabilir. “Görüşlerini telki için bunları yazdı” desek hatadır, Çünkü 10-15 mısra ile ne telkin edilir?
Türkçe şiirleri de Farsça ile karışık (mülemma) haldedir. Bunlar da sayıca azdır ve şüphesiz Mevlâna’nın iyi bildiği Türkçe ile, fantezi çeşidinden deneyişleridir. İsteseydi pek çok ve güzel Türkçe şiir yazabileceği, eldeki birkaç mısraın değeriyle de anlaşılabilir. Fakat heyhat ki Türkçe o zaman, Anadolu’da işlenmemiş bulunmakta, üst aydınlar arasında, çok hatalı bakışla “şiir dili” sayılmakta ve “köylü lisanı” diye görülmektedir.
Mevlâna’nın ölüm yılında (1272) Kırşehir’de doğan Aşık Paşa’nın:
Türk diline kimseler bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi bu dilleri
İnce yolu, ol ulu menzilleri”
gibi çok acı gerçeği aksettiren sözleri Türkçemiz bakımından Mevlâna’yı ve daha sonra kimleri kimleri kaybettiğimizi belirtmektedir. Şükür ki Yunus Emre Türkmen oymağının gözbebeğinden çıkmış, Türkçe’nin Mevlâna’sı olmuştur da, dilimiz yeniden kurtulmuş ve halk dili üzerine, ulaşılmaz şiir gücü kazanmıştır.
Mevlâna’da sırf Türkçe güzel bir kıt’a ile, Farsça Türkçe karışık vardır, demiştik. Bu gazellerden birisinde kelimelerin sadece bir kısmı ile bütün kafiyeler (severmin-ölermin-sorarmin-tilermin-gezermin-yazarmin) Türkçe’dir. Bir başkasında Türkçe, Farsça mısralar ardarda sıralanmıştır. Buraya kıtanın tamamını ve gazeldeki Türkçe mısraları alacağız:
KIT’A
Kiçkinen oğlan sen bizde kelgil
Yol bulamazsan dağdan kelgil
Ol çiçeği kim yazıda buldun
Kimseye virme, hasmına virgil
Bu ayrılık oduna nice ciğerim yane
Aşk odu nihân olmaz, yanar düşicek cane
Mecnun gibi vaveyli, oldum yine divâne
Fitnelü ela gözler çün uyhudan uyane
Rahmetten eğer nola bir katre bize dane.”
(Açıklama: kiçkinen: küçük. –kelgil: gel. –yazı: sahra. –vergil: ver. –od: ateş. –nihân: gizli, saklı. –rahmet: Allah’ın lütfu.)
Şiirinde unsurlar temalar
Tanınmış Pakistanlı bilginlerden Kadı Telemmüz Hüseyin, “Mir’at-ı Mesnevi” adlı kitabında Mesnevi’nin bir fihristini yapmış ve bu eserde 1281 tane “konu” tespit etmiştir. Mısra sayısı pek bol olan eserlerinde tema, konu fikir, mecaz mesel, fıkra, hikâye, âyet, hadis bolluğu da okuyani hayretlere düşürecek ölçüdedir. Sınırsız bilgiye dayalı müthiş bir hafıza, çağrışım ve icat gücü, müşahade kudreti, Konya ve Anadolu’nun âdet ve töreleri ile birlikte, Belh’ten getirdikleri, Moğollarda gördükleri, kitaplardan öğrendikleri, eşyaya hadiselere insanlara bakışındaki olağanüstü nüfuz, klasik mecazlar (mazmun)ın yanısıra kendi icadı sayısız teşbih ve istiareler. Mevlâna’nın şiirindeki zenginliği sağlamaktadır.
Cambridge üniversitesi Şarkiyat profesörü A.J. Arberry’nin, Rumi’nin şiirindeki vasıfları anlatan birkaç sözünü, buraya alalım:
“Meydana getirdiği eserlerin çokluğu bakımından Mevlâna Celâleddin, dünya ediplerinin önde gelenlerindendir. Farsça yazılmış eserlerin nadiren yetişebildiği bir teknik mükemmellik ve şiiriyet taşımaları da bunların büyük bir hayranlık mevzuu olmasını gerektirir.
Her eserinde kompozisyon üstünlüğü söz götürmez bulunması en güç olanlarda bile kafiyeleri kendiliğinden ve zorlamaksızın akmaktadır. Yazı üslûbu, en üstün hitabet tarzından iyice saf halk diline kadar çeşitleri arzetmektedir. Lüzum gördüğünde belâgat sanatını tam virtiozite ile kullanmak gücündedir. En geniş manasiyle komedya’dan en ağlatıcı ve yaralayıcı tragedyaya kadar her durumu ve heyecanı izah kudreti taşımaktadır. Bu sebeplerle Mevlâna bir sanâtkar olarak rakipsizdir.
Fakat asıl üstünlüğü şiir dehasının orjinalliğindendir. Rumi kendisinden önce hiçbir şair tarafından bilinmeyen ve kullanılmayan bir şâirane hayaller röpertuarı icad etmiştir.
Mevlâna’nın kendisi, şiiri üzerine Mesnevi’sinde açtığı nadir fasıllar vardır. Sözgelişi Mesnevi (C: 5, S: 208 de) şunları söylüyor:
“Benim beytim, beyit değil bir ülkedir. Alayım (şaka) alay değil birşey öğretmektir.” Mesnevi’yi anlattığı bir yerde:
“Bu kitap, masal diyene masaldır. Fakat kendi halini bu kitapta görebilene er denir. Mesnevi Nil’in suyu gibidir: Kıptiye kan görünür fakat Hz. Musa’nın ümmetine kan değil hayat suyudur.” diyor.
Ayrıca, Mesnevi’de çok sık başvurduğu “şaka ve lâtife” üzerinde konuşmaktadır: Şaka ve lâtife, bir şey bellemeye yarar…Onu ciddi gibi dinle, Görünüşte lâtife oluşuna kapılma. Her ciddi şey, maskaraya göre maskaralıktır, şakadır. Akıllılara göre ise lâtifeler de ciddidir.
Yine Mesnevide (C. 2 S: 277) “kıssa” (ibretli hikâyeler) hakkında şunları söylemektedir:
“Peygamber dışardan seslendi mi, ümmetin canı içerden secde eder.
Vücut göz olunca gözler kapalı olsa bile sevgilinin yüzü görülebilir. Fakat sen, başındaki gözle de can gözüyle de görmediğini farzet, ne çıkar? Ey düşkün, sen kıssa’dan hisse almaya bak. Kıssaları duyup dış yüzüne bağlanma: Yoksa:
Dilsiz DIMNE-KELİLE’ye nasıl söz anlatır? Kelile, onun meramını nasıl anlar? Tutalım, bunlar birbirine meramlarını anlatıyorlar fakat bu hayvanların ne demek istediklerini insan nasıl anlayabilir?
Bu Dimne ve Kelile hikâyesinin hepsi yalan. Yoksa karga leylekle nasıl savaşır? deme.
Kardeş! Kıssa bir ölçeğe benzer, ma’nâ ise içindeki tanelere. Akıllı kişi taneleri alır, ölçek varmış yokmuş, ona bakmaz bile.
Aralarında sözden eser yok fakat BÜLBÜL’le GÜL’ün macerasına ne dersin…”
Nitekim Mesnevi’nin başka yerlerinde de “Kıssa’yı Kelile’den aldığını fakat bunun bir kabuk olduğunu” belirten satırları vardır. O, bazı hikâyeleri alarak kendine göre yorumlamakta, çok defa “vahdeti Vücûd” la bazan “aşk”la veya “sosyal görüşleriyle” ilgili bir sonuca bağlamaktadır.
Mevlâna, göğün ve yerin güzelliklerine, mevsimlere insanlara, eşyaya bir kere değil defalarca bakmak, onlardaki manâyı sezmek, için çevreye dikkatli olmak gerektiğini söylüyor:
“Şu göğe defalarca bak. Çünkü Tanrı ona “Bir kere daha dön bak!” buyurdu. Bu nûranî tavana bir kere bakmakla kani olma, defalarca bak, bir çatlak görebilir misin?” Tanrı sana: “Bu güzel göğe, ayıp arayan kişi gibi defalarca dön bak!” buyurdu.
Gök hususunda böyle olunca ya bu kara yeri görmek, farkedip anlayarak beğenmek için bilir misin ne kadar bakmak gerek! Tortuyu süzmek safı meydana getirmek için aklımızın ne kadar çok zahmet çekmesi lâzım.
Kış ve güz imtihanı ile yazın harareti, can gibi olan bahar…Yeller, bulutlar, şimşekler, hep hadiselerin zuhur etmesidir.
O baharlar Kibriyâ (Allah) şahane’sinin (inzibat memuru, polis) lûtfudur. Hazan (güz) da Tanrının korkutmasıdır. Kış ise: “Ey gizli hırsız! Meydana çık!” diyen manevi bir çarmıhtır.”
Mevlâna’da işte bu ısrarlı müşahade ve dikkat ile sayısız sahneler, tasvirler, buluş ve mecazlar üstüne yorumlar vardır.
Bu müşahade, bu dikkat, bu her şeyin ilahî sırrını arama gayreti ve bulma sevinci altında mevsimlere, iklimlere, çiçeklere, ağaçlara, insanlara, vakalara, askerlere, savaşlara, çarşılara, çocuklara, karıncalara, balıklara, denizlere, kadınlara, sultanlara, halka…ve sayılmayacak kadar çok şeylere dair yüzbinlerce müşahede unsuru, onbinlerce âdet, tore, tavır, terbiye ve geleneğin tahlil ve tenkidi eserlerini doldurmaktadır. Bunlara örnekler vererek sözü uzatmaktansa, müellifin muradı, bu kitap okuyucuların, bizzat Mesnevi’ye, Divân’a eğilmeleri ve oradan bambaşka zevklerle, güzellikler devşirmeleridir.
Mevlâna’nın şiir ve sanatı konusunda sözlerimizi bitirirken, okuyucunun bu kitap metinlerinde ve bütün Mevlâna eserlerinde, (okurken) bilhassa şu noktalara dikkat etmelerini dileriz:
Mevlâna’nın şiirinde birinci dereceyi bulan değer (şiir sanatı yönünden) MECAZLAR’ındaki yenilik, çeşitlik, harikalık ve erişilmezliktir. Türk divan edebiyatının en büyük mecaz şairi olan Şeyh Galib’de gördüğümüz üstünlüğün büyük kısmı “Esrarını Mesnevî’den aldım” dediği Mevlâna ile mecaz ünsiyetinden gelmektedir.
Mevlâna’da bir de SIRLAR HAZİNESİNE dikkat olunmalıdır. Mevlâna’nın şiiri, macerası ve hayatı…semâ ve ney gibi unsurlarla birlikte âşinalarına daima “sır, esrâr, kapalılık, Kaf, âb-ı hayat” kelimelerini tedai ettirmektedir. Ona bağlı olanlar birbirlerine “sırdaş” diye seslenmektedir.
Mesnevî’nin ilk on sekiz beyti arasındaki 7. Beyit:
“Sır-rı men ez nâle-i men dûr nist
Lîk çeşm ü gûşra ol nûr nist.”
(Benim sırrım, inleyişimden uzak değildir. Heyhat ki her göz ve kulakta o nur mevcut değil.) sözü, aynı zamanda Mevlâna’nın bütün şiirlerinin “beyannâmesi” olarak değerlendirilebilir. Mesnevi için gerçi “Kur’ân’ın sırlarını açıklayan” denmiştir ama “Kur’ân’ın ve kâinatın sırlarını, sırlarla (sembollerle, timsallerle) açıklayan” demek daha doğrudur:
“Zülkarneyn, Kafdağına gitti…O dağın saf zümrütten olduğunu gördü. Bütün âlemi çepçevre halkalamıştı. O dağı görüp şaşırdı. Dedi ki:
Sen dağsan öbür dağlar ne? Bir oyuncan âdeta…Kafdağı dedi ki:
O dağlar benim damarlarımdır…Zülkarneyn dedi:
Ey sırları bilen ve herşeyden haberli olarak söz söyleyen dağ bana Tanrı sanatlarından bahset! Kafdağı:
Yürü! Tanrı sanatları, söylenebilmekten ve kelimelere sığar olmaktan çok üstündür.” (Mesnevi C: 6)
Mevlâna dostlarına dedi ki: “İçinizde MA’NA GELİNLERİ yüz gösterip sırlar açıklanınca, sakın ha! yabancılara bunu söylemeyin, anlatmayın…Ve bizim sözümüzü de herkese demeyin.” (Fîhi Mâfih)
#Ahmet Kabaklı