Mevlana’ya Göre Fiziksel-Manevî Gelişim Paralelliği – Osman Nuri Küçük

Mevlana’ya Göre Fiziksel-Manevî Gelişim Paralelliği

Osman Nuri Küçük

İnsanın sûret varlığının, mânâsından izler taşıması nedeniyle Mevlânâ, insanın fiziksel gelişimi ile manevî gelişimi arasında paralellik görmektedir. Şöyle ki; insanın fiziksel gelişim evreleri ile bunların özellikleri iyi okunup, yorumlanabilirse, insanın manevî gelişimine dair önemli ipuçları barındırdığı görülecektir. Cenin, öncelikle ana rahminde kan ile beslenerek büyüyüp gelişir. Doğum vakti geldiğinde dışarıdaki geniş dünyayı bilmediğinden kendi vatanını terk etmek istemez. Sancılı ve sıkıntılı bir süreçten sonra insan, yeni âlemine yani dünyaya taşınır. Bir dönem adaptasyon zorluğundan sonra bu vatanına da alışır. Dünya insan için terk edilmesi zor ve mükemmel bir âlemdir artık. Tasavvufî düşüncede dünya gerçek âlemin sadece sınırlı bir sûreti olması hasebiyle sonsuz âleme nispetle daracık ana rahmi mesabesindedir. İnsanın kendi sonsuz mahiyetini keşf ederek, kendi varlığını bu daracık âlemden sonsuzluk arenasına taşımak için yaptığı tüm uygulamalar sülûkun kapsamındadır.

İnsanın bu âlemdeki fiziksel varlığı ve gelişimi, doğum ile başladığı gibi insanın sülûk süreci içindeki yolculuğu da tasavvufî literatürde “vilâdet-i sânî/ikinci doğum” denilen doğumla başlamaktadır. Sâlik, bu doğumda sûfî ıstılahında kalp çocuğu (veled-i kalbî) denilen can potansiyelinin nüvesini, kendi derûnunda vücûda getirerek yeni bir varlık boyutu ve gerçek “ben”ini keşfe başlamıştır.[1]

İnsanın fiziksel gelişimi emekleme, ayağa kalkma, yürüme gibi evrelerden; bebeklik, çocukluk, gençlik, yetişkinlik ve ihtiyârlık gibi dönemlerden oluştuğu gibi ihtiyaçları da bu gelişim aşamalarına uygun şekilde değişim gösterir. İnsan gelişiminde öncelikle sûret varlığın yani bedenin ihtiyaçları fark edilirken; mânâ cihetinin ihtiyaçları kendilerini daha sonra hissettirirler. İnsanın sûret varlığının gereksinimlerinde somut/fiziksel olandan soyut olana doğru bir ilerleyiş gözlenmektedir. Örneğin insan, öncelikle yeme-içme, barınma, güvenlik gibi alt gereksinimlerini karşıladıktan sonra övülme, toplumda statü sahibi olma, sevme-sevilme gibi üst gereksinimlerini tatmine yönelir.

Mevlânâ, insanın değişik dönemlerdeki ihtiyaçlarının fiziksel olandan manevî olana doğru değişimine atıfta bulunarak bununla, insanın manevî benlik dönüşümü arasında bağ kurar. Fiziksel ihtiyaçlardaki değişim, Mevlânâ’ya göre benlik dönüşümünün gerekliliğini bildiren birer habercidir.

Mevlânâ, insanî ihtiyaçlardaki hiyerarşiyi şöyle dile getirir:

“İnsan, önce ekmeğe harîstir… çünkü gıda ve ekmek, canın direğidir.

Canını avucuna alır da hırsla, ümitle ve yüzlerce hilelere, düzenlere başvurarak çalışıp ekmeğini elde etmeye savaşır.

Fakat az bir şey elde eder de ekmek için çalışmaya ihtiyacı kalmazsa artık şöhrete, ada sana ve şâirlerin methine âşık olur.

İster ki onlar, kendisinin aslını, faslını övsünler… lütfunu, ihsânını anlatmada minberler kursunlar…

Bu sûretle de onun lutfu, ihsânı, altın bağışlaması, söz arasında amber gibi koksun!”[2]

Aynı hususu diğer bir yerde şöyle ifade eder:

“İnsan, önce uykuya, yemeye muhtaçtır… fakat nihayet meleklerden de üstün olur.

Pamuk ve kükürdün himayesinde şulesi ve nuru, süha yıldızına kadar çıkar!

Karanlık âlemi aydınlatır… demirden yapılma tomruğu bile iğneyle deler geçer!”[3]

Mevlânâ’nın insan gelişimine dair bu ifadeleri, derin bir insan doğası bilgisinden mülhemdir. Günümüz insanına Maslow’un (1908-1970) ihtiyaçlar hiyerarşisini hatırlatmaktadır. Hümanist psikolojinin “kurucusu” sayılan Abraham Maslow, ihtiyaçlar hiyerarşisiyle ilgili bir formülasyon sunmakta; insan ihtiyaçlarını, yeme-içme, barınma, uyku gibi biyolojik-fizyolojik ihtiyaçlar ve emniyet, sevgi, aidiyet, saygı, öz saygı ve kendini gerçekleştirme gibi üst gereksinimler şeklinde bir ayrıma tabi tutmaktadır. Maslow, insanın hakîkat, güzellik, aşkın olma vs. için duyduğu ihtiyaçları da meta ihtiyaçlar[4] ve Being/Varlık değerleri olarak nitelemektedir.[5] Maslow bu ihtiyaçların da tıpkı alt düzeydeki biyolojik-fizyolojik ihtiyaçlar gibi temel ve içgüdüsel olduklarını anlatmaktadır. İçgüdüsel olan bu meta/aşkın ihtiyaçların tatmin edilememesi durumunda; bunun, insanda duygu ve değer kaybına yol açacağını, anksiyete ve yabancılaşmaya sebebiyet vereceğini, sonuç olarak insanda metapatoloji adını verdiği hastalığın ortaya çıkacağını belirtmektedir.[6] İnsan hayatında aşkın bir estetik, dinî ve felsefî vechenin, herhangi bir biyolojik ihtiyaç gibi insan doğasının gerçek ve aslî bir ihtiyacı olduğu sonucuna varmaktadır.[7]

Maslow insanın transpersonel diğer bir ifadeyle bilinen sınırlı/mahdût benlik alanının ötesine geçişini, tüm hedeflerin en yücesi, hatta kendini gerçekleştirmenin de üzerinde bir düzeyde kabul eder.[8] Maslow bu konuda şöyle demektedir: “İnsan doğasının en zirve boyutlarının ve potansiyelinin en son olasılıklarının incelenmesi, yıllardır üzerine titrenilen aksiyomların sürekli olarak zayıflamasına, köklü bir şekilde inanılan ve uzun zamandır duymaya alıştığım zâhiren eleştirilemez olarak kabul edilen psikoloji kanunlarının büyük bir gürültüyle yıkılmasına sebep oldu.”[9]

Dr. V. Frankl, toplama kampında geçirdiği ve logoterapiyi keşfetmesine yol açan kendi deneyimlerini anlattığı eserinde; insanın var oluşunun gerçek amacını, kendi varlık sınırları içinde kalarak bulmasının mümkün olmadığını belirtir. İnsanın var oluşu ona göre aslında kendini gerçekleştirmeden ziyade kendini aşan bir süreçte gerçekleşir. Çünkü insanoğlu, kendini aşabilen tek varlıktır ve kendini gerçekleştirme, sadece kendini aşmanın bir yan ürünü olduğunda; kişinin anlam arayışına cevap verebilecektir.[10]

Ancak şunu söylemek gerekir ki psikologlar, insan davranışlarına ilişkin tanımlayıcı birçok yeni bilgi sunmalarına rağmen insanın bu yüksek yetileri nasıl elde edip hayata geçireceğine ilişkin imkân ve metotları gösterememişlerdir.[11] Çünkü psikoloji, kıstas olarak kendisine ölçülebilen “normal” ve “ortalama” insan davranışlarını esas aldığından ideal insan tipinin nasıl oluşacağıyla ilgilenmemiş ve buna dair bir bakış açısı geliştirememiştir.[12] Psikolojinin amacı, insan davranışını tanımlamak, tahmin ve kontrol etmektir.[13] Teorilerininin niceliksel ve fiziksel bir temele dayandırılma geleneği onu, insanın metafizik/aşkın yönüyle ilgilenmekten uzaklaştırmıştır. Psikoloji biliminde, insanın, aşkın yönü ile barış ve telifine yönelik son dönem çalışmalarında ise bu yönde henüz fazla mesafe kat edildiği söylenemez.[14]

Mevlânâ, insanın fiziksel gelişimini, onun manevî gelişiminden bağımsız görmez. Esasen metafizik olana ağırlık vermesine rağmen Mevlânâ, fiziksel olanı da kabul eder; aralarında mukayese ile insanın manevî gelişimini îzah eder. İnsanın fiziksel varlığındaki gelişimin başarıyla sürdürülmesi; diğer bir ifadeyle bir sonraki aşamaya geçebilmenin şartı; bir önceki aşamanın gereklerinin yerine getirilmesi olduğu gibi manevî terakkinin şartı da Mevlânâ’ya göre içinde bulunulan aşamanın gereklerine riâyet etmektir. Bunu, söylenenlere kulak vermeyen bir çocuğun konuşmayı öğrenemeyeceği vurgusuyla bir bebeğin dil öğrenim süreci örneği üzerinden anlatır.[15]

Mevlânâ, kâinatta her şeyde cari olan değişim ilkesinden bahsederek; bu külliyatın zübdesi, mikro bir nüvesi olan insanın da fiziksel varlığı itibariyle bu değişimden hisse-mend olduğunu belirtir. İnsanın fiziksel gelişim ve değişiminin ilahî bir lütuf olduğunu belirten Mevlânâ, zamanı da bu lütuf meyvelerini örtüp gizleyen yapraklara benzetir.[16] Ürün insanın elinde mevcuttur, ancak ürünün meydana geldiği zaman unutulmuştur.[17] Mevlânâ, insanın bu süreçte fiziksel değişiminden ibret alarak benliğini de bir değişim ve dönüşüme tabi tutması gerekliliğine işaret etmektedir.[18]

Mevlânâ’ya göre zamanın geçmesi ile insan varlığının maddî cephesinde yaşanan fiziksel değişim, kudret ve güzelliklerin yavaş yavaş yitirilişi, insan bedenine ait bu görüntü varlığın, mevhûm ve geçici bir varlık olduğunu göstermektedir.[19] Bu yitiriliş, bir başka kaynaktan yansıyan nurun yavaş yavaş kendi aslına döndüğünün habercisidir.[20] Mevlânâ’ya göre insana düşen, bu asıl kaynağa yönelerek varlığının aslını bulmaktır; geçici olanı ebedî hâle getirmeye çalışarak boş ve abes bir uğraşın içinde olmak değildir. Ona göre insanın, doğumdan itibaren yaşadığı fiziksel değişimler, insana bu âlemde bir yolcu olduğunu hatırlatmakta; sûret benliğinin, mevhûmluğunu ve geçiciliğini insana göstermektedir. Bunu idrâk edemeyenler Mevlânâ’ya göre mevhûm olanı, kendilerinin zannederek bir varlık cerimesi içindedirler.[21] Bir çok renkli camdan yansıyan ışığın aslından habersiz camlara gönül vermişlerdir.[22] Zaman, iğreti olan her şeyi onların elinden alarak bu varlık suçunun karşılığını gösterecektir. Bu yüzden insan, fiziksel varlığındaki değişimleri tam bir aldanışa sürüklenmeden doğru okumalıdır.[23] Mevlânâ, görünen (sûret) varlığını besleyen ilahî nurun farkına varanların ise bu değişim ve yıpranmalarla bir şey kaybetmeyeceğini belirtir.[24] Çünkü fiziksel değişim ve zevâller, sûret varlığını elinden alsa da gönlündeki değişmez, ezelî bene bir şey yapamaz. Mevlânâ’ya göre bu idrâke ermiş kişi, varlıktaki sûreti sembolize eden renkli camlar gözünün önünden alınsa bile nuru camlarsız görmeyi adet edindiğinden iğreti yansımanın olmaması onun için eksiklik olmak bir yana daha da makbuldür.[25]

Mevlânâ, kemik yaşları ilerlemesine rağmen manevî gelişiminde herhangi bir terakkî olmayanları anlattığı kocakarı hikâyesiyle[26] hicveder.[27] Uzun yıllar ve tücrübeler yaşamasına rağmen bu tür mevhûm lezzetlerin halen peşinde koşanları ve sülûk yolunda ilerleme kaydedemeyenleri; “Bir insan kocaldı da bu yolda er olmadı mı adını kocakarı takıver!” vurgusuyla belirtir.[28]

İnsanın fiziksel ve manevî gelişimi arasındaki paralellikten dolayı Mevlânâ’ya göre insanın fiziksel gelişimi, beraberinde manevî açıdan da bir gelişim ve tekâmülü getirmelidir.[29] Mevlânâ, bir ârif[30] ile papaz arasında geçtiğini belirttiği diyalogda da bu hususu vurgular.[31] Bu pasajlarda Mevlânâ, insanın, hayvanî benliğine yani bedenine ve onun gereksinimlerine olan aşırı düşkünlüğünü, öküz sevdası diye niteleyerek bu sevdadan vazgeçmediği müddetçe insanın sülûkta yol kat edemeyeceğini belirtir.[32]

Mevlânâ, yılların ilerlemesine rağmen varlığını, meziyetlerle donatmamış, benliğini manevî açıdan terakki ettirememiş kişinin, değersizliğini ve işe yaramazlığını anlattığı şu fıkra ile esprili bir üslupla vurgulamaktadır:

“Evin birine bir yoksul geldi. Kuru ekmek yahut taze nane var mı dedi.

Ev sahibi, burada ekmek ne arar? Burası ekmekçi dükkânı mı, aptal mısın sen, dedi.

Dilenci bari biraz yağ ver deyince dedi ki: Burası kasap dükkânı değil ki.

Ey ev sahibi! Birazcık un ver bari deyince ev sahibi burasını değirmen mi sandın, dedi.

Dilenci her şeyden vazgeçtik, bari bir çanak olsun su ver dedi. Ev sahibi cevap verdi: Burası ırmak yahut çeşme değil.

Hâsılı ekmekten kepeğe kadar ne istediyse ev sahibi kendisiyle alay etti, acıklandı, yok dedi.

Yoksul, içeri girip eteklerini kaldırdı evin içinde tuvaletini yapmaya niyetlendi.

Ev sahibi; hey çirkin herif ne yapıyorsun, deyince dedi ki: Böyle yıkık yere abdest bozayım da bari ferahlayayım.

Burada yaşamanın madem ki imkânı yok, böyle eve ancak abdest bozulur.”[33]

Mevlânâ, kemik yaşları ilerlemiş olmasına rağmen bir çok insanın sülûk yolunda henüz daha çocuk mesabesinde olduğunu “Ey bu yolu adım adım adımlamaya karar veren kişi, sen hamın hamısın, hamın hamısın, hamın hamı!“[34] şeklinde belirterek sıradan insanın dünya yaşamına yönelik tutku ve arzularını, sahipliklerini, övünmelerini, savaşlarını; hakîkate nispetle gerçekliği olmadığından, birer çocuk oyununa benzetir. Bu hususu aşağıdaki pasajlarda şöyle îzah eder:

“Allah sarhoşundan/mest-i Hudâ’dan gayrı herkes (bu yolda) çocuk (mesabesindedir.) Hevâ ve hevesinden kurtulmuş kişiden başkası buluğa ermiş değildir.

Cenâbı Hak Kur’an-ı Kerîm’de ‘Bu dünya hayatı bir oyun/la’b ve eğlence/lehv’dir.[35] sizler de (bu oyun içinde oynayan) çocuklarsınız’ buyurdu. Şüphesiz Hak Teâlâ doğru buyurur. Oyunu, oyuncağı terk etmedikçe çocuksun. Rûhun arınmadıkça (çocukluktan çıkıp) nasıl temiz ve (kâmil bir insan) olabilirsin?

Ey yiğit (sâlik)! Bil ki, buradakilerin (dünyadaki bu kozmik oyun içindekilerin dünyaya karşı) müptelası oldukları (her türlü) şehvetleri, çocukların cimaı gibidir. Bir Rüstem’in, güçlü kuvvetli bir yiğidin cimaına nispetle çocuğun cimaı nedir ki? Ancak bir oyundan ibarettir.

Cihân halkının savaşları da çocukların savaşı gibi tamamen mânâsız, esassız ve hakirdir!

Hepsi de sopadan (yaptıkları) kılıçlarla savaşırlar.[36] Hepsi faydasız bir gaye uğrunda uğraşıp dururlar.

Hepsi de sopalardan yaptıkları atlara binerler ve: ‘Bu bizim Burak’ımız Düldül gibi giden atımız’ derler.

(Hakîkatte atın) yükünü sırtlarında taşıyan onlardır, fakat bilgisizliklerinden kendilerini yüksekte ata binmiş, yol gidiyor sanırlar.”[37]

“Noksan sıfatlardan temizdir o Allah ki toprağa bir renk verir, çocuk gibi bizi ona kaptırır, birbirimize düşürür.

Eteğimizi çocuklar gibi toprakla doldururuz. Bizim gözümüzle o toprak, madenden çıkmış altın görünür.

Çocuğun, yetişmiş erlere karşı bir mecali yoktur. Allah, çocuğu, erkeklerle bir araya koymaz, bir derecede tutmaz ki.

Meyve, eski olsa bile hamlığı devam ettikçe, olmadıkça ona koruk derler.

O ham ve ekşi meyva, yüz yıllık bile olsa fikri çevik ve keskin kişiye nazaran yine çocuktur, yine koruktur.

Saçı, sakalı ağarsa bile yine korku ve ümit çocukluğundan kurtulmamıştır.”[38]

“Allah, toprağa bir renk, bir parlaklık verir, onu mücevher hâline getirir. Çocuk tabiatlı olanları da onlara meylettirir, savaşa sokar.

Hamurdan deve ve aslan şekillerinde çörekler pişirirler. Çocuklar, onları görünce hırslarından ellerini dişlerler.

Fakat ağızda aslan da ekmek olur, deve de. Fakat çocuklara bu söz, tesir etmez ki.”[39]

Yine insanın mevhûm benlikten kendini kurtarıp onu ezelî benliğine yöneltmesinden dolayı gamın, ıstırabın bir hazine olduğunu ancak bu tür sözlerin sülûk yolunun çocuklarına tesir etmeyeceğini şöyle ifade eder:

“Gam bir hazinedir ve senin zahmet ve meşakkatin de madendir. Fakat bu söz, çocuklara nerden tesir edecek?

Çocuklar, oyun adını duydular mı hepsi de yaban eşeği gibi yarışa girişirler.”[40]

İnsan bedeninin arzu ve isteklerini, ceviz ve kuru üzüme benzeterek, değerli gönlünü bırakıp da mevhûm benliğinin hevesleri peşinde koşan kişiyi, çerez için ağlayan hakîkat bilgisinden yoksun çocuklara benzetir:

“Çocuk, ceviz ve kuru üzüm için ağlar. Hâlbuki bu, büyük adama göre hiçbir şey değildir

Gönüle göre de beden, cevizle kuru üzümdür. Çocuk, nerden büyüklerin bilgisine sahip olacak?

Kim, perde ardındaysa zaten çocuktur. Er ona derler ki kırılmaz.”[41]

Mevlânâ’ya göre mevhûm benliğin geçici heveslerine hitap eden dünya hevesleri uğrunda, ömür sermayesini geçirerek benlik dönüşümünden geri kalanlar da sülûk yolunun çocuklarıdırlar ve onlar, oyuna dalarak asıl gayelerinden mahrum kalmışlardır.[42]

Yıllar geçmesine rağmen sülûkta herhangi bir ilerleme gösteremeyenlerin Allah’a sığınmaktan başka çarelerinin olmadığını belirten Mevlânâ, Hakk’ın dergâhına yönelmeleri konusunda onları teşvik eder.[43] Yine o, hiç kimsenin zamana karşı ilânihaye direnmesinin mümkün olmadığını belirterek, insanın beden cihetinde sürekli bir gençlik ve güzellik aramasının beyhude bir temenni, boş bir uğraş olduğunu vurgular.[44] İnsanın ebedî gençliği ve güzelliği ancak Allah’a sığınarak elde edeceğine işaret eder.[45]

İnsan varlığındaki fiziksel değişimi, insanın manevî gelişim ve dönüşümü için bir haberci sayan ve aralarındaki mukayese ile konuyu îzah eden Mevlânâ’ya göre sülûk sürecindeki benlik dönüşümünün başarılması; kişinin mevhûm benliğinin tüm unsurlarından arınmasıyla mümkündür. Boğumları temizlenip ney hâline getirilmeyen bir kamışın ses çıkaramayacağı, kendi elbiselerinden soyunmayan kişinin de Kabe’de tavaf yapmasının makbûl olmayacağı örneklerinden hareketle Mevlânâ, insanın mevhûm benliğinin unsurlarından sıyrılıp soyunmadan ilahî esrârın mazharı ve Cenâbı Hak’ın makbûlü olamayacağını ifade eder.[46] İnsanın sûret benliği mevhûm ve mahdût oluşuna rağmen Hakk’ı göstermemesi bakımından Mevlânâ’ya göre en büyük engel ve bağdır. İnsan, varlığının derûnundaki Hakk’ı, ancak mevhûm benliğinin arzu ve heveslerinden arınmak suretiyle görebilecektir. Aksi takdirde mahdût benliği insanı kendi aslını görmekten ve insanî varlığının temel ödevini yapmaktan alıkoyacaktır. Mevlânâ bu hususu söyle îzah eder:

“Canı, heveslerden arınmış olanlar sadece, Hakk’ın cemâlini ve onun temiz dergâhını görebilirler.

(Nitekim) Hz. Muhammed, bu ateşten, bu dumandan (varlığın sûretini kaplamış olan bu kesretten) pâk olduğu için her nereye baktı ise orada Allah’ın cemalini gördü. Seni kötülüğe sevk edenin vesveselerine yoldaş oldukça ‘Semme vechullah’ı/Allah’ın vechi oradadır’ı nasıl bilebilirsin?[47]

Kimin sinesinde bir kapı açılırsa o, her zerrede güneşi görür hâle gelir.[48]

Yıldızların içinde ay nasıl (belirgin şekilde) görünürse Cenâbı Hak da mâsivâ/digerân arasından (onun bu gönül gözüne) öyle görünür.

(Fakat) iki parmağını, gözlerinin önüne getir; bir şey görebiliyor musun? (Öyleyse) insaf et!

Sen göremiyorsun diye bu cihân yok demek değildir. Kabahat, senin şom nefsinin parmağındadır.

(O hâlde) dikkat et! (Nefsin) parmağını (yani mevhûm benlik engelini) gözünden kaldır da ondan sonra ne istersen gör.

Nûh’a ümmeti; ‘Hani o sevap (dediğin şey) nerede?’ dediler. O taraftandır, dedi. Hâlbuki onlar onu görmemek için (mevhûm varlık) elbiselerine büründüler (ve onu göremediler).

‘(Mevhûm varlık) elbiselerinize bürünüp yüzünüzü, başınızı sardınız (yani canınızın yetilerini atıl hâle getirdiniz); bu sebepten şüphesiz gözünüz var ama göremiyorsunuz’ dedi.

İnsan demek, göz demektir.[49]

Gerisi kabuktan ibarettir. Göz ise ancak dostu görendir. (Gerçek ve ebedî) dostu görmeyen gözün, kör olması daha iyidir. (Çünkü) bekâsı olmayan dostun uzak olması (görülmemesi) daha iyidir.”[50]

Mevlânâ, çeşitli vesilelerle insanın fânî mevhûm varlığını terk edip, ebedî benliğini bulmasının gerekliliğini hatırlatır. Zira bu benlik, mevhûm olduğundan yani nihâyetinde bir vehme dayandığından insanın ondan ayrılması kaçınılmazdır. Her insan, tabiî ölümle kendisini çevreleyen bu vehimden ayrılacaktır. Mevhûm benliği onu terk edecektir. Benliğinin hakîkatini idrâk eden ise irâdî ölümle, mevhûm benliği kendini terk etmeden onu terk eder ve ezelî benine kavuşur. Mevlânâ, sâliki bu terke teşvik ederek bu hususu şöyle îzah eder:

“Ne mutlu ona ki bu yurttan yüceldi çıktı… çünkü ecel gelince ölüm, bu yurdu nihayet yıkar, viran eder!”[51]

“Gönül, (bu mevhûm varlığın) sana da vefa etmez, seni de terk edip gider. O senden vazgeçmeden sen ondan vazgeçmeye çalış.

Fırsat elden çıkmadan Meryem gibi sen de sûrete (yani sûret varlığına) ‘Senden Rahman’a sığınırım’ de.”[52]

“Vehmin, seni şaşkın bir hâle getirdiyse neden öbür vehmin etrafında dönüp dolaşırsın?

…..

Canla başla benlikten, varlıktan kurtulmayı istiyorum ki onun o güzelim savlicanına top olayım.

Kim benliğinden kurtulursa bütün benlikler onun olur. Kendisine dost olmadığı için herkese dost kesilir.

Nakışsız bir ayna hâline gelir, değer kazanır. Çünkü o, bütün nakışları aksettirir.”[53]

Mevlânâ, diğer bir teşbihinde insanın mevhûm varlığını terk etmesinin gerekliliğini; insanın sûret varlığını karanlık bir dağa benzeterek, ay ışığı ile sembolize ettiği ilahî nurun bu dağın altındaki karanlığı aydınlatabilmesini, dağın yıkılmasına yani mevhûm benliğin arzu ve heveslerinden sülûk süreci ile sıyrılmasına bağlı olduğunu belirtir. Bu yönüyle Mevlânâ, benlik dönüşümünü sâlikin benliğinde gerçekleşen bir kıyâmet tahakkuku olarak niteler.[54] Mevlânâ, bedenin hazlarından müteşekkil mevhûm benlik algısı içerisinde sürdürülen bir yaşamı, insanın kendini ulvî yönünden mahrum olarak çamur ve bataklık içinde geçirdiği süflî bir yaşam tarzı olarak görmektedir. Bir eşeğin dahi saplandığı çamurdan kurtulmak için çaba gösterdiğini belirterek insanî bir farkındalığa sahip olan kişinin, kendini bu tarz bir yaşamdan çekip yükseltmesi gerektiğine vurgu yapar.[55] Çeşitli te’vil ve mazeretlerle bu yaşam tarzının sürdürülmesini ise o kişi için Allah’ın bir gazabı sayar.[56]

Tenin istek ve arzularını, canın, bu âleme hapsedilmesine sebep olan bir prangaya benzeten Mevlânâ, sülûk sayesinde bu prangaların çözülüp canın özgürleşeceğini belirtir.[57] Canını bu şekilde özgürleştirenin rûh simurgu Âlemlerin Şah’ı olan Cenâb-ı Hakk’a doğru yücelecektir.[58]

Mevlânâ insanın, asıl varlık değerine, sülûk sürecinde gerçekleştireceği benlik dönüşümü sayesinde kavuşacağını belirterek her insanı buna teşvik etmektedir:

“Gel de güneş gibi, dolunay gibi, hilâl gibi kolsuz ve kanatsız gökyüzünde dön dolaş!..

Yürümeye başladın mı rûh gibi ayaksız yürürsün… çiğneme zahmetine uğramadan yüzlerce yemekler yersin!

Ne gemine gam timsahı çarpar… ne ölümden kötüleşirsin!

Sen hem padişahsın, hem asker, hem taht… sen hem iyi bir bahta nâil olursun, hem bizzat baht ve talih kesilirsin!

Fakat zâhirde bahtın iyi olursa, yüce bir sultan olursa ne fayda… bu baht başkasınındır, bir gün gelir olur, bahtın döner!

Sen de yoksullar gibi muhtaç bir hâle düşersin… ey seçilmiş kişi, sen baht ol, sen devlet kesil!

Ey mânevi er, kendin baht olur, talih kesilirsen nasıl olur da bu bahtı, bu talihi kaybedersin?

Ey güzel huylu, bizzat sen, kendine mal, mülk olursan bunları nasıl olur da kaybedersin… imkân mı var buna?”[59]

Mevlânâ çeşitli vesilelerle sülûkun gerekliliğini hatırlatır ve insanları buna teşvik eder. İnsanın meleklerden üstün hâle gelebilmesinin ve kendi varlığını bir hikmet pınarı hâline getirmesinin ancak sülûk ile mümkün olduğunu,[60] sülûkun; insanın kendi mevhûm benliğinden kendini kurtarması yani bir benlik dönüşümü olduğunu ifade eder. Kendini, mevhûm benliğinin vasıflarından (evsâf-ı hod) temizleyenin kendi pak ve saf zatını göreceğini, kitaba ve müzakereye gerek duymadan Peygamberlerin ilimlerini gönlünde bulacağını[61] ve insanlara doğruyu gösteren bir delil ve burhan haline geleceğini belirtir.[62]

Mevlânâ’ya göre “Her an gayb âleminden (insana) yeni yeni can (ve fuyuzât) erişir ve ten cihânından dışarı çık nidası gelir.“[63] Ancak insan, mevhûm varlık engelinden dolayı, bu mesajları doğru okuyamaz. Mevlânâ, insanın derûnunda gizlenen can tûtîsinin, manevî gıdası verilse de verilmese de aslını ve oradaki misakını hatırladığını ve insana da bunu hatırlattığını belirtir.[64] Bu mesajı doğru alanlar sülûk ile kendi asıllarına yönelirken; alamayanlar, rûhun bu huzursuzluk ve açlığını farklı arayışlara girerek tatmine çalışır ancak tatmin edemezler.

Mevlânâ, benlik dönüşümünü başarmış olan Allah dostlarının sâlike yapacağı ilk ve temel rehberliğin benlik değişiminin gerekliliğini ona hissettirmek olduğunu belirtir. Çünkü Mevlânâ’ya göre insanlar, aslında var gibi görünen bir vehmin içinde yaşadıklarından gerçek varlığı inkâr etmektedirler.[65]

Kaynak: Osman Nuri Küçük (Tez Danışmanı : Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu). Mevlânâ’da Benliğin Dönüşümü: Sülûk. Basılmamış Doktora Tezi. Ankara Üniversitesi. Temel İslâm Bilimleri (Tasavvuf) Anabilim Dalı. Ankara, 2007. Sf. 58-69.

[1] Birgitte Dorst, “Üstad, Mürid ve Sûfî Grubu: Günümüzde Sûfî İlişkileri”, Jung Psikolojisi ve Tasavvuf , edit.: J. Marvin Spiegelman vd., s. 26.

[2] Mesnevî, c. IV, b. 1189-93. (Çalışmamızda Mesnevî‘nin beyit numaraları hususunda Nicholson neşri ve bu neşirden tercüme edilen MEB tercümesi esas alınarak verilmiştir. Çevirilerde İzbudak çevirisinden istifâde edilmesi yanında özellikle Tahirü’l-Mevlevî tercümesinden istifade edilmiştir. Yer yer Şefik Can ve Gölpınarlı çevirileri ile de mukayese edilerek metne ve bağlama uygun ortak bir çeviri verilmeye çalışılmıştır.)

[3] Mesnevî, c. IV, b. 1876-8.

[4] Meta terimi buradaki kullanımıyla daha yüce, ötede ve aşkın anlamlarını karşılamaktadır. (Walsh & Vaughan, Ego Ötesi, s. 220).

[5] Geniş bilgi için bkz. Maslow, The Farther Reashes of Human Nature, ss. 299-340.

[6] Maslow, “Bir Metamotivasyon Kuramı: Değer-Yaşamın Biyolojik Kökeni”, Ego Ötesi, ss. 162-163.

[7] Maslow’un bu görüşleri hakkında ayrıca geniş bilgi için bkz. Maslow, The Farther Reashes of Human NatureToward a Psychology of Being, 2nd ed., New York: Van Nostrand, 1968. (Maslow’un bu eseri dilimize İnsan Olmanın Psikolojisi şeklinde çevrilmiştir. Bkz. çev.:Okhan Gündüz, Kural dışı Yay., İstanbul 2001); yine aynı yazarın, Religions, Values and Peak Experiences, Columbus, OH: Ohio State University Press, 1964; (Bu eser de dilimize Dinler, Değerler, Doruk Deneyimler, şeklinde çevrilmiştir. Bkz. çev.: H. Koray Sönmez, Kuraldışı Yay., İstanbul 1996).

[8] Walsh & Vaughan, Ego Ötesi, s. 60. Maslow, kurucusu olduğu hümanist psikolojinin yerini şöyle tanımlar: İnsalcıl psikolojiyi, üçüncü bir güç olarak daha üst bir dördüncü psikolojiye geçiş bir hazırlık olarak düşündüm. İnsan ihtiyaçlarının ve ilgilerinin ötesinde evren merkezli insanlık, kimlik, kendini gerçekleştirme ve benzeri karvramların ötesine geçen, birey ötesi bir psikoloji olarak düşündüm. Maslow’un bu fikirleri temel olarak şu iki eserinde (The Farther Reashes of Human NatureToward a Psychology of Being) işlenmektedir.

[9] Maslow, Toward a Psychology of Being, ss. 71-2. Kendini gerçekleştiren insanları da Maslow, aşkın tecrübe yaşamamış ama tamamen sağlıklı olanlar ve aşkın/metafizik tecrübe yaşamış olanlar diye iki sınıfa ayırmaktadır. Daha çok önem verdiği ikinci sınıftakilerin bir takım ortak özelliklerini sıralamıştır. (bkz. Maslow, Dinler, Değerler, Doruk Deneyimler, ss. 75-86.

[10] Vıktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, çev.: Selçuk Budak, Öteki Yay., Ankara 1992, s. 99. Frankl’in yaklaşımlarına dair bir değerlendirme için bkz. Abdulkerim Bahadır, İnsanın Anlam Arayışı ve Din, İnsan yay., İstanbul 2002, s. 52.

[11] Wilcox, Sûfîzm ve Psikoloji, s. 12.

[12] J. Donald Walters, Modern Düşüncenin Krizi: Anlamsızlık Sorununa Çözümler, çev.: Şehabeddin Yalçın, İnsan Yay., İstanbul 1995, ss. 108-9.

[13] Age., s. 237.

[14] Age., ss. 179-80.

[15] Mesnevî, c. I, b. 1623-7.

[16] Mesnevî, c. VI, b. 1795-1805; Ayrıca bkz. c. VI, b. 1819-23.

[17] İnsandaki fiziksel değişimleri bu yönüyle Mevlânâ yazın elde edilen pamuğa veya kış meyvesine benzetir. Bu meyvelere daha sonra bakıldığında kış ve yaz hatırlanmaz, meyvelere odaklanılır. (Bkz. Mesnevî, c. VI, b. 1795-1805, 1819-23).

[18] Mesnevî, c. I, b. 1276-96.

[19] Mesnevî, c. V, b. 967-72.

[20] Mesnevî, c. V, b. 982-4.

[21] Mesnevî, c. V, b. 979-82.

[22] Mesnevî, c. V, b. 987-9.

[23] Mesnevî, c. V, b. 990-4.

[24] Mesnevî, c. V, b. 974-5.

[25] Mesnevî, c. V, b. 989-90.

[26] Hikâye için bkz. (Mesnevî, c. VI, b. 1222-36).

[27] Bkz. Mesnevî, c. VI, b. 1245-9.

[28] Mesnevî, c. VI, b. 1244.

[29] Mesnevî, c. IV, b. 2053-4.

[30] Anlatılan olaydaki ârifin Mevlânâ’nın kendisi olduğunu Eflaki’deki bir menkıbeden anlıyoruz. Adı geçen menkıbede olayın Mevlânâ ile papaz arasında geçtiği belirtilmektedir. (Tahirü’l-Mevlevî, c. XVII, s. 205)

[31] Mevlânâ’nın ifadeleri şöyledir:

“Bir ârif, papazın birine sordu: Sen mi daha yaşlısın sakalın mı? Papaz dedi ki: Ben ondan önce doğdum. Sakalsız nice zamanlarım var. Ârif dedi ki: Sakalın ağarmış, eski hâlini terk etmiş. Öyle olduğu hâlde yazıklar olsun, kötü huyun hâlâ dönmemiş! O senden önce doğmuş seni geçmiş. Sense tirit sevdası ile böylece kala kalmışsın. Önce doğduğun renktesin hâlâ. Ondan bir adım bile ileri atmamışsın. Hâlâ kaptaki ekşi ayransın. Hâlâ o yoğurdun yağını ayıramamışsın. Hâlâ balçık küpteki hamursun, bir ömürdür ateşli tandırdasın ama hâlâ pişmemişsin. Heves yeli ile başın dönüyor ama tepedeki ot gibi ayağın toprakta. Musa kavmi gibi Tih çölünün ortasında, durduğun yerde tam kırk yıl kala kalmışsın a akılsız adam! Her gün, ta akşama kadar koşup duruyorsun. Fakat kendini yine de ilk konak yerinde görmedesin! O öküze âşık oldukça şu üç yüz yıllık uzaklıktan kurtulamazsın. Onların da gönüllerinden öküzün hayali çıkmadıkça sahibi bir girdaba benzeyen o çölde kaldılar. Bu öküzü bir tarafa bırak, Allahdan sonsuz lütuflara ermiş, nihayetsiz nimetler görmüşsün. Fakat öküz tabiatlısın, onun için o büyük, büyük iyilikler, bu öküzün aşkı ile gönlünden gidiverdi.” (Mesnevî, c. VI, b. 1780-93).

[32] Bkz. Mesnevî, c. VI, b. 1790-3.

[33] Mesnevî, c. VI, b. 1250-8.

[34] Mesnevî, c. V, b. 2899.

[35] Dünyanın bir oyun/la’b ve eğlence/lehv olduğunu bildiren bu ifadeler En’am 6/32 ve Hadîd 57/20 ayetlerinden iktibâs edilmiştir.

[36] Sopa, insan aklını; bununla savaşmak da insanların akıllarıyla birbirlerine üstünlük sağlama mücâdelelerini sembolize etmektedir.

[37] Mesnevî, c. I, b. 3430-9.

[38] Mesnevî, c. VI, b. 4733-8.

[39] Mesnevî, c. VI, b. 4717-9.

[40] Mesnevî, c. III, b. 510-1.

[41] Mesnevî, c. V, b. 3342-4.

[42] Mesnevî, c. VI, b. 586-7.

[43] Bu teşviklerinden birinde şöyle der: “Ne iştesin sen? Seni ne diye satın alsınlar? Ne kuşusun sen? Seni ne diye yesinler? Bu değer bilmezlerin dükkânından vazgeç, yücel ‘Allah satın alır’ ihsânının dükkânına gel! Köhneliğinden kimsenin almadığı o kumaşı o kerem sahibi alır.” (Mesnevî, c. VI, b. 1264-6).

[44] Mesnevî, c. VI, b. 1291-2.

[45] Mesnevî, c. VI, b. 1287-90.

[46] Örnekler için bkz. Mesnevî, c. I, b. 2203-4.

[47] Beyitte “Hangi tarafa dönseniz Allah’ın vechi oradadır” ayetinden iktibâs yapılmıştır. (Bakara 2/115).

[48] Mevlânâ’nın her zerrede güneşin görülmesine ilişkin dile getirdiği husus son zamanlarda evren algısıyla ilgili ortaya çıkan deliller ile desteklenmektedir. Buna göre evrendeki her bir parça, sadece evrendeki diğer her şeyle ilintili olmakla kalmayıp, aynı zamanda gerçekte tüm evren, her bir parça içinde dürülüdür. (Walsh & Vaughan, age., ss. 32-3).

[49] İnsan/Adem kelimesinin lügatteki anlamlarından biri de göz bebeği/dide anlamına gelmektedir. (bkz. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, “e ne se” mad.) Beyitte bu mânâya işaret edilmektedir.

[50] Mesnevî, c. I, b. 1396-1407. Son beyit, İzbudak çevirisinde (Böyle adam Süleyman bile olsa karınca ondan iyidir” şeklinde verilmiş. (bkz. İzbudak çevirisi, Mesnevî, c. I, b. 1407) Yukarıdaki tercümede ise şu çevirilerden yararlanılmıştır. (Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. I, s. 427, b. 1432; bkz. Tahirü’l-Mevlevî, c. III, s. 735; Ken’an Rifaî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, s. 192, b. 1430).

[51] Mesnevî, c. IV, b. 1100.

[52] Mesnevî, c. III, b. 3699-3700. Son beyitteki ifade Meryem 19/18 ayetinden iktibâs edilmiştir.

[53] Mesnevî, c. V, b. 2662-6.

[54] Mesnevî, c. II, b. 1336-40.

[55] Mesnevî, c. II, b. 3355-7.

[56] Mesnevî, c. II, b. 3358.

[57] Mesnevî, c. II, b. 1948.

[58] Mesnevî, c. V, b. 2280-6.

[59] Mesnevî, c. IV, b. 1105-12.

[60] Bkz. Mesnevî, c. I, b. 1063-7.

[61] Mesnevî, c. I, b. 3458-61.

[62] Mesnevî, c. II, b. 1320.

[63] Mesnevi c.1 b. 2223 Nicholson nüshasında ve bu nüshadan çevrilen İzbudak (MEB) çevirisinde olmayan bu beyit, Konuk, Tahir el-Mevlevî ve Kenan Rifaî çevirilerinde mevcuttur. (bkz. Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, c. II, s. 96, b. 2260; Tahirü’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. IV, s. 1084, b. 2226; Ken’an Rifaî, Şerhli Mesnevî-i Şerif, s. 319, b. 2259).

[64] Bkz. Mesnevî, c. I, b. 1716.

[65] Mesnevî, c. I, b. 1925-7.