Mevlânâ’ya Göre İnsan ve Değeri
Dr.Hamdi Kızıler
Bütün evrenin kendisi için yaratıldığı1 ve yaratıcının kendisine halîfe seçtiği2 insan, değişik açılardan bakılabilecek kadar geniş ve farklı özellikte olması nedeniyle, bir çok ilim disiplini tarafından farklı yönü ile ele alınmış ve öyle değerlendirilmiştir. Mesela, genel anlamda ilim, insanı maddesi (fiziksel/biyolojik) yönüyle; sanat, duygusal yönüyle; felsefe, daha çok aklî yönüyle ele alarak değerlendirmişlerdir. Din ise, bütün bunlardan farklı olarak, insanı tüm yönleriyle dikkate alan yegane kurum olmuştur. Zira dinin insana bakışı, her şeyden önce seçiciliği ve tekâmülü esas alan, evrensel bir gerçeğe dayanmaktadır. Ona göre insan, cansızdan bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insana doğru gelişen varlıklar âleminin zirvesinde bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim, bütün varlıklarda olduğu gibi insanın da maddî3 yönünün bulunduğunu, ancak bunun yanında ilâhî4 yönüne dikkat çekerek, onu yüceltip üstün kılanın bu tarafı olduğuna vurgu yapmaktadır.
İnsan, tasavvuf düşüncesinde, vücûd şehrinde kendi varlık dairesini yok bilen, etrafındaki eşyadan Allah’ın azâmetini müşâhede eden “insan-ı kâmil” olarak idealleştirilmiştir. Bu tabir Kur’an-ı Kerim’de geçmediği gibi, ilk sûfîler tarafından da kullanılmamıştır. Önceleri insan-ı kâmil, mü’min-i kâmilin karşılığı olarak kullanılmış, özellikle İbn Arabî (ö. 638/1240)’den sonra bu tabire daha değişik manalar yüklenmiş ve tarih içinde bu çizgide gelişme göstermiştir.5 Mevlânâ’nın insan hakkındaki görüşlerine geçmeden önce, insan kelimesinin sözlük anlamını açıklamada fayda olacağı kanaatindeyiz.
Arapça “e-n-s” kök fiilinden türeyen “insan veya ins” kelimesi; şahıs, kabile, grup, bir şeyin ortaya çıkması, düşünen canlı, medenîlik, yakınlık, sevimli olmak, alışmak, unutmak, göz bebeği, siyah nokta, parmak ucu, düşünmek ve işitmek anlamlarına gelmektedir.6 Buradan çıkarılabilecek sonuca göre insan, aklını ve düşüncesini kullanarak, dışındaki objelere karşı medenî ve ilgili olabilen, görüp duyduğu şeylere alışabilen bir varlıktır diyebiliriz.
İslam düşünce tarihinde, insanla ilgili ilk bilgiler şüphesiz Kur’an’da görülür. Kur’an’ın bize verdiği bilgilere göre insan; “kendisine secde edilen”7, “Allah’ın halîfesi seçilen”8, “güzel mizac ve kabiliyetler verilen”9, “zayıf biçimde yaratılan”10, “nankör”11, “aceleci”12, “cimri”13, “tartışmaya düşkün”14, “zâlim, cahil”15, “hırslı”16, “Rabbine doğru çabalayıp duran”17 ve “en güzel biçimde yaratılan”18 şeklinde nitelendirilmektedir.
Bu âyetlerden hareketle Kur’an, insanın iki yönünü ortaya çıkarmaktadır. Bunlardan birincisi, insanın mükemmel yönüdür. İnsandaki bu mükemmellik onun manevî, ilâhî, sermedî, lâhutî, bâtınî ve hakikî niteliklere sahip olmasından dolayıdır. İkincisi ise, eksik yönüdür. Bu da maddî, bedenî, fânî, nasutî ve haricî niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bütün bunlara rağmen diyebiliriz ki Kur’an, insanın daha çok rûh taşımasından dolayı manevî yönüne dikkat çekmektedir. İlk dönem tasavvuf ehli tarafından, insanın bu birinci özelliği esas alınarak, nihaî hedef olarak “insan-ı kâmil” düşüncesi doğmuştur.
Şüphesiz Mevlânâ da diğer bir çok mutasavvıf gibi insanı her şeyin özü olarak görmektedir. Ona göre; “İnsan bir cevherdir, gökyüzü ise ona arazdır. Her şey parçadır, basamaktır. Maksatsa insandır”.19Mevlânâ’nın bu beytinde anlaşıldığı gibi, asıl maksat insandır. Diğer tüm varlıklar, insana ulaşmak için vardırlar. Hatta Mevlânâ, fizikî anlamda insana göre çok daha büyük ve ulaşılması zor olan gökyüzünün bile insana muhtaç olduğunu söylemektedir. Zira her şey insan için sonradan yaratılmıştır.
Mevlânâ, buradan hareketle “sana hizmet etmek, bütün varlık âlemine farzdır” 20 diyerek, “her şeyi insanın emrine ve hizmetine verdik” 21 ayetine atıfla, bütün varlıkların insana hizmet etmesinin zorunluluğuna dikkat çekmiştir. Mevlânâ, insanın “öz” olmasından dolayı, hiçbir araza muhtaç olmadığını, her şeyi ile tam donanımlı bir varlık olduğunu , şu sözü ile özetlemektedir: “Bir cevher, neden arazdan ihsan ister ki?” 22 Asıl olan fer’den yardım ve lütuf bekleyemez. Aksine fer’, her zaman asla muhtaçtır.
Sûfîlerden bazılarına göre, başta Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/921) olmak üzere, “Allah, Âdem’i kendi sûretinde yarattı.”23 hadîsinden yola çıkarak; ilâhî zâtın cevherinin sevgi olmasından dolayı, Allah kâinatı yaratmadan önce, sırf birlik halinde iken kendi zâtına aşıktı. İşte bu aşk sebebiyle Allah, kendi nefsinde kendisi için tecelli etmiştir. Ve bu sevgiyi zâhirî bir sûrette seyretmek istedi. Bunun üzerine Allah, kendi isim ve sıfatlarının hepsini ihata eden bir sûret vücûda getirmiştir ki bu sûret Adem’in sûreti idi. Böylece bu durum, Hz. Âdem ile başlamış, diğer nebîler ile Allah’ın velî kulları bu özelliği devam ettirmişlerdir.24 Esasen önceleri Hallâc tarafından dile getirilen bu anlayış, daha sonra İbn Arabî’nin “insan-ı kâmil” düşüncesine zemin hazırlamıştır.25
İnsanlardan bazıları, hadîste geçen “sûret” kelimesinden renk, şekil ve heyet gibi manalar
anlamışlardır. Ancak İmam-ı Gazzâlî (ö. 505/1111), bunların kastedilmediğini belirtmektedir. Ona göre
bu hadîs, insanın rûhu ile ilâhî rûh arasında cevherde, sıfatta ve fiillerde bir benzerliğin bulunması
şeklinde yorumlanmalıdır. Böylece insanın kendi bedenine, Allah’ın da âleme hakim olduğu sonucu çıkmaktadır.26
Mevlânâ, genel olarak insanın bu hakikatin pek farkında olmadığını esefle bildirmektedir:
“Akıl da, tedbir de, fikir de sana kuldur. Böyle iken sen neden kendini ucuza satıyorsun.” 27 Mevlânâ’ya göre, böyle yüce değerlere sahip bir varlık, şayet kendi değerlerinin ve cevherinin farkında değilse, bedbaht bir insandır ve kendisine gerçekten yazık etmiştir. İnsanın bu durumu, bilgisizliği ve gafleti yüzünden kavrayamadığını söyleyen Mevlânâ, şöyle devam etmektedir:
Zavallı insan, kendisini hakkıyla tanıyamadı, bilemedi. Fazîlet makamından geldi, lakin noksan âlemine düştü.
İnsan kendini ucuza sattı. Atlastı, kendini bir hırkaya yamadı gitti.
Yüz binlerce yılan ve dağ insanın hayranı iken, o niçin yılanın -mal ve mülkün- hayranı ve dostu oldu?
İnsan bir dağa benzer. Böyle sağlam iken insan nasıl aldanır, fitneye düşer de yılan gibi mal ve mülke hayran olur?28
Mevlânâ, insanın potansiyel olarak sahip olduğu fazilet ve değerlerin farkında olmadığını, çok kıymetli bir varlık iken kendisini bu suflî âlemde koruyamadığını vurgulamaktadır. Bu sebeple, zehrinden ve sinsiliğinden dolayı, insan için zararlı olan yılana benzettiği mal ve mülkün insanı mahvettiğini söylemektedir. Kıymetini bilemeyen insan, böylece değerini düşürmüş ve kendini ucuzlatmıştır. Oysa, insanın peşine düştüğü şeyler zaten emrine ve hizmetine verilmişti. Bunu kavrayamayan insan, hakim olması gereken yerde, kendisini mahkum haline getirmiştir.
Mevlânâ’nın “insan-ı kâmil” modeli ile idealleştirdiği insan hakkındaki bu görüşleri, mutasavvıflar tarafından, başta İbn Arabî (ö.638/1240) ve bu konuda müstakil eserler yazan Azizüddin Nesefî (ö.700/1300) ile Abdülkerim Cilî (ö.820/1417)’den etkilenerek, tasavvuf terminolojisinde şöyle özetlenmektedir: İnsan, Allah’ın yeryüzünde halîfesi olması itibariyle, O’nun bütün isim ve sıfatlarına mazhar olan hazarât-ı hams ve merâtib-i vücûdu kendinde toplayan kişiye denmektedir. O, Allah ile âlem arasında, zâhir ile bâtın arasındadır. O, bütün ilâhî kemâl manaları kendinde gerçekleştiren kişidir. Âlem bir ayna gibidir, o bu aynanın cilasıdır. Âlem önce rûhsuz bir karaltı şeklindeydi, cilasız bir aynaydı. Bu aynayı cilalamak için Allah insanı yarattı. Böylece bu aynanın cilası ve rûhu olmuştur.29
Mevlânâ, böyle ideal bir mahiyete sahip insanı daha iyi anlaşılır tarzda izah edebilmek için, mâsivâ âleminden seçtiği bir takım teşbih ve metaforlara başvurmak suretiyle, insan-ı kâmil olmayanları henüz olgunlaşmamış ham meyveye benzeterek şöyle ifade eder:
Ey kerem sahibi dinleyiciler; bu dünya bir ağaca benzer. Biz de onun üstünde tam olgunlaşmamış meyveler gibiyiz.
Ham meyveler ağacın dallarına daha iyi yapışmışlardır. Oradan kolay kolay kopmazlar. Çünkü ham meyve,
saraya ve köşke layık değildir.
Ancak meyve olgunlaşıp tatlılaşınca ve görenlerin hoşuna gidince, dalları gevşek tutarlar, hemen düşüverirler.
O saadet ve ikbalden adamın ağzı tatlanınca, insana dünya mülkü soğuk gelir.
Dünya dalına sıkı sıkı sarılmak ve bir şeyde taassup göstermek hamlıktır. 30 Görüldüğü gibi Mevlânâ, dünyayı ağacın dallarına, insanı ise meyvelerine benzetmektedir. Olgunlaşmamış meyveler ağacın dallarına daha sıkı yapışıktırlar, koparılmaları zordur. Eğer insan da kemâl derecesine ulaşamamış ise, olgunlaşmamış meyve gibidir. Dünyaya sıkıca sarılıp ondan bir türlü kopmak istemez. Ne zaman ki olgunlaşır, yani nefsin mertebelerini aşar ise, işte o zaman dünyaya karşı ilgisi azalacak ve nihayetinde kopması kolay olacaktır. Böylece -saraya layık olarak- Allah’ın huzuruna kemal seviyesinde çıkacaktır.31
Mevlânâ, insanın Allah’ın isim ve sıfatlarına mazhar olacak kadar yüce ve bu âlemde her şeyin özü olmasından dolayı, “ahsen-i takvîm” sırrına mazhar olmayı hak eden yegane varlık olduğunu şu ifadelerle anlatmaktadır:
Ve’t-tîn sûresindeki “Biz insanı en güzel şekilde yarattık.” âyetini oku. Ey dost, en değerli inci candır.
En güzel sûrette olan insan, hem arşın hem de düşüncenin üstündedir.
Bu paha biçilmez şeyin değerini söyleyecek olursam ben de yanarım, duyan da yanar.32 İnsanın “ahsen-i takvîm” üzere yaratılmasını iki yönlü olarak düşünen Mevlânâ, insanın hem maddî hem de manevî olarak en güzel şekilde yaratıldığını söylemektedir. Müfessirlerden bir çoğu, insanın en güzel biçimde yaratılmasını, Mevlânâ’nın dediği gibi yorumlamışlardır. Müfessirlere göre, insanın boyunun dosdoğru olması, iki ayaklı olması, organlarının birbirileriyle uyumlu olması, sûretinin güzel yaratılmış olması, gençliği ve bedenî kuvveti… onun en güzel biçimde yaratılmış olduğunun açık delilleridir. Bazı müfessirler “takvîm” kelimesini güzel sûret olarak yorumlamışlardır.33
Mevlânâ, genel olarak mahlûkatı melekler, insanlar ve hayvanlar olmak üzere üç gruba ayırmaktadır. Melekler tamamen ulvî, hayvanlar ise süflî âleme aittirler. Bu sebeple birbirilerinin durumundan haberdar değildirler. Oysa insanlar, her iki âlemden de özellikler taşıdığından, hem meleklerin hem hayvanların makam ve durumundan haberdardırlar. Mevlânâ bu durumu şöyle izah etmektedir:
Hadiste vârid olmuştur ki, Allah mahlûkatı üç türlü yaratmıştır.
Bunlardan bir kısmı tamamıyla akıldan, bilgiden ve cömertlikten ibarettir. Bunlar meleklerdir. Allah’a secde
etmekten başka bir şey bilmezler.
Yaratılışlarında hırs ve heva yoktur. Onlar mutlak nurdurlar ve Allah aşkıyla yaşarlar.
Diğer bir kısmı bilgisizdir… hayvan gibi ot yer ve semirirler.
Onlar, ahırdan ve ottan başka bir şey görmezler. Kötülükten de gafildirler, yücelikten ve iyilikten de…
Mahlûkatın üçüncü kısmı ise Ademoğullarıdır, insanlardır. Bunlar yarı yaratılışları bakımından melektirler, yarı
yaratılışları bakımından da eşektirler.
İnsan yarısı ile süflîyyete, yarısı ile de akıl ve ulvîyyete maildir.
İlk iki kısım -yani meleklerle hayvanlar- uğraştan ve savaştan uzak, rahat ve huzur içindedirler. Fakat üçüncü
kısım -yani insanlar- ise her ikisine de aykırıdır ve azap içindedir. 34 Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı gibi Mevlânâ, insanda iki yön bulunduğunu vurguladıktan sonra, onu fizikî âlem ile metafizik âlem arasına yerleştirmektedir. İnsanın fizikî âlemle irtibatlı yönü onun hayvanlık yönüdür. Gıdası, nefsi ve arzuları bu yönü ile tatmin olur. İnsanın gerçek yönü, özü veya insanlık cephesi ise, onun manevî yönünü oluşturmaktadır ve onu metafizik âlemle irtibatlandırmaktadır. İşte bu insanın meleklik yönünün varlığından kaynaklamaktadır. Bu cephenin gıdası ise iman, ibadet, ilim, hikmet ve Allah aşkıdır.35
Mevlânâ, ayrıca insanı da dünyadaki imtihan bakımından kendi içinde üç gruba ayırmaktadır:36
Bu insan da sınama yüzünden kısımlara ayrılmıştır. Hepsi insan şeklindedir ama üç kısımdır:
Bir kısmı mutlak varlık olan Allah’a dalmış, kendini kaybetmiş olanlardır. Bunlar İsa gibi meleklere
katılmışlardır.
Bunlar sûrette insandır, fakat hakikatte Cebrail, yani melektir. Kızgınlıktan, heva ve hevesten, dedikodudan
kurtulmuşlardır.
İkinci kısmı eşeklere dahil olmuşlardır. Bunlar gazaplanırlar, tepeden tırnağa kadar şehvet kesilmişlerdir.
Üçüncü bir kısmı kaldı ki o kısma dahil olanlar insanların bazıları ile çatışırlar, yarı hayvan yarı insandır.37
Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı gibi Mevlânâ, üç kategoriye ayırdığı insanın birinci grubunu, Hz. İsa gibi meleklik vasfı ağır basan, sürekli istiğrak halinde olan ve sûreten insan fakat sîreten melekler âlemine mensup olanlar şeklinde telakki etmektedir. Bunlar, bir kısım insanî özellikleri kendi çaba ve uğraşları neticesinde aşmışlardır. Kendilerini tamamen Allah’a adamışlar, nefsin heva ve heveslerinden kurtulmuşlardır. İnsanların bu birinci grubunu, tasavvuf terminolojisindeki “insan-ı kâmil” olarak düşünmek mümkündür. İkinci grubu oluşturan insanlar ise, hayvanlar gibi gazap ve şehvet sıfatları ağır bastığından, nefislerinin esiri olmuşlardır. Aslında bunların da meleklik sıfatları vardı, ancak onu kendi süflî emelleri uğruna köreltmişler ve onun yerine hayvanî tarafları kendilerine hakim olmuştur. Bu gruba giren insanlar, karşılarına çıkan nefsânî tuzaklara karşı mücadele etmek yerine, gerçek benliklerinin ortaya çıkmasına engel olan dünyevî işlerde zevk ve sefaya dalmayı tercih etmişlerdir. Muhtemelen bunlar, iman nurundan mahrum olan insanlardır. Üçüncü kısım insanlar ise, hem hayvan hem de insan vasıflarını beraberce taşıyan gruptur. Bunların hayvanlık sıfatı ile meleklik sıfatı sürekli birbiriyle çatışma halindedir. Biri ötekini her zaman eleştirir. Bu kategoride, nefs-i levvâme mertebesinde bulunan mü’min insanların anlatıldığını düşünmek mümkündür.
Dikkat edilirse Mevlânâ, insanı komplike, zıtları benliğinde toplayan ve bunlardan dilediğini kullanabilen bir varlık olarak görmektedir. Ona göre insan, hayatı bizzat yaşayan ve benliğini fiil halinde hür iradesiyle ortaya koyabilen bir yapıya sahiptir. Bu sebeple insan, diğer tüm varlıklar arasında farklı bir dereceye konulmuş ve “kerremnâ” sırrına mazhar olmuştur. Bu durumu Mesnevî’de ve Divan-ı Kebîr’de şöyle dile getirir:
Âdem, “kerremnâ”38 sıırına dilediğini yapabilme kudretiyle erişti. Fakat insanların yarısı bal arısı, yarısı yılan
oldu.
İnsanlardan mü’min olanlar, bal arısı gibi bal madeni oldular. Kafirler ise yılan gibi zehir madeni.39
İslere bulanmış tencere gibi tutmaç peşindesin. Nerede “kerremnâ” sırrına mazhar oluşundan doğan ululuk, nerede
padişahça himmet, gayret?40 Müfessirler, bu âyet-i kerîmeyi daha çok insanın maddî üstünlüğüne vurgu yaparak yorumlamaya çalışmışlardır.41 Oysa Mevlânâ, insanın manevî yönünü gözönüne almış ve o açıdan değerlendirmiştir. Zira insan, kozmik anlam ve önemi olan bir varlıktır. İnsan aracılığı ile yaratıcı iradenin mekan ve zamanda gerçekleşebildiği tek varlıktır.
Sonuç olarak Mevlânâ, insanı tüm âlemin özü ve yüce değerler manzumesine sahip bir varlık olarak görmektedir. Varlıkların yaratılışında bir sıralama vardır. Cansızdan bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insana… İşte insan bu sıralamanın zirvesinde bulunan bir varlıktır. Bundan dolayı yüce Allah insana sayısız lütûf ve ihsanda bulunmuş, onu kerem sahibi yapmıştır. Mevlânâ’ya göre, insanın bu dünyada görünmesindeki maksat, yüce Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği bir ayna olmasından dolayıdır. Yüce Allah, insanın varoluş gayesini gerçekleştirebilmesi için, en güzel ve en mükemmel biçimde yaratmıştır. Ona kendi rûhundan üflemiştir. Onu zeka, akıl, anlayış, kavrayış, özellikle kendi benliğini ortaya koyabileceği ve bu sayede diğer tüm varlıklardan daha üstün olabileceği irade ile donatmıştır. İnsan, manevî özellikler ile maddî özellikleri kendisinde birleştiren komplike bir varlıktır. Ancak ayrı ayrı bunların hiç biri değildir. Bunların birleşmesiyle ortaya çıkan varlık âleminin çok özel bir cevheridir. Bu sebeple öz itibariyle kâinatın “özü”nü temsil etmektedir. Yaratıcı, insanı esas alarak varlık âlemini dizayn etmiştir. Her şey insan için bir vasıtadır, insan ise gayedir. Yarattığı diğer varlıkları insanın emrine ve hizmetine vermiştir. Sahip olduğu bu potansiyelleri iyi ve doğru şekilde kullanabilen insan, kemâl seviyesine ulaşarak, eşyanın hakikatini çözebilecek hale gelecektir. Böylelikle, zaman ve mekana bağlanan bedenle, onun besleyici unsurlarının tasallutundan kurtularak Allah’a kavuşur. Zira Allah’tan geldiği gibi saf ve temiz olması insan için nihaî hedef olmalıdır.
1 Bakara, 29; Lokmân, 20.
2 Bakara, 30; En’am, 165.
3 İnsanın toprak/su/çamurdan yaratıldığına dair bkz. En’âm, 2; Hicr, 26; Meryem, 20; Mü’minûn, 12; Furkan, 54; Necm, 45-46; Fâtır, 11, Sa’d, 71; Mü’min, 67; Mürselât, 20-23.
4 İnsanın Allah’tan kendisine rûh verildiğine dair bkz. Hicr, 29; Sa’d, 72.
5 Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergah Yayınları, İstanbul 1998, s.141; Yılmaz, Hasan Kamil, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 1994, s.328.
6 İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Muhammed, Lisânu’l-Arab, Beyrut 1990, c.I, ss.147-150; Râgıbel-Isfahânî, Hüseyin b. Muhammed, el- Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, Dâru Kahramân, İstanbul 1986, s.34; Tehânevî, Muhammed A’lâ b. Ali, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, Beyrut trs., c.I, ss.277-280; Cevherî, İsmail b. Hammâd, es-Sıhah (Tâcu’l-Luga ve Sıhahu’l-Arabiyye), Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Mısır trs., c.III, ss.904-906; İbn Fâris, Ebû’l-Hüseyin, Mu’cemu Makâyısı’l-Luga, Dâru’l-İhyâi’l-Kütübi’l-Arabî, Kahire 1366, c.I, s.145; Komisyon, el-Müncid fi’l-Lügati ve’l-A’lâm, Dâru’l-Meşrik, Beyrut 1986, s.19; Komisyon, el-Mu’cemu’l-Vasît, Dâru’d-Da’ve (Çağrı Yayınları), İstanbul 1986, s.29; Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber Yayıncılık, Ankara 1997, s.398; Doğan, D. Mehmed, Büyük Türkçe Sözlük, Birlik Yayınları, İstanbul 1986, s.471; krş. için bkz. Bardakçı, Mehmet Necmettin, Sosyo – Kültürel Hayatta Tasavvuf, Fakülte Kitabevi, Isparta 2000, s.128.
7 Bakara, 34; Hicr, 29; Sa’d, 72.
8 Bakara, 30; En’am, 165.
9 İsrâ, 70.
10 Nisâ, 28.
11 İbrahim, 34; İsrâ, 67; Hac, 16; Şûrâ, 48; Zuhruf, 15; Âdiyât, 6.
12 İsrâ, 11.
13 İsrâ, 100.
14 Kehf, 54.
15 Ahzâb, 72.
16 Meâric, 19.
17 İnşikâk, 6.
18 Tîn, 4.
19 Mevlânâ, Celâleddin Muhammed b. Muhammed b. El-Hüseyin el-Belhî er-Rûmî, Mesnevî, çev.: Veled İzbudak, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1990, c.V, 3575.
20 Mevlânâ, Mesnevî, c.V, 3577.
21 Câsiye, 13.
22 Mevlânâ, Mesnevî, c.V, 3577.
23 Buhârî, İsmail b. İbrahim, Sahîhu’l-Buhârî, el-Mektebetü’l-İslâmiyye, İstanbul trs., İsti’zân, 1; Müslim, Ebû’l-Hüseyin el-Kuşeyrî b. El-Haccâc, Sahîhu Müslim, Dâru’l-Kalem, Beyrut 1987, Cennet, 28; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut 1991, c.II, 244, 251; Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ, Beyrut 1351, hadis no: 1215.
24 Konuk, Ahmet Avnî, Füsûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, hazırlayanlar: Mustafa Tahralı – Selçuk Eraydın, İstanbul 1987-1990, c.I, s.169; Cilî, Kutbuddin Abdülkerim b. İbrahim b. Abdülkerim, İnsan-ı Kâmil, çev. Abdülaziz Mecdi Tolun, hazırlayanlar: Selçuk Eraydın-Ekrem Demirli-Abdullah Kartal, İz Yayıncılık, İstanbul 1998, s.212; Afîfî, Ebu’l-Alâ, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, çev. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul 2000, ss.57 vd.; Düzen, İbrahim, Aziz Nesefî’ye Göre Allah-Kainat-İnsan, Furkan Yayınları, İstanbul 2000, s.235. Ayrıca bu hadîsin yorumları için bkz. İbn Arabî, Muhyiddin, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, Beyrut trs., c.II, ss.160-161, 246; a.mlf., Tedbîrât-ı İlâhiyye, tercüme ve şerh: Ahmed Avni Konuk, haz.: Mustafa Tahralı, İstanbul 1992, ss.19, 25, 76, 79, 234 ve 263. Sadreddin Konevî (ö. 673/1274)’ye göre, âlemin her parçası Allah’ın isim ve sıfatlarından birine delâlet etmektedir. Allah, insan-ı kâmili rûhu, manası ve mertebeleriyle kendisine tam bir alâmet yapmıştır. İnsan her şeyin nüshasıdır. Onda her şeye delâlet etme gücü ve mertebesi vardır. O her şeyi kapsamıştır. Onu tam bir bilgi ile dolayısıyla bilir. Bkz. Ateş, Süleyman, İşârî Tefsir Okulu, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1998, s.264.
25 Afîfî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, ss.57-58; Düzen, Allah-Kâinat-İnsan, s.235; Yılmaz, H. K., Tasavvuf ve Tarîkatlar, s.328.
26 Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Matbaatu’l-Osmâniyye, Mısır 1933, c.IV, ss.44, 460.
27 Mevlânâ, Mesnevî, c.V, 3576.
28 Mevlânâ, Mesnevî, c.III, 1000. Psikolog Erich Fromm, insanın mutlu olması ile sahip olması hakkında şöyle demektedir: “Endüstri çağı başladığından beri insanlar, herkes bolluk ve konfor içinde yaşarsa, bireyin sıkıntısız bir mutluluk duygusuna kapılacağını sanıyorlardı. Ancak gelinen nokta, bu bakış açısının doğru olmadığın ortaya koymuştur. O halde insanın mutlu ve huzurlu olabilmesi, bir çok düşünürün de dile getirdiği gibi, “sahip olması”nda değil, “olması”nda yatmaktadır. Erich Fromm, bu konuda Meister Eckhart’ın; ‘rûhsal zenginlik ve güçlülüğe erişmenin tek çaresi, hiçbir şeye sahip olmamak, kendini açık ve boş yapmaktır. Yani gerçek benliğe giden yolun önünü kapatmamaktır’ görüşüne katıldığını ifade etmektedir. Bkz. Fromm, Erich, Sahip Olmak ya da Olmamak, çev.: Aydın Arıtan, Arıtan Yayınları, İstanbul 1997, ss.7-44. Krş için bkz. Gül, Halim, Mesnevî’de Kur’anî Refaranslar ve Kur’an Ayetlerine Getirilen İşârî Yorumlar, Basılmamış Doktora Tezi, AÜSBE, Ankara 2003, s.212.
29 İbn Arabî, Muhyiddid, Füsûsu’l-Hikem, Şevki Bey Matbaası, İstanbul 1287, s.49; Azizüddin Nesefî, İnsan-ı Kâmil (Tasavvufta İnsan Meselesi), çev.: Mehmet Kanar, Dergah Yayınları, İstanbul 1990, ss.14 vd.; Abdülkerim el-Cilî, İnsan-ı Kâmil, çev.: Abdülkadir Akçiçek, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1980; ss.29-30, 212; Afîfî, Tasavvuf (İslam’da Manevî Hayat), çev.: Ekrem Demirli-Abdullah Kartal, İz Yayıncılık, İstanbul 1999, ss.89 vd., Düzen, Aziz Nesefî’yeGöre Allah-Kainat-İnsan, s.237; Kara, Tasavvuf ve Tarîkatlar, s.142; Yılmaz, H. K., Tasavvuf ve Tarîkatlar, s.328; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s.398; Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1999, ss.269-270.
30 Mevlânâ, Mesnevî, c.III, 1293 vd.
31 Krş için bkz. Gül, Mesnevî’de Kur’anî Refaranslar, s.213.
32 Mevlânâ, Mesnevî, c.VI, 1005 vd.
33 Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân fî Te’vîli’l-Kur’an, Beyrut 1992, c.XXX, ss.238-249; Begavî, Hüseyin b. Mesûd ei-Ferraî Ebû Muhammed, Me’âlimu’t-Tenzîl, Beyrut 1987, c.IV, s.504; Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, el-Fethu’l- Kadîr Câmiubeyne Fenni’r-Rivâyeti ve’d-Dirâyeti min İlmi’t-Tefsîr, Beyrut trs., c.V, ss.465-466; Beydâvî, Tefsîr, Beyrut 1997, c.V, ss.507-508; İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, Beyrut 1401, c.IV, s.528; Kurtûbî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut 1372, c.XX, ss.114-116; Âlûsî, Şihâbuddin es-Seyyid Mahmûd, Rûhu’l-Meânî fî Tefsîri’l-Kur’ani’l-Azîm ve’s-Seb’i’l-Mesânî, Beyrut 1985, c.XXX, ss.175-177; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul trs., c.VIII, ss.5935-5938.
34 Mevlânâ, Mesnevî, c.IV, 1497 vd.
35 Günümüzde bilimin ulaştığı nokta, Mevlânâ’nın söylediklerini teyid etmektedir. İnsanı, hayvanın gelişmiş bir türü olarak gören Darwin kaynaklı bir görüş, yine aynı kültürden beslenen Max Scheler ve Erich Fromm gibi düşünürler tarafından eleştirilerek, insanın mahiyet olarak farklı bir varlık olduğunu savunmuşlardır. (Bkz. Fromm, Erich, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, çev.: Şükrü Alpagut, Payel Yayınları, İstanbul 1993, ss.289-294.) Yine ünlü varoluşçu Karl Jaspers de, insanın sadece biyolojik bir varlık olarak görülemeyeceğini, her ne kadar psiko-fizik olarak hayvan türlerinden biri olsa bile, hayvanlar gibi sorumsuz olmadığını, hür iradeye sahip olduğunu, bu nedenle melekler karşısında da seçkin olabileceğini söylemektedir. Bkz. Jaspers, Karl, Kleine Schule des Philosophischen Denkens, Zürich 1985, s.57; Çiçek, Hasan, Karl Jaspers’in Siyaset Anlayışı, AÜSBE, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 2003, s.101; Gül, Mesnevî’de Kur’anî Refaranslar, s.214.
36 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev.: Meliha Ülker Anbarcıoğlu, MEB Yayınları, İstanbul 1990, s.30.
37 Mevlânâ, Mesnevî, c.IV, 1505 vd.
38 İsra, 70. Mevlanâ’nın işaret ettiği âyet şöyledir: “Andolsun biz, Âdemoğullarına çok ikram ettik…”
39 Mevlânâ, Mesnevî, c.III, 3291 vd.
40 Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, haz.: Abdülbaki Gölpınarlı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000, c.II, s.246.
41 Taberî, Câmiu’l-Beyân, c.VIII, s.115; Kurtûbî, Tefsîru Kurtûbî, c.X, ss.190-191.
KAYNAKÇA
Abdülkerim el-Cilî, İnsan-ı Kâmil, çev.: Abdülkadir Akçiçek, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1980.
Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ, Beyrut 1351.
Afîfî, Ebu’l-Alâ, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, çev. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul 2000.
Afifî, Ebu’l-Alâ, Tasavvuf (İslam’da Manevî Hayat), çev.: Ekrem Demirli-Abdullah Kartal, İstanbul 1999.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut 1991.
Âlûsî, Şihâbuddin es-Seyyid Mahmûd, Rûhu’l-Meânî fî Tefsîri’l-Kur’ani’l-Azîm ve’s-Seb’i’l-Mesânî, Beyrut 1985.
Ateş, Süleyman, İşârî Tefsir Okulu, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1998.
Azizüddin Nesefî, İnsan-ı Kâmil (Tasavvufta İnsan Meselesi), çev.: Mehmet Kanar, İstanbul 1990.
Bardakçı, Mehmet Necmettin, Sosyo – Kültürel Hayatta Tasavvuf, Fakülte Kitabevi, Isparta 2000.
Begavî, Hüseyin b. Mesûd ei-Ferraî Ebû Muhammed, Me’âlimu’t-Tenzîl, Beyrut 1987.
Beydâvî, Tefsîr, Beyrut 1997.
Buhârî, İsmail b. İbrahim, Sahîhu’l-Buhârî, el-Mektebetü’l-İslâmiyye, İstanbul trs.
Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber Yayıncılık, Ankara 1997.
Cevherî, İsmail b. Hammâd, es-Sıhah (Tâcu’l-Luga ve Sıhahu’l-Arabiyye), Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Mısır trs.
Cilî, Kutbuddin Abdülkerim b. İbrahim b. Abdülkerim, İnsan-ı Kâmil, çev.: Abdülaziz Mecdi Tolun, hazırlayanlar: Selçuk Eraydın-Ekrem Demirli-Abdullah Kartal, İz Yayıncılık, İstanbul 1998.
Çiçek, Hasan, Karl Jaspers’in Siyaset Anlayışı, AÜSBE, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 2003.
Doğan, D. Mehmed, Büyük Türkçe Sözlük, Birlik Yayınları, İstanbul 1986.
Düzen, İbrahim, Aziz Nesefî’ye Göre Allah-Kainat-İnsan, Furkan Yayınları, İstanbul 2000.
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul trs.
Fromm, Erich, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, çev.: Şükrü Alpagut, Payel Yayınları, İstanbul 1993.
Fromm, Erich, Sahip Olmak ya da Olmamak, çev.: Aydın Arıtan, Arıtan Yayınları, İstanbul 1997.
Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Matbaatu’l-Osmâniyye, Mısır 1933.
Gül, Halim, Mesnevî’de Kur’anî Refaranslar ve Kur’an Ayetlerine Getirilen İşârî Yorumlar, Basılmamış Doktora Tezi, AÜSBE, Ankara 2003.
İbn Arabî, Muhyiddid, Füsûsu’l-Hikem, Şevki Bey Matbaası, İstanbul 1287.
İbn Arabî, Muhyiddin, el-Futûhâtu’l-Mekkiyye, Beyrut trs.
İbn Arabî, Tedbîrât-ı İlâhiyye, tercüme ve şerh: Ahmed Avni Konuk, haz.: Mustafa Tahralı, İstanbul 1992.
İbn Fâris, Ebû’l-Hüseyin, Mu’cemu Makâyısı’l-Luga, Dâru’l-İhyâi’l-Kütübi’l-Arabî, Kahire 1366.
İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, Beyrut 1401.
İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Muhammed, Lisânu’l-Arab, Beyrut 1990.
Jaspers, Karl, Kleine Schule des Philosophischen Denkens, Zürich 1985.
Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergah Yayınları, İstanbul 1998.
Komisyon, el-Mu’cemu’l-Vasît, Dâru’d-Da’ve (Çağrı Yayınları), İstanbul 1986.
Komisyon, el-Müncid fi’l-Lügati ve’l-A’lâm, Dâru’l-Meşrik, Beyrut 1986.
Konuk, Ahmet Avnî, Füsûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, hazırlayanlar: Mustafa Tahralı – Selçuk Eraydın, İstanbul 1987-1990.
Kurtûbî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut 1372.
Mevlânâ, Celâleddin Muhammed b. Muhammed b. El-Hüseyin el-Belhî er-Rûmî, Mesnevî, çev.: Veled İzbudak, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1990.
Mevlânâ, Divân-ı Kebîr, haz.: Abdülbaki Gölpınarlı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000.
Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev.: Meliha Ülker Anbarcıoğlu, MEB Yayınları, İstanbul 1990.
Müslim, Ebû’l-Hüseyin el-Kuşeyrî b. El-Haccâc, Sahîhu Müslim, Dâru’l-Kalem, Beyrut 1987.
Râgıb el-Isfahânî, Hüseyin b. Muhammed, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, Dâru Kahramân, İstanbul 1986.
Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, el-Fethu’l-Kadîr Câmiu beyne Fenni’r-Rivâyeti ve’d-Dirâyeti min İlmi’t-Tefsîr, Beyrut trs.
Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân fî Te’vîli’l-Kur’an, Beyrut 1992.
Tehânevî, Muhammed A’lâ b. Ali, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, Beyrut trs.
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1999.
Yılmaz, Hasan Kamil, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 1994.
#Hamdi Kızıler