MEVLÂNA’YA GÖRE NEFİS-AKIL-AŞK ÜÇGENİ “İnsân-ı Kâmil Yolu”
Nuri ŞİMŞEKLER
Mevlâna’nın eserlerinden ve onun yaşam tarzından bir cümle olarak ana fikir çıkarmak istersek o da şüphesiz bir canavar misali olan ve büyüklerin cihâd-ı ekber; yani en büyük savaş olarak nitelendirdikleri nefisle, akılla olan savaş ve buradan elde edilecek galibiyet sonucu ulaşılacak aşk neticesiyle, insân-ı kâmil, yani olgun insan olmaktır. Şu günlerde kutladığımız 731. Vuslat Yıldönümünü anısına kaleme alınan bu kısa yazımızda, nefis–akıl–aşk üçgeniyle ulaşılacak olan Mevlâna’nın hedefini ve insanlara vermek istediği mesajı aktarmaya çalışacağız.
Mevlâna, aşırı istek olarak niteleyebileceğimiz şehveti “Bazen melekler bizim temizliğimizi kıskanır, bazen de şeytanlar kötülüğümüzden kaçarlar” diyerek olması, yada olmaması gereken haline dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur: “Sende bir hayvan, bir şeytan, bir de rahman sıfatı var. Hangisinden sayılırsan kıyamet günü ona katılırsın.” Yine Mevlâna’ya göre insanın asıl gıdası Allah nurudur. Yeryüzündeki gıdalar hayvanlara mahsustur. Fakat nefsine çokça uyan insanlar bu gıdaları çokça tüketerek, göklerin gıdasını unutmaktadırlar.
Mevlâna’nın eserlerindeki ana temalardan biri de akıl, akılla savaşve aklı yerinde kullanmaktır. Mutasavvıflara göre; eğer akıl nefsin hizmetinde bulunursa büyük bir kusur; gönlün hizmetinde olduğu zaman ise insanın kılavuzudur. Mevlâna’ya göre de akıl, bu dünya işlerini yürütmede gereksinim duyduğumuz bir yol gösterici; fakat ilâhi yolda ilerlemede ise bir engeldir. Çünkü Allah’ın emir ve yasaklarını akılla ölçmek yersizdir. Eğer böyle olursa filozofların; yani her şeyde somut delil arayanların yolunda gidilir ve yarı yolda kalmak kaçınılmaz olur. Örneğin; namaz ibadetini bedenin hareketi ve egzersizinden ibaret görmek veya orucun vücut sağlığını korumada büyük bir rolü olduğunu söyleyip, bu ibadetlerin mânevi tadını ön plana çıkarmamak filozofların ve onlar gibi düşünenlerin tarzıdır; yani akılla değerlendirme yapmaktır. Ama bu dini gerekleri, sonucu her ne olursa olsun Allah’ın emr-i ilâhisi olduğunu düşünerek eda etmek ise Mevlâna ve onun gibi düşünenlerin üslubudur. Yani aklı bir kenara koyarak tam bir teslimiyet halidir.
Mesnevî’sinde “Filozof aklına güvendi, kendini düşünce ile öldürdü. Bırakın o nereye giderse gitsin. Zaten hakikat definesi onun arkasında kaldı.” diyen Mevlâna “Biz neden uzaklara gidiyoruz. Allah bize şah damarımızdan daha yakın değil mi?”buyurarak kendini tamamen felsefeye kaptıranları eleştirir. Ayrıca bu tür insanları Allah yolunda akıl ile hareket ettikleri için şaşıya benzeterek bir şiirinde şöyle der:
“Kimde uzun uzadıya düşüncelere dalan akıl varsa, onun önüne pek çok baş döndürecek olaylar çıkar; onu şaşırtır, yanıltır.
Allah yolunda, aşk yolunda bir işe yaramayan aklın uzun düşüncelere dalması yüzünden kimisi kendini felsefeye kaptırmıştır …
Akılda hakikat nurunu görme gücü yoktur. Sen git onu görmek için başka bir göz ara! Gönül gözü ara!
Felsefecinin iki gözü de şaşıdır. Onun için Allah’ı bir göremiyor.
Ey Allah’a inanan Mü’minler! Aklınızı başınıza alın. Bu filozofluk damarı, bu felsefeye inanış sizde de var…”
Mevlâna, nefsin emrinde olmayan gerçek aklı ise övmekle bitiremez ve Peygamber Efendimizin (S.A.V.) bir hadis-i şeriflerine değinerek Mesnevî’sinde, gerçek aklı şu beyitlerle dile getirir:
“O yüce peygamber ‘akıl, namazdan da oruçtan da yeğdir’ diye ne güzel buyurmuştur.
Çünkü akıl cevherdir, özdür. Diğerleri ise geçicidir. Namaz ve oruç akıllar için farz olunmuştur.”
“Akıl” kelimesi Arapça asıllı olup “köstek, engel” manasına gelen “ikâl” kökünden türemiştir. İşte baştan beri arz etmeye çalıştığımız bu engel, gerektiği gibi kullanılmazsa insanı Allah yolundan alı koyar ve gerçek amacına ulaşmasını engeller.
Yazımızın bu son bölümünde, hemen hemen her konuda fikir beyan etmiş, bizlere ve tüm dünya insanlarına yol göstermeye çalışmış olan Mevlâna’yı eserlerinde ana temayı oluşturan konularla anlatmaya devam edelim. Nefis ve akıldan sonra bu ikisini olumlu bir şekilde kullanarak ulaşılacak yola gelelim. Bu da “… biz aşkın evlatlarıyız, anamız da aşktır bizim ” diyen Mevlâna’nın yolu, aşk yolu olsun.
Malum olduğu üzere Türkçe’mizde “sevi” kelimesiyle karşıladığımız aşk, bir şeye karşı duyulan aşırı bağlılık, sevgi, istek demektir. Aşk bu dünyaya ve uhrevî hayata ait olmak üzere iki çeşittir. Aşk-ı mecâzî, aşk-ı ilâhî. Aşk-ı mecâzî dünya nimetlerine ve zevklerine duyulan bir aşktır ki, Mevlâna’ya ve diğer mutasavvıflara göre aşağılık ve geçici bir bağlanmadır. Yine Mevlâna’ya göre asıl tutulması gereken yol ilâhi aşktır. Yani Allah’a duyulması gereken sevgi ve muhabbettir. “Aşk, kimseye ihtiyacı olmayan Allah’ın sıfatlarındandır, ondan başkasına aşık olmak mecazi aşktır; gelip geçici bir hevestir” diyen Mevlâna’ya göre; Allah’tan başka her şey yok olacağı için, yok olan şeylere duyulan aşk da gerçek aşk olmayacaktır. Yani yok olan şeylere bağlanmak boştur.
Gerçek aşkı bu şekilde tarif eden Mevlâna, şiirlerinde de kendi aşkını sık sık dile getirir ve şöyle der:
“Berrak sudan daha temiz bir aşkım var. Bu aşk oyunu şehvetle ilgili olmadığı için bana haram değildir.
Aşk başkalarını şekilden şekle sokar, hâlden hâle kor.
Halbuki benim aşkım geçici olmadığı gibi sevgilime de zevâl yoktur. O ölümsüzdür.”
Yine başka bir şiirinde, aşkı şöyle yüceltir:
“Biz ilacımızı aşkta bulmuşuz.
Her an kanımızı aşk uğruna saçmışız.
Bizim her nefesimiz aşka doğru gider.
Her nefesimizde aşk kendi nefesini bulur.
Aşk, nefesini bizimle alır, bizimle verir.”
Kendi aşkını bu şekilde tarif eden Mevlâna, yine ilahi aşkı tarif ederken şu cümlelere yer verir:
“Aşk göklere uçmak, her an yüzlerce perdeyi yırtmaktır.
Aşk öncelikle kendini nefsin isteklerinden kurtarmak, nefsânî yollardan yürümekten vazgeçip, dünya nimetlerini görmezlikten gelmektir.
Aşk, geldiği ve tekrar döneceği mekânı düşünmesi ve insanın kendini tanımaya çalışmasıdır.”
Yine Mevlâna’ya göre; akıl bu aşkı anlayamaz ve gerçek âşık olmayan kişi de bu âşıklığın tadını ve özelliğini bilemez. Kalem bile bu aşkı yazmaya kalksa ortadan yarılır, işi yarım kalır. Mevlâna aşksız geçen ömrü ömürden saymaz ve bu ilâhî aşkın insana neş’e ve rahatlık verdiğini söyler. Yani insan bu dünyanın aşkına kavuşunca nasıl sevinir, mutlu olursa gerçek Allah âşıkları da mânen Hakk’a ulaşınca dertlerinden kurtulur neşelenirler. Adeta ölmeden önce ölürler.