MEVLÂNA’YA GÖRE; YÖNETİCİLER (SİYASETÇİLER), HALK VE ADALET
Nuri ŞİMŞEKLER
Gündelik hayatımızda en çok konuştuğumuz, belki de düşünce madenimizi eriten ve meşgul eden hususların başında bu konular gelmekte ve bu unsurların uyumları bir devletin düzenini, huzurunu, hatta ömrünü belirlemektedir.
“Baş” kelimesi birçok mânâlara gelmekle birlikte, TDK sözlüğünde birinci anlam olarak göz, kulak ve burun gibi uzuvların yer aldığı insanın bir parçası; ikinci anlamı ise “bir topluluğu yöneten kimse” olarak geçmektedir. Kelimeyi birinci anlamından ele alır ve basit tıbbî bilgilerimizle yorumlarsak; başın en önemli parçası olan beyin! olmaz yada gerektiği gibi çalışmazsa vücudun bütün organları rahatsızlık çeker. Hani atalarımızın da “Akılsız başın cezasını ayaklar çeker” dediği gibi.
Kelimenin ikinci mânâsını ele alırsak, yine benzer bir sonuca ulaşırız: Yani baş olan “yönetici” olmaz, yada iyi çalışmazsa onun cezasını da vücut misali olan “halk” çeker.
Bunun tersi de mümkündür. Eğer vücut hasta olursa, baş ne kadar düşünürse düşünsün bu düşünce vücut yardımı olmadığı için eyleme dönüşmeyecektir.
“Baş” kelimesinin aynı sözlükteki üçüncü anlamı ise; “esas, temel”dir. Yani var olan bir şeyin mevcudiyet nedeni.
Kelimenin üç anlamını da birbirine giydirerek yorumlarsak, konumuzla ilgili şu sonuçlar çıkacaktır:
“Yöneticinin (siyasetçi) var oluş sebebi halktır; eğer o iyi düşünür, dürüst karar verirse (ki kendini buna mecbur saymalıdır) halkı eziyet çekmeyecektir; yada halk sağlıklı olursa “baş”ın düşünceleri ancak o zaman fiiliyâta dönüşecektir.”
Bu sonuçtan da anlaşılacağı gibi baş ve beden (siyasetçi ve halk) birbirinin ayrılmaz bir parçası; her ikisinden birinin sağlıksız olması da vücud’un (ülkenin) tam olarak, hatta hiç işlev görememesi demektir. Uyumlarında ise vücud’un sağlık ve mutluluğunun kaçınılmaz bir gerçek olduğu tahminlerden uzak değildir.
Yazımıza böyle bir girişten sonra, yukarıdaki sonuçları çıkarmamıza araç olan ve Peyami Safa’nın da dediği gibi yedi asır önce gelmekle büyük sabırsızlık gösteren; fakat böyle olmakla birlikte düne, bugüne hatta yarına ışık olan Mevlâna’nın bu konuyla ilgili görüşlerini ve dönemi idarecilerle olan irtibatlarını yansıtalım. Zira Mevlâna her ne kadar dönemi insanlarıyla yüz yüze gelerek onları irşâd etmişse de, yazdığı eserleri ile de her çağın “ihtiyaç sahibi” ve “anlayan” insanına bu fikirlerini yansıtıp durmadadır. Zaten Mevlâna’nın yedi yüz küsur yıldır güncelliğini koruması, dünya çapında şöhret kazanması da bu yüzdendir.
Mevlâna Peygamberimizin hadis-i şeriflerine de paralel olarak sultanı, yani devletin yöneticisini yeryüzündeki Allah’ın gölgesi (zıllu’llah) olarak nitelendirir ve ona tabî olmayı esas sayar. Çünkü sultan, ilâhî adaletin yeryüzündeki temsilcisidir ve “âdil”dir; veya öyle olmak zorundadır. Yine Mevlâna’ya göre; “halk” Allah tarafından yöneticilere verilmiş bir emanettir. (Çünkü halk olmazsa sultanlık olmaz.) Emanet de dinimize ve diğer ilâhî dinlere göre kutsal olduğu için “emanete hıyanet olmaz.”
Mesnevî’sinde, verdiği misal ve teşbihlerle konuların daha iyi anlaşılmasını sağlayan Mevlâna’ya göre yönetici bir havuz, halk ise bu havuza su dolduran borulara benzer. Hal böyle olunca da eğer borulardan pis su gelirse havuz pis suyla; temiz su gelirse temiz suyla dolacaktır.
Bu ne demek? Yönetici, halkın bir araya gelmesiyle oluşturduğu bir kişi yada makamdır. (Bu oluşum da demokrasilerdeki seçim sistemidir.) Yani; halk nasılsa, yönetici de öyledir. Yada eğer kusur varsa bu tek taraflı değildir.
Yine, Mevlâna’ya göre yönetenler arı-duru temiz bir su kaynağına benzetilir. Temiz su buradan çıkar arığa gelir. Halk onu bulandırmaya çalışsa da o akarsu misali bulanıklığı, pisliği alır, götürür.
Bu da günümüz ortamında “idealist” yada “nadir” yönetici tipidir. Yada temiz sudaki pislik misali “yolsuzluklarla” gerektiği gibi mücadele edebilmektir.
Mevlâna, günümüzde ilk sırayı teşkil eden yöneticilerin sosyal adaleti sağlaması hususunu bir padişahın ağzından yine aynı eserinde şöyle nakleder:
“Ben bir hükümdarım, benim işim adalettir, lûtufttur. Ben kendi soframda ne yersem, halkıma da onu yediririm. Pişmiş, ham boğazımdan ne geçerse maiyetimdekilerin (halk) boğazından da o geçer. Ben kürk, atlas ne giyersem halkım da onu giyer. Ben bunları giyerken onlara eski elbise giydiremem. Çünkü Peygamber Efendimizin şu hadisinden öğüt alırım:
Siz ne giyiyorsanız, hizmetçilerinize de onu giydirin; elinizin altındaki kişilere yediğiniz şeylerden yedirin.”
Bu cümlelerden çıkacak sonuç da adaletli gelir dağılımı ve sosyal adaletin yüzyıllar öncesi vurgulanış ve öğütleniş durumudur.
Mesnevî’sinde bir yöneticinin nasıl olması gerektiğini bu vurgulayıcı fikirlerle açıklayan Mevlâna, Mecâlis-i Seb’a adlı eserinde de zalim yöneticileri kınar ve şöyle der:
“Yoksulun gönlünü kebap edip yiyen zalim yönetici, iyice dikkat ederse görür ki kendi budunu kızartıp yemektedir.”
Eserlerinde adaletle, doğrulukla yönetim göstermeyen yönetici ve hâkimlere de işaret eden Mevlâna, haksızlığa uğrayan bir mazlumun ağzından şu sözleri söyler:
“Ey hâkim, senin hükmün adalettir, azgınlık değil.
Ey hâkim, kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına nasıl reva görürsün?
Kim kuyu kazarsa içine kendi düşer, hadis-i şerifini okumadın mı?
Çünkü zalimin zulmü, karanlık bir kuyudur…”
Atalarımızın “Ne ekersen onu biçersin” dedikleri ama hâlâ ders almayanların durumları.
Mevlâna yine Mecalis-i Seb’a adlı eserinde bu konuyla ilgili olarak, duygusal bir şekilde şöyle der:
“Emir sahibi yönetici hainlik ederse çevresindekiler de hainlik eder;
Yeryüzünde hüküm verecek hâkim de bilerek yanlış hüküm verirse,
Yüceler yücesi ve gerçek hâkim olan Allah tarafından nelere uğratılır?
Vay onların haline, vay onların haline;
Yine de vah, vah onların haline.”
Mevlâna bu türlü adaletsiz davranan yöneticileri destekleyen ve öven halka da Peygamberimizin “Zalim kişi övülünce, Allah gazaba gelir; arş bile titrer bu yüzden” hadis-i şerifini hatırlatır.
Burada Şeyh Sadi-i Şirâzî’nin (ö.1292?) Gülistân adlı eserinden bir hikayeyi aktarmak yerinde olacaktır. Çünkü bu hikayeden çıkacak mesaj günümüzde en çok ihtiyaç duyduğumuz prensiplerin başında gelmektedir.
“Adaletli olmasıyla tanınan bir padişah (Nuşin-Revan, ö. M.579) saray eşrafı ve hizmetçileriyle birlikte ava çıkar. Av sonunda, bulundukları yerde avlarını pişirip yemeye başlayacakları vakit bir bakarlar ki yanlarına tuz almamışlar. Padişah hemen bir hizmetçisini çağırarak yakındaki bir köyü gösterir ve “hemen git oradan bir tutam tuz al gel” der ve sıkı sıkıya da parasını ödemesini tembihler. Etrafındakiler hayretle, padişaha bu kadar tuzun köye ne zarar vereceğini sorarlar. O ise şu vurgulayıcı cümleleri sıralar:
-Eğer ben padişah olarak ücretini ödemeden halkın bir yumurtasını alsam, çevremdekiler o halkın bütün tavuklarını keser, yerler.
-Yine; eğer ben parasını vermeden bir elma alsam, onlar ağaçları kökünden söküp çıkarırlar.”
Ecdadımız arasında bu padişaha benzer onlarcasını saymak mümkün, ama “geçmiş” herhalde geçmiş olduğu için pek dikkate alınmamakta.
Dönemi idarecilerine gerek sohbetleriyle ve gerekse yazdığı mektuplarla daima yol gösteren, onları iyiliğe ve adalete davet eden ve bu bakımdan da “manevî sultan” konumunda olan Mevlâna’nın yaşamından konumuz ile ilgili dört kesit sunuyor ve yorumunu siz sayın okuyucularımıza bırakıyoruz:
-1-
Birgün Mevlâna’nın yanına bir kişi gelir ve “Falan yönetici hiç rüşvet almadan iş yapıyor; ne değerli bir kişi” diyerek o idareciyi övmeye başlar. Mevlâna ise bu şahsı azarlayarak “Git buradan, zaten normal olanı da bu değil mi? Bu yapılması gerekenlerden dolayı hiç insan övülür mü?” der ve o kişiyi huzurundan uzaklaştırır.
-2-
Birgün, döneminin en etkin veziri Emir Pervane, kendisine nasihatlarda bulunması ve öğütler vermesi için Mevlâna’nın huzuruna gelir. Mevlâna onun bu isteğini dinler, bir müddet susar ve Emir’e dönerek sorar: “Emir, Kur’an’ı ezberlediğini duyuyorum..” Emir, “Evet ezberliyorum.” diye cevap verir. Mevlâna tekrar sorar: “Hadis-i şeriflerle ilgili bir eseri de Şeyh Sadreddin Hazretlerinden dinlediğini duyuyorum.”Emir tekrar “Evet, doğrudur.” diye cevap verir.
Bunun üzerine Mevlâna “Madem ki Allah’ın ve O’nun elçisinin sözlerini okuduğun ve bildiğin halde o sözlerden nasihat alamıyor ve Âyet ve hadislerin gereğince amel edemiyorsan benim nasihatımı nasıl dinlersin?”deyince Emir ağlayarak Mevlâna’nın huzurundan ayrılır ve artık adaletli bir yönetim göstermeye başlar.
-3-
Yine Emir Pervane, Mevlâna ile sohbet için medresesine gelir. Kapıdaki müridler hemen Mevlâna’ya haber verirler. Mevlâna ise öğrencilerine ders vermekte olduğunu bildirerek vezirin beklemesini söyler. Birkaç saat geçer; Mevlâna hâlâ derstedir. Pervane’nin biraz daha beklemesini söyleyerek onu huzuruna almaz. Böylece uzun bir süre geçer. Sonunda Mevlâna bir müridiyle haber göndererek çok meşgul olduğunu ve daha sonraki günlerde gelmesini ister ve onunla görüşmez. Emir Pervane ağlayarak medreseden ayrılır ve yolda giderken “Evet” der; kısık bir sesle. “Mevlâna bana gereken dersi çok iyi verdi.” Etrafındakiler sorar: “Ne dersi vezirim; siz kendisiyle görüşmediniz ki!” O, çevresindekilere şu cevabı verir: “Ben sultan olarak, kapıma gelen ihtiyaç sahiplerini nasıl bekletiyor ve hatta hiç görüşmeden onları kapımdan savuyorsam, o gönül sultanı da bana bunu yaptı ve bekletilmenin ne kadar kötü olduğunu bana gösterdi. Artık bundan sonra kapıma gelen hiçbir ihtiyaç sahibini bekletmeden huzuruma alın.”
-4-
Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus II Mevlâna’yı ziyarete gelir. Mevlâna ona gerektiği gibi iltifat göstermeyip dersi ve müridleriyle meşgul olur. Sultan bir müddet bekledikten sonra “Mevlâna hazretleri, bana bir nasihat ver” der. Mevlâna kendisine sertçe bakarak “Sana ne öğüt vereyim. Sana çobanlık emretmişler; sen kurtluk yapıyorsun. Sana bekçilik emretmişler; sen hırsızlık yapıyorsun. Allah seni sultan yaptı; sen şeytanın sözüyle hareket ediyorsun.” buyurur.
Bu sözleri işitip yaptığı icraâtların muhasebesini yapan sultan, ağlayarak dışarı çıkar ve Allah’a dualarda bulunarak daima âdil olacağına ve iyi işler yapmaya dair yemin eder.
Sonuç olarak;
Evet. “Baş” ve “Beden” ayrılmaz bir parça; bu ikisinin uyumu da zarurî bir prensip, hatta “vücut” sağlığının olmazsa olmaz’larındandır. Çağımızda da bir Mevlâna yetişmesini bekleyip durmaktansa ikisinin de asgarî değil azamî oranda uyumunu sağlamalı yada “beden”in gereksinim duyduğu, doğasında var olan hareketleri “baş”ın iyi algılaması ve buna göre düşünmesi gerektiği kaçınılmaz bir sonuçtur. Hani M.K.Atatürk’ün de “Eğemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” dediği gibi.
Yazımızı Mevlâna’nın Mesnevî’sinden bir beyitle tamamlıyor ve siz sayın okuyucularımıza saygılar sunuyoruz.
Olgunun halinden hiç anlar mı hâm
O halde sözü kısa kesmek gerek ve’sselâm
#Nuri Şimşekler