Mevlâna’yı Anlayabilmenin Ayrıcalığı
Sevmek ve öğrenmek…Sevmek ve yaşamak… Sevmek ve katlanmak… Sevmek ve çalışmak… Sevmek ve taşımak…
Sevgi’ye bağlı olarak onun açtığı çığırda yeni bir şahsiyet hamuru için yapılacak her tavır için bir terim bulup bunun arkasına ilave edebiliriz…
Anlatacağım olaya iyi bakarsanız, Sevgi’nin daha nelere kapı açan bir anahtar olduğunu görebilirsiniz:
Prof. Dr. Eva de Vitray-Meyerovitch, Fransız’dır ve kendi ülkesinde bir Üniversite’de hocalık yapmaktadır. Bir gün eline bir kitap geçer. Kitap Muhammed İkbal’e aittir. Bu kitabı karıştırır, orada birkaç şiir görür. Şiirleri okur ve çarpılır. Hemen hocasına koşar:
-Hocam, ben bu şiirin şairiyle tanışmak istiyorum.
Hocası güler, meseleyi anlatır:
-Kızım, bu 700 yıl önce yaşamış bir Türk şairidir. Nasıl tanışacaksın?
Bu söz, genç bayanı çok üzer. Ama o ısrarlıdır:
-Peki hocam, bu şairin başka şiirleri yok mu?
-Var, olmaz olur mu? Onun Mesnevi adıyla kocaman bir kitabı var. Ayrıca, Divan’ı Kebir’ var. Rubaileri var. Fihi Ma Fih diye bir başka eseri var.
-Hocam, bu kitaplar Fransızca’ya aktarıldı mı?
-Maalesef kızım.
Bundan sonrasına gelin Meyerovitch’ten dinleyelim:
“Derhâl Milli Kütüphane’ye, üniversitenin Şark dilleri bölümlerine ve bu dallarda eserleri bulunan kütüphanelere koştum. Kendisinin 13. yüzyılda yaşamış bir mutasavvıf olduğunu öğrendim; fakat daha fazlasını bilmem zordu, çünkü Fransızca’ya tercüme edilmiş en küçük bir eseri bile yoktu. Nicholson tarafından İngilizce’ye çevrilmiş birkaç metin ile Almanca’ya tercüme edilmiş birkaç şiirini buldum. Başka hiçbir şey, fakat okuduklarım bana öylesine çarpıcı geldi ki, bu hazineleri Batı’ya tanıtabilmek için için klasik Farsça diploması almaya karar verdim. Ancak bu üç senelik dil eğitiminden sonra çalışmaya koyulabildim. Ne kadar çok ilerlersem, keşfettiklerim beni o kadar çok şaşkına çeviriyordu. Kendisinin tek görevinin uyuyan ruhları uyandırmak olduğunu söylüyordu…”
Aşka bakın, Mevlâna’nın eserlerini yazdığı klasik Farsça’yı öğrenmek için üç yılını veriyor. Öğreniyor ve bütün eserlerini Fransızca’ya aktarma işine koyuluyor. Mevlâna’nın; “uyuyan ruhları uyandırma” görevi de kendisinde nasıl bir muhteşem tecelli ile gerçekleşiyor:
“İkbal’in kitabını okuduktan sonra, İslam’a ilk adımı attığım zaman, tahmin edersiniz ki kolay bir şey değildi bu… Anglikan bir büyükanne tarafından Katolik mezhebinde yetiştirildim. Kocam Yahudi idi. Delice bir şey yaptığım duygusuna kapılıyordum ve bana rehberlik edecek bir kişi de olmadığı için bazen iyiden iyiye şaşırıp kalıyordum. Yaptığım dualarda şöyle niyaz ettiğim oluyordu: ‘Bana ne yapmam gerektiğini sen söyle. Bana bir işaret gönder.’ Bu işareti ben, bir rüya görerek aldım. Rüyamda kendimi kabre konulmuş gördüm ve bir tür kişilik ikileşmesiyle, kendi mezarımı kendim dışardan görüyordum. Hiç mi hiç görmediğim bir mezardı bu. Mezar taşımın üstünde ise Eva adım Arapça veya Farsça bir yazıyla yazılmıştı ve bu Havva şeklinde idi. Uyandığımda, bana aynen şöyle denildiğini hatırladım: ‘Bak yavrum, sen işaret istedin, işte senin işaretin: Sen Müslüman bir hanım olarak gömüleceksin.‘ On beş sene sonra İstanbul’a ilk seyahatimi yaptım. Orada bir Mevlevi tekkesini ziyarete gittim. Bahçesinde, kadın Mevlevilerin mezarları vardı. Bir mezarı görünce sanki kalbim durdu: Tam önümde, bana rüyamda gösterilmiş olan mezarı taşını gördüm! Bunun tıpatıp aynısıydı. Birkaç sene sonra, bu mezar taşı üzerindeki Havva ismi, artık resmî bir şekilde benim adım oldu.”
Prof. Dr. Meyerovitch, artık mümindir, mütedeyyin bir Müslüman’dır. Bizim gibi eğip bükmeden, namazı namaz olarak eda eder. Bizdeki birçok Müslüman gibi teslimiyet ve takvayı dışında bırakıp ibadet Müslümanı görünümünde kalmaz. İnandığı gibi yaşamaya özen gösterir. İçinden çıktığı medeniyetin ve inanç sisteminin, İslam’la karşılaştırmasını yaparken de, bizim çoğu kere farkına varmadan yaptığımız ibadetin aslında neler çağrıştırdığının da altını çizer:
“Benim oldukça dikkate değer bulduğum nokta, İslam’ın ibadeti, kozmik (kâinattaki bütün varlıkları bütünleştiren) bir ibadettir. Bu ibadet mevsimlerle, ayla güneşle… uyumludur. Kutsallaşan bir evrenle birleşip bütünleşmedir. İçinde bir bakıma Hıristiyanlık’taki Pater’in karşılığı olan Fatiha’nın da yer aldığı namaz oldukça kozmik bir duadır; çünkü bir ağaç misali ayakta, bir insan gibi diz çökmüş hâlde ve bir taş gibi secdeye kapanmış durumda dua edilir… Namaz da, bütün kâinatı insan hâline alır ve onu insanlık adına takdim eder. O yüzden İslam’da ibadet, kutsallaşmış bir kâinata tam bir uyum sağlamaktadır. İslam’da insan, biçimcilik (yani insanı Allah şeklinde tahayyül etmek) mümkün olmadığı için, bu ibadet her zaman kolay da değildir. Hz. İsa’nın yüzünü hayran hayran seyretmek, Mutlak Varlık olan Allah’ın karşısında tek başına olmaktan çok daha kolaydır.”
Havva Meyerovitch, kendisindeki bu kutsal kuşatmayı anlatırken, Batı’da İslam’a yönelen saldırılardan yakınır. Bu saldırı ve sataşmalar öylesine korkunç boyutlara varmıştır ki, günü gelir Fransa’da Müslüman mezarlarını tahrip etmekten çekinmeyen talihsiz insanlar çıkar. Ancak bu acımasızlık ve gözü dönmüşlük kabul görür mü? Elbette ki hayır. Hidayet tecelli edecekse, saldıranlar inanç arayışında olanlara ışık tutar ve aydınlar bu defa İslam’ın kapısını çalmaya başlarlar. Hava hanım, Batı’da aydınların İslam’a nasıl yöneldiklerini dile getirir:
“Batı dünyasının medyaları ilk defa İslam dinine karşı sürekli bir saldırıya geçmiş bulunuyorlar. İngiliz, Fransız, Alman ve Amerikan televizyonlarını seyredip radyolarını dinlerseniz İslam dini hakkında hep kötü sözler duyarsınız. İslam’ın şiddet, savaş, cihat ve bağnazlık vesaire olduğunu işitirsiniz. Bu sürekli saldırılara karşın Batı ülkelerinde -ben Amerika’daki durumu biliyorum, bu ülkede Müslümanlığı kabul eden çok sayıda insan var- bir olay gerçekleşmektedir: Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de ve İspanya’da Müslümanlığı kabul etmiş pek çok insan olduğunu biliyorum. Bu, çok önemli bir olaydır; daha sonra Fransız dinî yetkililerinden yani Müslüman yetkililerden öğrendiğime göre, Müslümanlığı kabul edenlerin çoğu aydın kimselermiş. Bunlar bir şeyler arıyorlardı ve aradıklarını, özlemlerini gideren İslam dininde buldular; oysa yaradılış efsanesi artık özlemleri karşılamıyordu ve maddecilik de onları bütünüyle düş kırıklığına uğratıyordu…”
Bu öyle bir hal alır ki, birçok Batılı kendi ülkesindeki ortamın bunaltıcı kaosundan kurtulmak için çoğu kere İslam ülkelerine yönelirler. Bizler içinde olduğumuz için keşfedemediğimiz o manevi iklim, onlara güven ve huzur verir. Havva Hanım da bu iklimin sıcaklığına sığınanlardan birisidir. ve bu itirafını da bir imtiyaz gibi anlatır:
“Benim kendimi evimde hissettiğim yegâne ülke, mesela Paris değildir; ben Paris’te hayran hayran dolaşan bir turist gibiyim. Yunanistan da değil; oysa Yunanistan’da sudaki bir balık gibiyimdir; çünkü Eski Çağ Grek düşünürlerini ve bugün de Grekleri çok severim. Kendimi gerçekten evimde hissettiğim tek ülke, Türkiye’dir… Türkiye’ye ayak basınca, evine tekrar kavuşan bir kedi gibiyimdir! Her şey bana tanıdık gelir… Sokaklarda insanların önümü kesip bana yollarını sordukları olur. Beni bir Türk sanırlar ve ben onlara cevap verirken bocalarım! Ben orada kendimi sahiden vatanımda hissederim…”
Havva anne, bu Türkiye tutkusunu öylesine bir boyuta taşır ki, öldüğü zaman ülkesi Fransa’ya değil, Konya’ya, Mevlâna’nın yakınına defnedilmesini vasiyet eder. Eh, kader bu, vakti gelir Rabbine kavuşur. Ne talihsizliktir ki, onu götürür bir Hıristiyan mezarlığında toprağa verirler. Ama o bu ülkeyi sever de, onu seven olmaz mı? Bu defa Konya Belediyesi devreye girer. Oğlunu ikna eder ve Havva Meyerovitch’in mezarı sevdiği Mevlâna’nın gölgesine getirilir. Hasret biter…
Mevlâna kendi sağlığında yüzbinlerce insanın hidayete ermesine vesile oldu. Bu hidayet kapısı öylesine davetini sürdürüyor ki, bu her asırda böyle bir vecd ortamıyla insanları kucaklamaya devam ediyor…
İşte sempatinin sevgiye, sevginin aşka dönüşü böyle. Böyle olunca da Mevlâna’yı anlamanın ayrıcalığı bir başka oluyor Batılı aydınlar için. Darısı bizim aydınlarımıza!..
(Batılı aydınların İslam’a ve Mevlâna’ya yönelişini merak edenler, “Batıdaki Mevlâna” ve “Batı İslam’ı Tanıdıkça” isimli kitaplara bakabilirler.)
#Muhsin İlyas Subaşı