MEVLEVİ GELENEĞİNDE KADININ YERİ VE ÖNEMİ
Prof. Dr. Nüket SARACEL
Öncelikle mevleviliğin geleneksel hale gelmesinin nedenleri ile bu geleneğin dayanakları üzerinde durmakta yarar var. Bilindiği gibi, mevlevilik, Hazreti Mevlana’dan başlayarak günümüze kadar kapsadığı çoğrafya ve topluluk itibariyle geniş kabul görmüştür. Bu bakımdan toplum üzerinde yarattığı etki de oldukça büyük olmuştur. Mevlevilik ister bir tarikat, ister se felsefi bir akım olarak görülsün, dini, siyasi, fikri, mimari, musiki alanlarında önemli izler bırakmıştır. Hatta halk üzerindeki bu yönlendirmeleri ile geleneksel bir düşünce ve yaşam tarzı oluşmasını sağlamıştır. Mevleviliğin geleneksel hale gelmesi ve kurumsallaşmasında mevlevihanelerin önemli rolü vardır. Mevlevihaneler, mevlevi adabının, ritüellerinin öğretildiği ve uygulandığı yerlerdir. Mevlevihaneler saygı ve sevginin, özellikle de edebin yerleştirilmeye çalışıldığı kurumlardır. Bu mekanlarda mesnevi başta olmak üzere temel kaynaklar okunur, anlamları açıklanır. Güzel, doğru, ideal davranış ve düşünce biçimleri aktarılır. Ayinler eşliğinde icra edilen sema ile de yaradana ulaşılmaya çalışılır. Çile çıkarmanın mümkün olduğu asitane şeklindeki tam teşkilatlı mevlevihanelerde ise nefsin terbiyesi sağlanır. Bu kurumlar sayesinde mevlevi geleneğinin hem nesilden nesile, hem de farklı çoğraflara aktarılması mümkün olmuştur. Mevlana’nın torunu Ulu Arif Çelebi ile ikinci pir olarak anılan Divani Mehmet Çelebi’nin mevleviliği yayma çabaları takdire şayandır. Mehmet Çelebi gerek Anadolu, gerek se Anadolu dışında yaptığı seyahatler sırasında pek çok mevlevihanenin açılışını gerçekleştirmiştir. Lazkiye, Eğirdir, Sandıklı, Muğla, Galata, Halep, Mısır, Cezayir, Sakız ve Midilli mevlevihaneleri onun çabalarıyla açılmıştır.
Belirtmek gerekir ki; mevlevi geleneğinin özünü şüphesiz Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin hadisleri oluşturur. “Canım bedenimde oldukça Kur’an’ın kuluyum; Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım; Birisi, sözlerimden, bundan başka bir söz naklederse, o nakledenden de bezmişim ben, bu sözden de bezmişim” sözleri ile bu husus bizzat Hz. Mevlana tarafından vurgulanmıştır. Divani Mehmet Çelebi’nin eserlerinde anlatmak istediği konularda da büyük ölçüde ayet ve hadislerden yararlandığı görülür. Kuran ve hadisler temel kaynaklar olmakla birlikte, Orta Asya kökenli Türk geleneğinin mevlevi felsefesinin oluşumundaki etkilerini de gözardı etmemekte yarar bulunmaktadır. Türklerin islamiyeti kabullerinden sonra XI. yüzyılda kurulmaya başlayan tekke ve tarikatlar Selçuklu Devleti içerisinde yayılma olanağı bulmuştur. XIII. Yüzyıldan sonra da Anadolu’da yayılan tarikatlar içerisinde yer alan Mevlevilik kendine özgü ilkeleri ile diğer tarikatlara göre farklılıklar göstermiştir. Maveraünnehr’in, Harezm’in, Horasan ve öteki memleketlerin gelişmiş kültür çevrelerinden Anadoluya gelmiş şeyh ve dervişler şehirlerde yerleşmeyi uygun görmüşlerdir. Kendi tasavvuf anlayışlarını daha çok aristokrat ve aydın kesimler arasında yaymaya başlamışlardır. Müsamaha ve estetik karakteriyle farklılık gösteren yaklaşıma sahip bu tarikat müslüman ve müslüman olmayan bir çok toplum üzerinde etki uyandırmış, oldukça geniş bir çoğrafi alanda kendine taraftar bulabilmiştir. XVI. Yüzyılın ortalarına doğru mevlevilik köylere kadar yayılmış ve Anadolu’nun bir çok yerinde halkı tamamen mevlevilerden oluşan mevlevi köyleri kurulmuştur.
Mevlevilikte kadının yeri ve önemini ortaya koyarken, konuyu belirtilen dayanaklar üzerine oturtmak gerekir.
Diğer taraftan, hangi zaman, yer ve felsefede olursa olsun, kadının erkekten farklı görüldüğü gerçeğinin de gözardı edilmemesi gerekmektedir. Bunda kadının fiziksel özelliklerinin, doğurganlığının, duygusallığının, yaşamı ve olayları ele alış biçiminin ve ona biçilen toplumsal rolün önemli etkileri bulunmaktadır. Genel olarak toplum tarafından kadınlara çocuk doğurmak, annelik ve eşlik görevini yerine getirmek , erkeklere ise ailenin geçimini sağlamak suretiyle eş ve çocuklarına bakmak rolleri biçilmiştir. Dolayısıyla kadın evin içinde, erkek ise evin dışında görülmek istenmiştir. Duygusallık, şefkat, merhamet, zayıflık ve bağımlılık kadınlara özgü davranışlar olarak dişil özellikler şeklinde nitelenmiştir. Buna karşın güçlü, cesur, saldırgan ve bağımsız olma da erkeklere özgü bulunup eril özellikler olarak değerlenmiştir. Erkek aklın, kadın nefsin sembolü olarak görülmüştür. Gelişmiş olarak kabul edilen batılı toplumlardaki ünlü filozof ve edebiyatçıların söylemlerinde dahi bu farkı hissetmek mümkündür. Ortaçağ’ın ünlü batılı düşünürlerinden Malebranche, Hakikatin Araştırılması adlı eserinde “zevke ait her şey kadınlara kalmış bir iştir. Ancak, genel olarak araştırılıp bulunması biraz güç hakikatleri kavramak, kadınların elinden gelmez. Soyut olan her şey onlar için anlaşılmaz bir şeydir” diyerek, kadınların kavrama yeteneğinin eksikliği iddiasında bulunmuştur. Montaigne ise, ”Bir kadın için en faydalı ve en onurlu bilim ve meşguliyet ev işleri bilimidir” diyerek kadının rolünün ev içine ilişkin olduğunu vurgulamıştır. François Mauriac, kadınla ilgili olarak “bir çok kadın için kemale giden en kısa yol şefkattir” diyerek onların olgunluklarının temelinde şefkatli olma niteliklerinin bulunduğunu belirtmiştir.
Mevlevi geleneğinde kadını ele alırken, mevlevilikte kadının rolüne, statüsüne, eş, anne ve herşeyden önce insan olarak değerine bakmakta yarar bulunmaktadır.
Öncelikle, Mesnevi’de “Kadın, Hak nurudur, sevgili değil; sanki yaratıcıdır yaratılmış değil” denilerek(Mesnevi I, 2437) kadın doğurgan olması ve neslin devamını sağlamadaki rolü dolayısıyla yaradanın nuru olarak görülmüş ve özel bir yere oturtulmuştur.
Ayrıca erkeğin kadın karşısında bazı bakımlardan üstün gibi görünmesine karşın, kadınların erkekler üzerinde kurdukları hakimiyetten söz edilmiştir.
Bu konu mesnevide su ve ateş metaforları ile açıklanmaya çalışılmıştır. Erkek su, kadın ise ateş olarak sembolize edilmiştir.
Mesnevi’de( I, 2435-2446);
Görünüşte su, ateşten üstündür …
Fakat ikisinin arasına bir tencere girdi mi ateş o suyu kaynatır, buharlaştırır, yok eder.
Görünüşte su nasıl ateşten üstünse sen de kadından üstünsün; fakat hakikatte ona mağlupsun, onu istemektesin.
İnsan, yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa, Hamza’dan bile cesur olsa yine de hükmetme hususunda karısının esiridir” diyerek bu hakimiyet vurgulanmıştır.
Diğer taraftan, erkeklerin kadınlara üstünlüğü sanıldığının aksine fiziksel ya da maddesel anlamda görülmemiştir. Erkeklerin işin sonunu görebilme becerileri bakımından üstünlüklerinin bulunduğu düşünülmüştür.
“Ey yiğit kişi! Erkeklerin kadınlara üstünlüğü kuvvet, kazanç ve mal-mülk bakımından değildir.
Öyle olsaydı, aslan ve fil daha kuvvetli olduklarından dolayı insandan daha üstün, daha yüce olurdu.
Erkeklerin kadınlardan üstün olması erkeğin, kadına nazaran daha çok işin sonunu görebilmesindendir.
Erkek de, işin sonunu tahmin edip göremezse, bu becerisi olanlara karşı kadın gibi noksan sayılır” (Mesnevi IV, 1618-1621) sözleri bu durumu ifade etmektedir. Günümüzde de kadınlara yönelik olarak zaman zaman gereksiz ayrıntılara girerek olayın özünü kaçırdıklarına ilişkin eleştiriler bulunmaktadır.
Ayrıca Mesnevi’de(I, 2434-2437);
“ Kadınlar, akıllı erkeklere karşı galip gelirler, fakat cahil kişiler kadınları mağlup ederler.
Bu tür cahiller, sert ve kaba olan insanlardır.
Bunlarda acıma, lütfetme, sevme duygusu azdır; çünkü yaratılışlarında hayvanlık duygusu üstündür.
Sevgi ve acıma insanlık özelliğidir, hiddet ve şehvet ise hayvanlık “ denilerek, erkeğin kadına sevgi ve acıma gibi insani duygularla değil de, hiddet ve şehvet gibi hayvani duygularla yaklaştığında kadınlar üzerinde hakimiyet kurabilecekleri vurgulanmıştır. Hayvani duygularla yaklaşan erkekler ise sert ve kaba olarak değerlenerek, cahil olarak görülmüş ve bu davranış biçimi tasvip edilmemiştir.
Mevlevilikte evlilik kurumuna da özel bir önem verilmiştir. Özellikle erkeklerin şehvet belasından kendilerini kurtarabilmek için evlenmeleri öğütlenmiştir.
“Nikâh, “Lâhavle” okumaya benzer; oku, yani bir kadın nikâhla da şehvet, seni belâya düşürmesin.
Madem ki yemeye-içmeye hırsın var, çabucak evlen; yoksa bil ki kedi gelir, yağlı kuyruğu kapar .
Sıçrayan eşeğin sırtına taş yükünü vur; o kaçmadan, sıçramadan önce sırtına yükü yükle!” sözleri ile erkeğin nefse, şehvete kul olup gitmemesi için bir kadın ile nikahlanması gereğine değinilmiştir.
Ancak evliliğin her hangi bir kadınla değil erkeğin dengi olan, ona benzerlik gösteren bir kadınla yapılması gerektiği vurgulanmıştır. Aksi durumda ailede geçimin sağlanamayacağı, aile birliğinin bozulacağı ifade edilmiştir.
Mesnevi’deki;
“Eşlerin birbirine benzemesi lâzım. Ayakkabı ve mestin çiftlerine bir bak!
Ayakkabının bir teki ayağa biraz dar gelirse ikisi de işe yaramaz.
Kapı kanadının biri küçük, diğeri büyük olur mu? Ormandaki aslana kurdun eş olduğunu hiç gördün mü?
Nikâhta iki kişinin de birbirine denk olması lâzım. Yoksa iş bozulur, geçim kalmaz”
beyitleri bu durumu ifade etmektedir.
Evlilik içerisinde eşlerin birbirine olan bağlılığı da önemli görülmüştür.
“Bir kadının kocasını, yahut bir kocanın karısını alıp bir yere götürsen eşi de koşa koşa mutlaka onun yanına gelir.
Bu yapılan işleri de eserleriyle çift yarattık. Bir amelde bulundun mu mutlaka eşi de zuhur eder.
Birisi gelip bir kadının kocasını esir ederek götürse karısı, kocasını araya araya çıkagelir” sözleri eşlerin birbirleri için kaygılandıkları ve destek olduklarını vurgulamaktadır.
Diğer taraftan evlilik kurumu üzerinde kadının etkinliği de “Niceleri kadın alarak Kârun gibi zengin oldu; niceleri de kadın yüzünden borçlandı gitti” şeklinde belirtilmiştir. Bir yerde erkeği zengin hale getirmek kadar borçlu durumuna getirip batırmak ta kadının marifeti olarak görülmüştür. Günlük yaşam içerisinde sıklıkla kullanılan, “Kadın insanı rezil de eder, vezir de” özdeyişi ile de kadının aile içerisindeki etkin rolü güzel bir şekilde ifade edilir.
Bu arada verilmek istenen asıl mesaj bir yana bırakıldığında, şu hikayede yeni elbiseleri olmaması dolayısıyla hayıflanan bir kadının, boşanmaktansa aile birliğini sürdürme yolunda yokluklara katlanması gereği üzerinde durulmuştur. Mesnevi’de yer alan hikaye şöyledir: (VI/1758-1768)
Kadının biri kocasına dedi ki: “Ey adamlığı bir adımda aşan!
Bana hiç bakmıyorsun, neden? Ne vakte dek bu horlukta kalacağım?”
Kocası dedi ki: “Boğazına bakıyorum; çıplağım ama elim ayağım var, çalışıp çabalıyorum.
Güzelim, ere kadının boğazına ve elbisesine bakmak farzdır. Ben ikisine de bakıyorum. Bu hususlarda eksiğin, gediğin yok.”
Kadın, gömleğinin yerini gösterdi. Pek kaba ve kirliydi.
Dedi ki: “Kabalığından bedenimi yiyor. Kimse kimseye bu çeşit elbise verir mi?”
Kocası: “Ey kadın” dedi, “sana bir sorum var. Ben yoksul bir adamım, elimden ancak bu geliyor.
Doğru, bu çok kaba, çok çirkin, fakat ey düşünceli kadın, bir düşün!
Bu mu daha kötü, yoksa boşanmak mı? Bu mu sana daha kötü geliyor, yoksa ayrılık mı?”
Ey kınayıp duran kişi! Belâ, yoksulluk, eziyet ve minnet de böyledir işte.
Şüphe yok ki hevâ ve hevesi terk etmek acıdır, ama Allah’tan uzak olma acılığından elbette daha iyidir.
Hikaye’deki asıl anlama göre ise, güzel giysiler insanın bu dünyaya olan bağlılığını artıran unsurlardandır. Yokluk, eziyet çekmeden yaradanı idrak etmek ve ona kavuşmak mümkün değildir. Bu konuda dünya nimetlerinden yeterince yararlanamaması dolayısıyla yakınan eşine Hz. Mevlana’nın “Kerra’cığım, dünya alemine dalıp gitmemen için seni bu tür nimetlerden uzak tutuyorum” şeklinde cevap verdiği rivayet edilir.
Mevlevi geleneğinde kadını ortaya koyarken onun analık gibi önemli bir konuma sahip olduğunu da dikkate almak gerekir. Cenneti anaların ayağı altında kabul eden bir yaklaşımı dayanak alan gelenekte ananın özel bir statüde görülmesinden doğal bir şey olamaz. Bir kere ana ile çocuk arasındaki ilişki çok özeldir. Anarahminde başlayan bu sevgi ve muhabbet çocuk doğduktan sonra onu emzirme esnasında kurulan ilişki sırasında da devam eder. O nedenle annelerin haklarının ödenmesi zordur. Annenin çocuğunun kötülüğünü istemesi mümkün değildir. Ana ile çocuk arasındaki muhabbet Mesnevi’de de çok güzel açıklanmış, annenin çocuk üzerindeki hakkı adeta Allah hakkı olarak görülmüştür. Bu hakkın bedeli annelere hizmet etmek şeklinde ödenebilecektir.
“Ana çocuk uyansın da gıdasını istesin diye onun burnunu sıkar.
Çünkü çocuk, açlığından haberi olmaz, uyuyakalır. Fakat süt muhabbeti, ananın iki memesini de ağrıtmaya başlar.
Anneye şükretmemek Allah’a şükretmemektir. Onun hakkı, şüphe yok ki Allah hakkı demektir.
Annenin merhameti de Allah’tandır; ama ona kulluk etmek, hizmette bulunmak da hem farzdır, hem de yerli yerinde bir iş.
Annen sana “geber” dese bu sözüyle kötü huyunun, kötülüğünün gebermesini ister”.
Mevlevilikte kadının insan, eş ve ana olarak özel bir konumda bulunduğundan bahsettik. Cemiyetin bir unsuru olarak görüldüğünü de özellikle belirtmek gerekir. Eflaki’de Mevlana’nın eşi Kerra Hatundan, Sultan Veled’in kızları Mütahharre ve Şeref Hatunlardan, Ulu Arif Çelebi’nin annesi Fatıma Hatun’dan, Mevlana’nın ve Ulu Arif Çelebi’nin kızları Melike hatunlardan ve Mevlana’ya mürit olan daha bir çok kadından rivayetler vardır. Hz. Mevlana’nın müridi olan kadınları sohbet ve nasihatlariyle aydınlattığı, onların sema meclislerine katıldığı da yine Eflaki tarafından aktarılmıştır. Hatta bunun da ötesinde Afyonkarahisar Mevlevihanesinde görev yapan şeyh halkasında kadın mevlevilerin de olduğu Sakıp Dede tarafından nakledilmiştir. Bu hanımlardan birisi Sultan Divani’nin torunlarından Şah Mehmet Çelebi’nin kızı Destina Hanımdır. Destina Hanımın üstün niteliklere ve yüksek ahlaka sahip olduğu nakledilir. Hafız olan Destina Hanım babasından hadis ve tefsir ilmini öğrenmiş, bu hususlarda kariyer sahibi olmuş, yaşamının büyük bir kısmını ilim tahsilinde harcamış, Mesnevi’nin hikmetlerini öğrenerek, başkalarına öğretmiştir. Sakıp Dede’nin nakline göre, mevlevihanede şeyhlik yaptığı rivayet edilen diğer bir kadın ise Güneş Han-ı Kübra’dır. Sultan Divani soyundan Karahisar Mevlevihanesi şeyhlerinden Küçük Mehmet Çelebi’nin vefatından sonra şeyhlik ve halifelik kızı Güneş Hatun’a kalmıştır. Sefine’de Güneş Han’ın Afyonkarahisar Mevlevihanesi’nde şeyhlik ve mütevellilik yaptığı, başında sarıklı sikke, sırtında hırka ile ayin idare ettiği belirtilmektedir. Rivayete göre Güneş Han çarşıya inerek dergahın ihtiyaçlarını alırken, erkek mevlevi şeyhleri kadar saygı görmüştür. Hatta Divan edebiyatında kadına methiye yazmak pek rastlanılan bir durum olmamasına karşın Derviş Yakini adlı bir Mevlevi şairinin şeyhinin kızı Güneş Han için methiye yazdığı görülmektedir. Karahisar Mevlevihanesi şeyhlerinden Mehmet Arif Çelebi’nin kızı Güneş Han-ı Sugra’nın da şeyhlik yapmış olduğu Sakıp Dede tarafından nakledilmiştir. Fakat vakfa dayalı olması yüzünden mevleviliğin iktidara dayanması, köy ve kasabalardan şehirlere inmesi kadına verilen bu serbestliği de sınırlandırmıştır. XVII. yüzyıldan itibaren köy mevlevihanelerine nasıl rastlanmıyorsa kadın mevlevi halifelerine de rastlanmamıştır. Kadınlar erkeklerin bulunmadığı meclislerde kendilerinden, yahut yaşlı dedelerden bir kaçının ney ve kudumiyle sema eder hale gelmişlerdir.
Sonuç olarak belirtelim ki, Mevlevi geleneğinde kadın ana ve eş olarak, her şeyden önce de insan olarak özel bir konumda görülmüş, şeyhlik mertebesine kadar yükseltilmiştir. Kadın hakkın nuru olarak nitelendirilmiştir. Evlilik kurumunda kadının erkeği zengin hale getirebilecek ya da borca batırabilecek kadar etkin olduğu düşünülmüştür. Ananın çocuk üzerindeki hakkı adeta Allah hakkı mertebesinde görülmüş, çocukların anneye hizmetle bu hakkın gereğini yerine getirebileceği öğütlenmiştir.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
ÇELEBİ Celaleddin. Hz. Mevlana’da İlim-Gel Çağrıları-Hac, TC. Konya Valiliği, İl Kültür Müdürlüğü, s. 8, 51.
GÖLPINARLI Abdülbaki, Mevlana’dan Sonra Mevlevilik, İstanbul, l983.
HAKSEVER Ahmet Cahit, Son Dönem Osmanlı Mevlevilerinden Ahmet Remzi Akyürek, TC. Kültür Bakanlığı Yayınları/2838, Yayımlar Dairesi Başkanlığı, Kültür Eserleri Dizisi/356, Ankara, 2002.
SARI Mehmet, ERAVCI Mustafa, ILGAR Yusuf, KARAZEYBEK Mustafa, DAŞDEMİR Latif, Sultan Divani ve Afyonkarahisar’da Mevlevilik, Afyon Kocatepe Üniversitesi Yayın No. 42, Afyon, 2002.
YAKIT İsmail, “Batı düşüncesi ve Mevlana’da Kadın”, III. Uluslar arası Mevlana Kongresi, Bildiriler (5-6 Mayıs 2003), s. 135-148.
#Nüket SARACEL