“MEVLEVΔ
Yılmaz Soyyer Din Sosyolojisi hocasıdır. Çerağlar Uyanırken ve Semah Aşka Doğrudur adlı iki romanı vardı. Bunlarda, asıl uzmanlık alanı olan Alevî-Bektaşî dünyâsı anlatılır. Bu defa üçüncü bir romanla karşımıza çıkmış bulunuyor: “Mevlevî” (Post yayını).
Kitapta roman örgüsü içinde bir yığın olay, hayatın iyi kötü cilveleri, bir Anadolu şehri ve İstanbul ölçeğinde 1925-1926 Türkiye’sinin genel manzarası, erken Cumhuriyet döneminin bâzı fikrî meseleleri, Türk Ocakları ele alınır.
Romanın başkahramanı Galata Mevlevîhânesi Aşçı Dede’si Âlî Dede’dir. Aynı zamanda kudümzen ve Mesnevîhan’dır. Mücâhidîn-i Mevleviyan alayında Şamd’a bulunmuş ve Çanakkale Savaşı’na katılmıştır, İstiklâl Savaşı madalyasına sâhiptir.1925’te tekkelerin kapanmasıyla, birçok benzeri gibi geçim derdine düşer. Karısı Mehpare Hanım da dergâh terbiyesi görmüş, gıybet ve dedikodudan hoşlanmayan bir Mevlevîdir, onun öğretmenlik diploması vardır. Ailenin Orta Anadolu şehirlerinden birinde varlıklı bir amcaları bulunmaktadır. Karı koca bu amcanın yanına taşınır ve o şehirde öğretmenlik yapmaya başlar.
MEVLEVÎCE
Romanın adı “Mevlevî” ve asıl amaç Mevlevî âdap-erkânı, yaşama tarzı; Mevlevîlik örneğinden hareketle tasavvuf ahlâkı, olgun insan tavır ve davranışlarını sergilemektir. Bu yazıda kitabın bu yönü üzerinde durmak istiyorum.
Aşçı Âlî Dede dergâhta sadece yemek değil, aynı zamanda can pişirirdi. Yani bin bir günlük Mevlevî çilesine girenlerin eğitimi ile meşgul olurdu. Mevlevî Dergâhlarında Matbah-ı Şerif (Mutfak) en önemli birimdi.
Dergâhlar kapatıldıktan sonra artık “Âlî Bey” olan Dedemiz ve başka Mevlevîler, edindikleri olgun şahsiyet ve ahlâkı devam ettirirler. Soyyer romanında bunlara sıkça atıfta bulunur. Alî Bey şöyle der:
“Mevlevî olmak benim hayat tarzımdı. Zâten bir Mevlevîhânede yetişmiş insanları tanıyanlar, sonradan onlar gibi olanları gördüklerinde bir anda ayırt ediverirlerdi. Tebessümümüz dahî Mevlevîceydi bizim. Biz insana, tabiata ve kâinata Mevlevîce yaklaşırdık; onlarla muâmelemiz Mevlevîce olurdu” (s. 72).
İyi bir eğitimden sonra tasavvuf anlayış ve ahlâkının nasıl kazandıklarını Âlî Bey şöyle anlatır: “Öyle kolay kolay ilk gelen esintide, hattâ sarsıcı rüzgârlarda bile dağılmıyordum. Yıkıldıysam kalkıp üstümü başımı temizledikten sonra tekrar devam etmeyi, bu mümkün olmuyorsa yeniden başlamayı becerebiliyordum
Bu durum bir Mevlevîyi yüksek bir hizmet anlayışına hazırlamıştır: “Hizmet etmek için yetiştirilmiştim
Hz. Mevlânâ’nın meşhur “pergel” metaforu sosyal hayâta uygulanır: “Hz. Pir’in buyurduğu gibi bir ayağımız pergelin odak noktası gibi toplumumuzun inancında, diğeri yetmiş iki milletin îmânını dolaşıyordu.” (74)
Vardıkları şehirde taşındıkları konak, eskiden beri bir Mevlevî ailesinin oturduğu mekândır. Öyleki “….duvarları, halıları, sedirleri hattâ kap kaçağı bile Mevlevîlik kokan” bir evdi. (146)
Âlî Bey ve âilesi beş vakit namazını kılan, hattâ evdeyken topluca edâ eden, oruçlarını tutan, dînî vecîbelerini eksiksiz yerine getiren kimselerdir.
MEVLEVÎ ÂDÂBI
Tarîkatlerde âdap-erkân, usul önemli yer tutar. Bu durum Mevlevîlk’te en ileri seviyededir. Oturup kalkmanın, giyinmenin, yemek yemenin birer âdâbı vardır. Bunlar her ne kadar şekil unsuru ise de, temsil ettikleri bir iç anlam mevcuttur. Ayrıca ince ve zarif bir yaşama üslûbunun doğmasına yol açmıştır.
Su içilen bardak, üzerine oturulan minder, yatılan yastık, kaşla göz arasında zarifçe öpülür. Bu, eşyâya saygının bir ifâdesidir. Eşyâya saygı, onların gerçek sâhibi olan Hakk’a saygıdır.
Karşılaşılan iki kişinin yaptıkları: “Âdaptandır biz canlar ellerimizi önce iki elimizle sıkıca kavrar sonra aynı anda öperiz, fakir gibi bir Aşçı Dede dahî görüştüğü çocuğun aynı anda elini öper. Bütün akrabalar birazdan taşlıktaydılar hepsiyle teker teker ‘görüştük’, görüştük yâni karşılıklı olarak sağ ellerimizi kavrayıp başparmaklarımız
Mevlevî geleneğinde “sofrada dünyâ lakırtısı pek edilmez, herkes önündeki tepsiye kendi öndeki kısımdan kaşık sallar, birisi su içerken herkes kaşığını bırakarak onun tekrar başlamasını beklerdi.” (134)
Dervişlikte usuldür eşiğe basılmaz, eşik mukaddestir, kadîm bir Türk töresidir bu; ocak ve eşik hayatın temel noktasıdır. (197)
Âdettir, sohbete ya Mesnevî’den birkaç sayfa ya da Dîvân’dan birkaç şiir okunarak başlanır. Mehpâre Dîvân-ı Kebîr’i Amca beye getirdi, öpüp başına koyduktan sonra uzattı. “Aç kızım bir yerinden” dedi. (51)
MECÂZÎ VE HAKÎKÎ AŞK
Romanda bir ara Şeyh Gālip ve Beyhan Sultan aşkından bahsedilir. Şeyh Gâlip (1757-1798) Hüsn ü Aşk yazarı ve devrinin meşhur Mevlevî şâiridir. Beyhan Sultan pâdişah kızı, dünya güzeli ve zarif bir saray hanımefendisidir
“Biz aşk ehli çoğu kez Mecnûn’un ayak izlerini tâkip edip yürürüz, yâni kula aşk, Hakk’a aşkın ilk adımıdır. Dedemiz de görür görmez bu muhteşem güzelliğe tâ en derin yerinden tutulup âşık olmuş. Aşk, ucu kızıl korda ısıtılmış bir hançeri kavrayıp kalbe saplamaya benzer. Tutunca yanarsın, bu mecâzî aşktır, kalbe sokunca ölürsün, dünya ıstırabı biter, kalp ölür, buna da ölmeden evvel ölmek denilir. Gâlib Dedemiz bu aşkını ölünceye kadar saklamıştır; kim bilir belki onun hançerinin sapındaki kordur Beyhan Sultan, kalbine sokup ölüşü ise bin bir günlük dedelik yolculuğunun sırrı. Bizimkiler ‘yan fakat tütme’ derler; onlar da yandılar ama tütmediler. Bu gizli mâcerânın sonucu belki de Beyhan Sultana da hakîkî aşkın kapılarını açtı.” (179)
“Ölmeden evvel ölmek” tasavvufta önemli bir merhaledir. Bu merhaleye ulaşmanın hep mecâziî aşkla mı olacağı sorusuna Âlî Dede’nin cevabı şudur:
“Elektrik kablosunu bilirsiniz, bir tel ve etrafına sarılan kaptır bu. Mecazdan Hakka geçmek, kablosuz teli tutmaktır, bunda yanmak kül olmak da vardır, çarpılıp delirmek de; ya da Hakka ulaşmak… Bizim bin bir günlük çilemiz ise telin etrafına nasıl kablo olunacağının ilmidir. Ne yanarsınız ne de çıldırırsınız.” (180)
Gene de “aşk” konusu çok müşkildir:
“Derd-i aşkın müşkilin Yahya nice halleyleşin/ Söyleyenler kendin bilmez bilenler söylemez” demiş; Yahya Efendi; “anlamaya başlayan” için geleceği bilmenin önemi de kalmamıştır. (252)
VECD VE AŞK
Romanın önemli kahramanlarından biri, Paris’te felsefe tahsil etmiş olan Nesrin aynı şehirde öğretmendir. Âlî Bey onu himâye kanatları altın alır ve yavaş yavaş kemâle erdirir. Nesrin felsefe târihinden söz ederken Âlî Bey ve eşi tasavvuf târihi ve Mevlevîlik anlatır. Nesrin, tasavvufun Platon ve Stoacılar’ın fikirlerinin İslâmî versiyonu olduğunu ileri sürer. Dedemiz ise İslam Tasavvufunun en özgün tarafının “aşk” olduğu söyler:
“Aşk, ne Hint’de vardı, ne Antik Yunan’da; onların tamamında olan vecd İslâm tasavvufunda da vardı ve pek çok kişi bu vecdi aşk zannetmekteydi. (…) Gerçekten de tasavvuftaki aşk çok şiddetli sevgiden daha farklı mâhiyet taşımaktaydı. O sadece “O’na” duyulan bir aşktı. O ise her şeyde görülen yegâne varlıktan başka bir şey değildi.” (104)
AKIL-GÖNÜL
Yazarımız akıl-gönül ilişkisini ve farkını güzel açıklar:
“Akıl gönlü kapsayamasa da anlayabilir, gönülde ışıklar saçan aşkı anlayan akıl onu şiirle, hatla, mûsikîyle belki de hikâyeyle, romanla anlatır. Hz. Pîr’in yaptığı da bu değil midir? Akıl olmasaydı gönülde bir saf aşk hâlinde coşan duygular, Mesnevî-i Şerifhâline girebilir miydi? Aşkı hissetmek, gönlün derûnunda duymak bir zirve idrak ediştir; bu yola çıkanlar akıl olmadan nasıl okur, nasıl dinler ve nasıl anlayabilirler? Aşk belki de aklın üzerine kurulmuş farklı ve üstün bir algılayış seviyesidir. Gönle akılla yaklaşıp oradaki aşkı yani kendisini idrâk eden aşkın durumudur belki de… Bu yüzden Hz. Mevlâna ‘Aşk nedir?’ suâline ‘Ben ol da bil’ cevabını vermektedir.” (172)
*
GÜLBANG
Gülbang (g harfi ince söylenir), tekke çevrelerinde yüksek sesle okunan dua cümleleri demektir. Hatim, seyahat, zifaf, cenâze gibi çeşitli amaçlarla düzenlenmiş gülbangler vardır. Ayrıca Mehter Gülbangi meşhurdur. Âlî Bey’in roman boyunca birkaç yerde yemek gülbangi okuduğu görülür:
“El-hamdü lillâh, eş-şükrü lillâh; Hak berekâtın vere, erenlerin nân ü ni’metleri müzdâd ola; ashâb-ı hayrâtın rûh-i revanları handân u şâdân, bâkîler selâmette ola; bu gitti, ganîsi gele, demler, safâlar ziyâde ola. Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Ateşbâz-ı Velî, Kerem-i îmâm-ı Alî, Hû diyelim Hû!..” (60)
Başka bir gülbang şöyledir:
“Vakt-i şerifler hayr ola, hayırlar feth ola, şerler def ola, kulûb-ı âşıkân küşâd ola; demler, safâlar ziyâde ola, dem-i Hz- Mevlâna, sırr-ı Şems-i Tebrizî, kerem-i İmâm Âlî, hû diyelim hû!..” (103)
TEKKELERİN KAPANMASI
1925’te bütün tekkeler gibi Mevlevî Dergâhları da kapatıldı. Yılmaz Soyyer, Âlî Dede’nin ağzından bu konuda değerlendirmeler yapar:
“Dergâhlar bin yıllık bir çınardılar, artık hücrelerinde, köklerinde tasavvuf öz suyu lâyığınca dolaşamıyordu. Ağacın iriliğine bakıp özün de sağlam olduğunu zannediyorduk hep ama bu gizli ölümü, kurtlar, solucanlar, kuşlar, sincaplar dahî anlamışlardı.” (53)
Dedemizin kapatmadan dolayı bir kızgınlığı yoktur, Mustafa Kemal’e saygısı büyüktür. “Açan da kapatan da Hak’tır. Hak kapısını kul kapatabilir mi?” der.
Gene de alışageldiği hayat tarzının birdenbire değişmesi onda ciddî sıkıntılara yol açmıştır. Bir keresinde şöyle der:
“Mevlevîlik meğerse bizim bütün hayat sâhamızı kuşatmış. Yasaklanan sadece cübbe ve dastâr, giymeyiveririz; âyin-i cemi yapmayıveririz; namazımız, orucumuz, kelime-i şahâdetimiz çok şükür serbest demiştik. Gök kubbe dergâh, yer küre meydan, gönlümüz âyin-i cemde dâima diyor, bu şekilde de yaşayabileceğimi
Tekke mensuplarının geçim derdine düştüğü, hattâ günlük hayatta baskıya maruz kaldığı belirtilir. Buna rağmen aldığı eğitim gereği Dedemiz ümitsiz değildir. Dergâh binası kapanmış, kıyâfetler yasaklanmıştır, ama yeni duruma uyum sağlamak gerekir. Mevlevîlik ahlâk yolu, sanat anlayışı ve nezâket demektir. Bunlara saâhip olan kimsenin misyonunu her ortamda temsil etmesi ve yaşatması gerekir. Âlî Dede’nin diliyle: “Devlet gönlümüze de kilit vuracak değildi ya!..”
Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ
medeci42@yahoo.com
#Mehmet DEMİRCİ