MEY VE NEY: AŞKIN BİRLİĞİ
Semih Ceyhan
Âteş-i “ışkest ki ender ney fütâd
Cûşeş-i “ışkest ki ender mey fütâd
Sufi gelenekte ilâhî aşkı manzum dil-lendirenler arasında Sultânu”l-âşıkîn İbnü”l-fârız ve Sultânu”l-ârifîn Hz. Hüdâvendigâr Mevlâna Celâleddin Rûmî en önemli iki timsâldir. Bu iki timsalin Osmanlı”daki başlıca mümessilleri Hamriyye (meynâme) kasidesi şerhiyle Abdullah Salâhî Uşşâkî (v. 1197/1782) ve Mesnevî (neynâme) şerhiyle İsmail Rüsûhî Ankaravî (v. 1041/1631)”dir. Uşşâkî ve Rüsûhî, şerhlerini İbn Arabî irfânıyla kâleme alıp, aşk hazinesinin kilidini, marifet miftâhıyla şerh etmişlerdir. Zira arifler kalblerinden dillerine, dillerinden kâlemlerine sereyân eden kelimeleri tekrar O”na döndürmekle me”mûr olduklarından, şerh ve kitâbet arifler indinde bir mirâcdır. Nâsût mertebesinden lâhût mertebesine urûcda muhabbet ve aşk marifetin sonu, nâsût mertebesine nüzûlda marifet muhabbet ve aşkın nihâyeti ise, aşk ve marifet kavsinde şerh ve kitâbet deverân etmelidir.
A-Aşk kelimedeki “ayn harfinin kesre okunmasıyla (“ışk),aşırı muhabbet anlamına gelir ki, zâtın sıfâta meylinden kalbde zuhûr edip, tüm damarlarda akıp, bütün organ ve melekelerde cereyân eden hakîkattir. İncizâb derecelerinin ilki muhabbet ise, aşk sonudur. Muhabbet mertebelerinin sonu olması itibariyle de aşk, muhabbettin bâtınıdır. Keyfiyyetindeki ziyâdelik ve zuhûrundaki şiddet hasebiyle bâtın olmuştur. Lâkin aşk ve muhabbetin ikisi de aynı hakîkattir. Muhabbetin zuhûru artsa, aşk denilir. Aşk muhabbetten teferru” eder. Zâhir bâtına râci olduğu gibi, bâtın zâhirin aslıdır. Zâhir ve bâtın, evvel ve âhir, asıl ve fer hakîkatte bir manadır.
Ş-Aşk iki“dir: Mecâzi ve hakîkî aşk. Şayet mecâzî aşk, iffetli olursa, kalbin bâtını olan sırrın latifleştirilmesine sebep, hakîkî aşka vesile ve bahane olur. Bu sûretle himmetler tek bir himmette toplanır. Böylece maşûka hizmet tatlılaşır, maşûka itaat ve emrine imtisâlde yorgunluk ve meşakkat bırakmaz. Zira isneyniyyet (ikilik) mertebesindeki teklifin sırrı aşk üzerine mebnîdir ki, insandan başka bir kimse aşka tahammül edememiştir. Dolayısıyla âteş-i aşk azâb-ı ekber ve uzûbet-i kübrâdır. Zira her insanın kârı değildir.
bir büyük dağı delip boynuna takmak gibidir
her kişi âşık olurdu eğer âsân olsa.
(Olanlar Şeyhi İbrahim Efendi, Sohbetnâme)
K- Âşık ile maşûk arasındaki irtibâtın adı olan aşk, süflî-ulvî seyrinde beş mertebe kaydeder: hayvânî, tabii, rûhî, aklî ve ilâhî aşk. Hayvânî (behîmî) aşk, nefs-i emmârenin eseri, heva ve hevesin tesirinde ve ancak şehvet ve nefsin arzularının tatmin edildiği aşktır. Tabii aşk, âlemde bulunan unsurlar arasındaki letâfetten ortaya çıkan cismânî aşk olup, rûhânî aşka köprü olduğu takdirde değerlidir. Rûhânî aşk ise havas ehlinde bulunan, hem cismânî hem de rûhânî güzelliklere yöneliktir. Şayet bu aşkta nefsin her hangi bir tesiri olmazsa, rûhânî âşık ilâhî aşka ulaşıp arifler derecesine yükselebilir. Zira rûhânî aşk melekût âlemine yükselmek için bir merdiven vazifesi görür. Melekût âleminde tecellî eden güzellikleri müşâhededen zuhûr eden aşk ise aklî aşktır. Aklî aşktan ilâhî aşka geçilir ve ilâhî aşk aşkların en yücesidir.
I.
Nûş edip yâdını yârin olmuşuz mest-i müdâm
Bulmadan bu bâğ-ı âlem tâk-i engûrla nizâm
Abdullah Salâhî Uşşâkî
(Hamriyye kasidesi I. Beyit tercümesi)
Aşk, Hakk”ın sıfatıdır (muhib). Hakkın sıfatları ise mukayyed olmayıp, Zât”ına delalet etmesi açısından mutlak, kadim ve sonsuzdur. Muhabbet ve aşk, Hakk”ın dışındaki varlıklar için kullanıldığında bir nisbet olarak mecaz, Hakk”ın bir sıfatı olması itibariyle de hakîkattir. Hakîkatte aşk ve muhabbet Hakk”ındır. Aşk Hak-tır.
Kudsî hadiste “Gizli bir hazine idim. Bilinmeyi istedim (muhabbet ettim).” buyurulur. Hakkın bilinmesi yaratılıştaki (zuhûr) gayedir. Gayenin tahakkuk etmesi için, bilinmenin kaynağı olan Hakkın isteği (mürid) yani sevgisinin (muhib) zuhûr etmesi gerekir. Nitekim ayette “O onları sever. Onlar da O”nu sever. (Maide 45)” buyurulmuştur. O”nun onları sevmesi, onların O”nu sevmesini önceler. Önce olan asıl olandır. Asıl olan hakîkî olandır. Hakîkî muhabbet ve aşk, Hakk”ın kullarına yönelik öncellikli muhabbetidir ki, bu muhabbet olmasa kullar Hakk”ı asla sevemezler. Kulların Hakk”ı sevmesi, Hakk”ın kulları sevmesine bağlıdır. Hak kulları sevdikçe, kullar Hakk”ı severler. Kullar Hakk”ı sevdikçe, Hak da kulları daha fazla sever. Ta ki kul sevgisiyle Hak”ta fânî olur (fenâ). Kulun sevgisinin Hakk”ın sevgisinde fânî olması, mecâzîn hakîkatte, mukayyedin mutlakta fânî olmasıdır. Bu sûretle tek bir aşk kalır ki, o da ilâhî aşktır ve hakiki olandır.
Bizler ilâhî aşkla Allah”ı sevdiğimiz gibi, Allah da bizleri ayn-ı aşkla sevmektedir. Ancak Allah öncellikle kendi Zât”ını, sonra bizleri sever. Allah Zât”ını Zât”ı için Zât”ında sever. Bizleri Zât”ından ve Zât”ını sevmesinden dolayı sever. Zira hakîkatlerimiz varlık kazanıp zuhûr etmeden önce mutlak gayb olan Zât”ta sâbit ayn”lar olarak mevcûd olduğundan, Allah”ın Zât”ını sevmesi aynı zamanda bizleri sevmesi demektir. Böylece bizler ezelde ilâhî muhabbete konu olmuşuzdur. Bizler Allah”ın bize olan muhabbetiyle mükellef kullar olarak tecellî suretiyle âşıklar halinde zuhûr etmişizdir. Öyleyse aşk emanetini tekellüf eden âşıklar, emaneti sahibine tevdi etmelidirler. Zira gerçekte âşık-aşk-maşûk O”dur.
Yaratılışımız, Hakkın Zât”ının, Zât”ına ayna mesabesinde olan âleme ve âlemin özü olan bizlere isimleri ve sıfatları vasıtasıyla tecellî etmesiyle gerçekleşir. Tecellî ise iki türlüdür: Birincisi Hakkın gaybî olan ilminin tecellîsi ki, Hakkın Varlığı”nın ilminde mündemiç olan ayân-ı sâbitemiz, kabiliyetlerimiz ve istidâdlarımız vasıtasıyla yine Hakk”ın kendine zuhûrundan ibaret tecellîdir. Bu tecellîde ayân-ı sabite denilen hakîkatlerimiz, henüz varlık kisvesine bürünüp bu âlemde görünmemiş, ancak kokusunu almış ya da tatmıştır. Bu açıdan marifet, aşk ve muhabbet benzeri kemâlât kendi hakîkatlerinde pinhândır. İkinci tecellî ise istidâd ve kabiliyetlerimiz dahilinde bizlerin önce ruh, sonra da misâlî ve hissî suret kazanarak bu âlemde Görücü”ye (basîr) çıkmamızla gerçekleşir. Bu tecellîde Hakk”ın Varlığı mertebeler halinde zuhûr eder. İlk tecellîde münderiç olan istidâd ve kabiliyet oranındaki hakîkatlerimizdeki ilim ve aşk kemâlleri, bu âlemde ikinci tecellîye meclâ olur.
Bizler en sevgilinin mey(l)ini yâd ederken, mest ü meyyâl olanlarız.
Bizler mâdde-i mey halk olunmadan mahlûk-ı sekrân olanlarız.
İbn Fârız-Salâhî Uşşâkî kavlince bizler ilâhî aşk meyini nûş ettik. Zira a”yân-ı sâbite mertebesindeki istidâd ve kabiliyetlerimiz ilâhî aşkı kabul etti. Mey ile mest ü sekrân olduk. Zira ilâhî aşktan sarhoş olmaya istidadımız vardı. Yâri yâd ettik. Zira bizler Hakkın ilmî tecellîsine mazhar olduk. Bizler âlem bağındaki üzüm salkımı daha yaratılmadan mest olduk. Zira ilmî tecellîye mazhar olmamız, mevcûdâtın yaratılmasından önceydi.
Hâsılı bizler Hakkın ayân-ı sabitemize ilk tecellîsinde Hakkın kendisinden kendisiyle kendisine olan ilâhî aşkından ve aşk şarabından tadıp sarhoş olmuşuzdur (sekr). Sarhoşluğumuz bu âlemdeki üzümün yaratılmasından öncedir. Sarhoşluğumuz varlık kisvesine bürünmeden öncedir. Sonra ikinci tecellî ile varlık kisvesine büründük ve ayıldık (sahv). Aşkta fenâdan aşkta bekâya, aşkta sekrden aşkta sahva döndük. Böylece Varlık ve aşk dairesi tamamlandı.
A-Âşık insan-ı kâmildir. “mecaz hakîkate ulaştıran köprüdür” anlayışınca, aşka dair tüm mecazları ilâhî aşkı hakîkî manasıyla nazmetmeye tevcih eden Mevlânâ”ya “aşk nedir?” diye sorduklarında, “benim gibi olursan, bilirsin” diyerek tariften sakınır ve ardından şu ilaveyi yapar “aşk u muhabbet bî hisâbest (aşk ve muhabbet hesaba gelmez ve nihâyetsizdir)”. Aşk Zât mertebesine taalluk eder. Aşk âleminde ikilik olmaz ve âşık ile maşûkun arasına muğâyeret sığmaz. Nitekim ahadiyyet ahadiyyesinde “bilinmeyi sevdim” diyen ve arz-ı muhabbet kılan O maşûk nihân idi. Âşıklar katında hâlen durum kemâ kân”dır ve o an bu an ve bu şân o şândır.
Ş- Âşıklar, hakîkî maşûkun sûretinde tecellî ettiler ve aşkın manaları insan-ı kâmilde cem olundu. Hakîkî maşûk âşıklarla kendini perdeledi. Perde kalktığında maşûktan başkası nümâyân olmadı. Öyleyse her şey maşûktan ibâretti. Asl-ında âşık görünen, maşûktu. Seven kişi aynı zamanda sevgiliydi. Seven kişi bir bakımdan âşık ise, bir bakımdan maşûktu. âşıkın “aynen mâşukta intivâsı, mâşukun âşıkta hükmen inzivâsından sonra Vahdetin galebesiyle indirâc tahakkuk etti.
I-Aşık, aşkın bir itibârı, maşuk bir diğeri idi. Aşk her ne kadar mâşukluk itibariyle daima kendi kendini müşâhade etmekte ise de, âşıkın aynasında mâşukun cemâl ve kemâlini görmeyi sevdi. Âşıkın aynasına bakınca kendi sûretine âşık oldu. “O onları sever, Onlar onu sever.” Ayetinin zemzemesi cihana salındı. Âşık kendi zatının aynasına baktı, maşukuyla hem renk olduğunu bildi, hayretlere gark olup bi-hod kaldı.
K-Madem ki insan-ı kâmil âşıkdır ve âşık aşka rehberdir, hâmûş olmanın vaktidir. Madem ki, o esrârdan dem vuracak, kulaktan ibaret olmanın vaktidir. Madem ki o, hakîkat nağmelerini terennüm edecek, aşk ve marifet devranına girmenin vaktidir.
II.
Âteş-i aşktır ki düştü bu neye
Cûşeş-i aşktır ki düştü bu meye
Süleyman Hayri Bey
(Mesnevî I-X. Beyit Tercümesi)
Aşk ateşiyle yanmış insan-ı kâmili temsil eden ney, bağrında ilâhî aşkın ateşi tutuşan sazdır. İlâhî aşk meyinden içebilmiş olanlar insan-ı kamillerdir. Onlar bâtınlarındaki aşk şarabını gün olur söz kadehlerine koyar ve bu şaraptan içmeye kabiliyetli olan aşka âşık olanlara sunarlar.
Evliyanın derûnunda olan ateş aşktır ki, maşûk ve bâkî olandan başkasını onlarda bırakmaz. Aşk ateşi vücud küpündeki meye düştüğünde, feyezan ederek zevk ve neşvelendirir. İstidadlarımızdaki neşveler, aşk ateşinin yalımından aldığımız hisse kadardır. Aşk bir”dir ama hissedarlar muhtelif.
Velhâsıl aşk ateşi hakikatte neye düştü. Zira âşıkın dil-i onu işitmekle yandı. Aşk feyezan etti, hakikatte meye düştü. Zira onu nûş eden ızdırâb-ı azîm buldu. Ney insan-ı kâmilin suretine, mey suretin batınındaki zevke müşâbih oldu. Mey ve Ney, mana ve surete işaret oldu. Kelam kavsini tamamladı.
Âşıka kâlinden dolayı ta”n olunmaz.
Bibliyografya:
1.Abdullah Salâhî Uşşâkî, Şerh-i Kasîde-i Hamriyye, Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmut Ef. Nr. 3734, 2a-4b.
2.İsmail Ankaravî, Şerh-i Kasîde-i hamriyye, Süleymaniye Ktp. Hâlet Ef. Nr. 796, 2a-3b.
3.İsmail Ankaravî, Mecmûatü”l-letâif ve Matmûratü”l-maârif, İstanbul 1289, s. 37.
4.İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu”l-mesnevî, İstanbul 1287, s. 37-39.
5.Kenan Rifâî, Şerhli Mesnevî-i Şerîf, İstanbul 1973, s. 6-7.