Mîr Hamza Seyyid Nigârî

Mîr Hamza Seyyid Nigârî[1]

21. batından Hz. Mevlânâ’nın torunu
Yrd. Doç. Dr. Ahmed Selâhaddin HİDÂYETOĞLU[2]

Bu yazı, babasından Kâdirî, medreseden Nakşî, tarîkatten Mevlevî ve mihrâbında Bayramî olan dayım Hâfız İsmail Zekâyi (SARSILMAZ) Efendi’nin aziz rûhuna armağanımdır.

*

Mîr Hamza Seyyid Nigârî, Dağıstan’da Karabağ’a tâbi Peküşâd Kasabası’nda 1220/1805’de bu âleme doğdu. (Bâkî âleme dönüşü: 1886)

Seyyid Emîr Paşa ve Hayrünnisâ Hanım’ın oğludur. Büyükbabası Seyyid Rızâ ve dedeleri ulemâdan idiler. Büyük cedleri Şeyh Seyyid Muhammed Şemseddîn, Medîne-i Münevvere’den Karabağ’a hicretle Çiçimli Köyü’nde yerleşen muhterem bir zâttır.

Seyyid Nigârî henüz dokuz yaşında iken Karabağ Hânedânı’ndan Nigâr Hanım’ı, rüyâsında görerek âşık oldu. Bu mecâzî aşkı, hakîkî aşka inkılâb etti; ma’nevî terakkîsine sebeb oldu. Onun için şiirlerinde “Nigârî” mahlasını kullandı.

Mîr Hamza, ilmî tahsîlini tamamladıktan sonra, bir mürşid aramak üzere seyâhate çıktı; Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin şöhretlerini işitip ona ulaşmak istedi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin, ebediyyet konağına göç ettiği haberini alınca, halîfelerinden Şeyh İsmâîl-i Şirvânî’ye (? – 1853) intisâb etti.

Şâh-ı Merdân Hazret-i Alî’ye ve Hânedân-ı Ehl-i Beyt-i Resûl’e olan hayrânlığı ve fart-ı muhabbeti sebebiyle, Mîr Hamza’ya râfızî diyenler olmuştur. Böyle diyenlere şu beytiyle cevap verir:

“Hâricîyim sevmesem dâmâdını Peygamber’in
Râfizîyim fark edersem Haydar’ı Fârûk’dan”

Hazret-i Peygamber Efendimiz’in dâmâdı Hazret-i Alî’yi sevmesem, hâricîyim; Haydar’ı (pek cesur ve kahraman oluşundan dolayı kendisine Aslan lakabı verilen Hazret-i Alî’yi), Fârûk’dan (haklıyı haksızdan ayırmakta usta ve güçlü olması ve adâleti tam ma’nâsıyle yerine getirmesi hasebiyle Fârûk unvânıyle ün kazanan Hazret-i Ömer’den) ayırt edersem râfizîyim. Ben ne hâricîyim; ne râfizî[3]… Ben çâr-yâr-i bâ-safâyı ve âl-i beyt-i Mustafâ’yı seviyorum…

Hâricîler de; Râfizîler de Kur’ân ve Sünnet’in rûhuna uymayan; ehl-i sünnet akîdesinin dışında kalan topluluklardır. Onların bozuk akîdelerinden birini, beyitle ilgili olması bakımından belirtelim:

Hâricîler, Hazret-i Osman ile Hazret-i Alî’yi dost bilip sevenleri mü’min saymazlar. Râfizîler de yalnızca Hazret-i Alî’yi sevip, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Âişe’ye buğz ederler; onları düşman bilirler.

*

Aziz Mürşidi, Şeyh İsmâîl Sirâceddîn-i Şirvânî’nin ifâdesiyle Mîr Hamza Seyyid Nigârî, varlığını İlâhî Aşk ile yok etmiş, mürşidi Aşk olan bir Ârif’dir. Nitekim, mürşidinin emri ve izniyle Kutbu’l-Âşıkîn olan Mevlânâ Muhammed Celâleddîn-i Rûmî’nin (604/1207 – 672/1273), cümle Hakerenler tarafından Ka’betü’l-Uşşâk[4] denilen Türbesi’ni ziyaret ederek, O’nun Dergâhı’nda bir erbaîn çıkarır.[5] Buradan, Mekke-i Mükerreme’ye oradan da Medîne-i Münevvere’ye giden Mîr Hamza Nigârî, Sevgili Peygamber Efemdimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzûrlarında, Ravza-i Pâk-i Itır-nâk’de bir erbaîn çıkarır.

Ekseriyâ Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî-i Ma’nevî’sini; Abdurrahman Molla Câmî (817/1414 – 898/1492), Hâfız-ı Şîrâzî (? – 792/1390) ve Fuzûlî (896/1490? – 974/1556) Dîvânları’nı mütâlaa etmekle safâ-yâb olduğu rivâyet edilmektedir.

Bu, mürşidi Aşk olan kadri yüce zâtın Türkçe ve Farsça Dîvânı ile Nigâr-nâme ve Fütûhât-ı Mekkiyye’ye Tavzîhât adlı eserleri vardır.

*

**

*

I

Nice ağlamayam kılmayam feryâd
Giriftârım aşkın bî-nevâsıyam
Leylâ’nındır Mecnûn, Şîrîn’in Ferhâd
Ben de Şâh NİGÂR’ın mübtelâsıyam

II

Neylerim dünyâyı neylerim mâlı
Neylerim Keşmîr’i neylerim şâlı
Ben dîvâne oldum zülfün pâmâlı
Server-i hûbânın bir gedâsıyam

III

Zâhiri melâmî bâtını bî-kîn
Peymânesi memlû bâdesi rengîn
Sahn-ı meyhânede seccâde-nîşîn
Zümre-i rindânın müktedâsıyam

IV

Halka-i rindânın çalarım NÂY’ın
Giriftârım aşkın çekerim YÂY’ın
Tanımazam mezheb bilmezem ÂYÎN
Kilisa-yı aşkın MESÎHA’sıyam

V

Ey SEYYİD NİGÂRÎ ey aşk-ı tuğyân
Ey âşık-ı şeydâ, ey kârı efgân
Kârubân-ı aşka benim sârübân
Ferhâd u Mecnûn’un reh-nümâsıyam[6]

 

Seyyid Nigârî Hazretleri’nin Bir Na’t-i Şerîfi[7]

Na’t-i Şerîf

 Alemlere Rahmet Olan Ahmed Muhammed Mustafâ
Salla’llâhu Aleyhi Ve Sellem
Efendimiz’e Medhiye

I.

Sana ey tâc-ı serim Şâh-ı Şerîat mi diyem
Efser-i dîn mi veyâ cekka-i millet mi diyem
Kamer-i Leyle-i Esrâ mı hidâyet mi diyem
Sâir-i arş-ı berîn tâir-i kudret mi diyem
Gül-i gülzâr-ı safâ bülbül-i ülfet mi diyem
Dür-i deryâ-yı vefâ kân-ı sehâvet mi diyem
Kulzüm-i lutf mı yâ kûh-i kerâmet mi diyem
Ni’met-i mahz mı yâ âleme rahmet mi diyem
Bilmezem aynına âfet sana sûret mi diyem
Şaşmışam vasfda âyâ buna hayret mi diyem

Sana Ahmed mi Muhammed mi Muhabbet mi diyem
Yoksa Mahbûb-i Hudâ Şâh-ı Melâhat mi diyem

I.

Ey Başımın Tâcı Efendimiz! Sana Şerîatin Şahı mı (Kur’ân-ı Kerîm’in hükümleriyle hükmeden, yüce şerîati ve güzel nâmı ebediyete kadar bâkî, saltanatı Hak Teâlâ tarafından te’yîd edilen Pâdişâh mı) diyeyim?

Dînin tâcı mı, yoksa mevcûdâtın baş tâcı mı diyeyim?

Esrâ Gecesi’nin (İsrâ Sûresi’nin birinci âyet-i kerîmesinde[8] buyurulduğu gibi, Allâhu Teâlâ’nın, kulu Muhammed Salla’llâhu aleyhi ve sellem’i Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübârek kıldığı Mescid-i Aksâ’ya götürdüğü o gecenin) kameri, ya’ni ay ışığı mı diyeyim?

Allah’ın kudretiyle uçarak, en yüce arşa yolculuk eden mi diyeyim?

Safâ gül bahçesinin gülü; muhabbetin bülbülü mü diyeyim?

Vefâ dünyâsının incisi, sehâvet (cömertlik) pınarı, menbaı mı diyeyim?

Lutuf denizi mi veyâ kerâmet (kerem, ihsân) dağı mı diyeyim?

Katıksız sâf, hâlis ni’met mi veyâ âleme rahmet mi diyeyim?

Gözüne âfet, sana sûret mi diyeyim? Muhabbet, şefkat ve inâyet nazarınla, kendine birdenbire âşık eden, bir güzel gözlü güzel mi diyeyim? Sana, saymakla bitiremiyeceğim güzel vasıflarını gösteren, güzel bir sûret mi diyeyim?

Bilemiyorum… Güzel vasıfların karşısında düşünemez, muhâkeme edemez bir hâle gelmişim; şaşırıp kalmışım… Bu hâlime hayret mi diyeyim?

Ey bâşımın tâcı Efendimiz Salla’llâhu aleyhi ve sellem! Sana Ahmed mi, Muhammed mi, Muhabbet mi, yoksa Allah’ın mahbûbu (sevgilisi), ebedî güzellerin sultânı; ebedî güzelliklerin sâhibi mi diyeyim?

***

Sevgili Peygamber Efendimiz’in en meşhur isimleri Ahmed ile Muhammed’dir. Bu iki isim “hamd” maddesinden alınmıştır ki, senâdan ve kişinin fazîletini anarak övmekten ibârettir.

Ahmed, Allah’ı yüce sıfatlarıyla ve kudret eserleriyle güzelce öven ve övmesini bilen kimse demektir.

Muhammed de, fazîlet ve güzellikleri anılarak övülmüş kimse demektir. Resûlu’llah Efendimiz, Muhammed olmazdan evvel, Ahmed idi. Resûlu’llah, kendisi halk olunmazdan evvel; kendisi hamd ü senâ edilmezden önce, Allah’a hamd ü senâ etmiştir. Bu cihetledir ki, Peygamber Efendimiz’in adı, geçmiş peygamberlerin kitaplarında zikredilmiş, Muhammed adı ise Kur’ân-ı Kerîm’de verilmiştir.[9]

Sevgili Peygamberimiz’in, Hazret-i İsâ Aleyhi’s-Selâm tarafından Ahmed ismiyle müjdelendiği Kurân-ı Kerîm’de bildirilir.[10]

Allâhu Teâlâ, Kelime-i Tevhîd’de ismini, kendi İsm-i Celîli’yle birlikte anar.

 

Efendimiz’in Muhammed adı,

Âl-i İmrân (3) Sûresi’nin 144.[11] ; Ahzâb (33) Sûresi’nin 40.[12] ; Fetih (48) Sûresi’nin 29.[13] ve Muhammed (47) Sûresi’nin 2.[14] âyet-i kerîmelerinde geçmektedir.

Muhabbet, Allah’ın kulunu, kulun Allah’ı sevmesi; Allah’ın kulunu, kulun Allah’ı velî ve dost edinmesi demektir. Nitekim Mâide Sûresi’nin elli dördüncü âyet-i kerîmesinde, Allah’ın sevdiği, sevdiğinin de, kendisini sevdiği mü’minlerden bahsedilir. Aynı sûrenin elli beşinci âyetinde de “Mü’minler! Sizin yâriniz, dostunuz ancak Allah’dır”[15] buyurulur.

 

Âlemin yaratılışına sebeb, muhabbettir; aşkdır. Muhabbet ehli tarafından beyan edilen bu hakîkat, yine onların diliyle şöyle ifâde edilir:

“Muhabbet’den Muhammed oldu hâsıl

Muhammed’siz Muhabbet’den ne hâsıl”

Binâenaleyh Muhabbet, Ahmed ve Muhammed Aleyhi’s-Salâtü ve’s-Selâm Efendimizin sıfatıdır.

Bir mü’min, Allah’ın habîbi, sevgili Peygamberimiz’i, “Nefsinden, evlâdından, babasından ve bütün halkdan daha çok severse, gerçek mü’min olur[16]. Yegâne sevgilisi Habîbu’llâh olan mü’min, îmânın zevkini tadar. Allah’ı seviyorum diyen mü’min, Allah’ın Habîbi’ne uymak mecbûriyyetindedir.

Allahu Teâlâ, aşkının ve muhabbetinin emsâlsiz ve yegâne temsilcisi Hazret-i Muhammed Salla’llâhu aleyhi ve Sellem’e şöyle buyurur ve Habîbinin dilinden sevdiklerine der:

“Habîbim! De ki:

Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir[17].

 

Mahbûb-i Hudâ; Habîbu’llah, Cenâb-ı Hakk’ın Yâri, Dostu, Sevgilisi demektir. Bu isim yalnızca Hazret-i Peygamber’e mahsûstur. O, hem Cenâb-ı Hakk’ın yâridir, Habîbu’llah’dır, hem de bütün insanların sevgilisidir.[18]

Şâh-ı Melâhat: Ebedî güzellerin, ebedî güzelliklerin sâhibi demektir.

“Ben Arapların en güzeliyim” meâlindeki hadîs, Cenâb-ı Hakk’ın maddî ve ma’nevî bütün güzelliklerini lutfettiği Hazret-i Peygamber’in fizikî ve ahlâkî yönden mükemmelliğini gösterir. Zîrâ Yüce Peygamber, fizikî güzelliğin timsâli olan Hazret-i Yûsuf’u gölgede bırakacak bir yapıdadır; diğer yandan bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de yüce bir ahlâk üzerine[19] yaratıldığı açıkça belirtilmiştir.[20]

Sevgili Peygamber Efendimiz’in güzel isimleri anıldıkça Salavât-ı Şerîfe okumak; O’na Salât ü Selâm’da bulunmak vâcibdir; İlâhî bir emirdir. Allahu Teâlâ, mü’minlere hitâben:

“Allah ve Melekleri, Peygamber’e çok Salât ederler (O’nun şerefini gözetmeğe, şânını yüceltmeğe özen gösterirler). Ey Mü’minler! Siz de O’na salât edin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin[21].” buyururlar.

 

Hazret-i Ali Radiya’llâhu anh ve kerrema’llâhu veche, Allâhu Teâlâ’nın mü’minlere hitâbını, kendi hissedişiyle yorumlayarak der ki:

“Cenâb-ı Hak, Habîbim’e salât ederken O’nun şânını, yalnız dilinizle değil, nefislerinizle, kalblerinizle, rûhlarınızla da ta’zîm ve tekrîm edin buyurmuştur[22].”

 

Salât, Allah’dan rahmet, tebrîk, temcîd;

Meleklerden istiğfâr;

Mü’minlerden duâ, ma’nâlarını ifâde eder.

Selâm, Allah’ın Esmâ-i Hüsnâsı’ndandır; güzel isimlerindendir. Yâ Rasûla’llah! Her türlü noksanlıklardan ve âfetlerden selâmet sana ve berâberlerinde bulunanlara olsun. Yâ Habîba’llah! Cenâb-ı Hak, kefîlin olsun; seni ebediyyen korusun, dâimâ himâye etsin; sana ikrâmları ve yardımları bâkî olsun, demektir.

Teslîm de, Resûl-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem Efendimiz’e, barış ve barışıklık içinde olarak davranmak ve boyun eğmektir[23].

 

Duâ eden mü’minin, Sevgili Peygamber Efendimiz’e, Salât ü Selâm etmedikçe duâsı perdelidir, Allâhu Teâlâ’nın katına ulaşmaz.

Duânın rükünleri, kanatları, vakitleri, sebebleri vardır. Duânın rükünleri:

Huzûr-ı Kalbdir,

Rikkattir (Gönül inceliğidir).

Huşû’dur (Gönlün tevâzû içinde, Allah sevgisi ve saygısıyla dolu olmasıdır).

Duânın kanatları:

Sıdk u ihlâstır (Doğruluk ve samîmiyettir). Kalbin Cenâb-ı Hakk’a tam bir sûretle bağlanmasıdır.

Duânın vakitleri:

Seherlerdir.

 

Duânın sebebleri de:

Allâhu Teâlâ’nın Habîb-i Edîbi ve Resûl-i Necîbi, Sevgili Peygamber Efendimiz’e Salât ü Selâm’dır[24].

Salât ü Selâm ifâdelerinden birini teberrüken kayd edip okuyalım:

“Allâhümme Salli Alâ Muhammed.”

“Yâ Allah!

Muhammed’in zikrini yücelt, şan ve şöhretini artır;

Da’vetini gâlib ve

Şerîatini dâim kıl.

Bu sûretle O’nu dünyada da, âhiretde de tekrîm ve ta’zîm buyur. O’nu, ümmeti hakkında şefaatçi kıl. Ecrini, derecesini kat kat artır” demektir[25].

Mümkün olduğu kadar çok salât ü Selâm getiren mü’minler, elbette, Âlemlere Rahmet ve mü’minlere Raûf ve Rahîm olan Sevgili Peygamber Efendimiz’in sevgisini kazanır; şefâatine nâil olur.

Salavât-ı Şerîfe okuyan mü’minlere Efemdimiz, Aleyhi’s-Salâtü Ve’s-Selâm’ın müjdelerinden birkaçını teberrüken sunalım[26]:

“Kim bana, bir kere Salât ederse, Allah ona on Salât eder; onun on günâhını siler, onun on kat derecesini artırır.”

 

“Cebrâîl’e mülâkî oldum da bana şöyle dedi:

Sana müjde ederim, Allah diyor ki:

Kim sana Selâm verirse, ona selâm veririm;

Kim sana Salât getirirse, ben ona Salât ederim.”

 

“Nerede olursanız olunuz, bana salavât getiriniz. Muhakkak salavâtlarınız bana ulaşır.”

**

*

II.

Gark-ı deryâ-yı günâhım eger ey tekye-gehim
Gam değil lutfun ile kim bana neyler günehim
Bulmuşam çâre-i mihrinle ki ey rûy-i mehim
Feyz-i çeşminden alur dâr u derûn-ı tebehim
Kaşların şâm u ruhun vakt-i seher secde-gehim
Şâm nâlemle yanar âhım ile subh-gehim
Pây-mâl eyle bu ser-geşteni kim hâk-i rehim
Dolanam başına göster yüzün ey serv-i sehîm
Olmasun dîde-i ter gayre olursa nigehim
Kalmışam mahz-ı tereddüdde ki ey pâdişehim

Sana Ahmed mi Muhammed mi Muhabbet mi diyem
Yoksa Mahbûb-i Hudâ Şâh-ı Melâhat mi diyem

*

II.

Ey dayandığım, sığındığım Efendimiz Salla’llahu Aleyhi Ve Sellem! Eğer günâhım deryâsına batmış isem, gam çekmem.

Lutfun ile günâhım bana neyler? Zîrâ senin şefâatin, ümmetinden büyük günâh işleyenleredir. Şefâatine hüsn-i zannım tamdır.

Nitekim bir Hadîs-i Şerîfleri’nde Peygamber Efendimiz, şöyle buyururlar:

“Şefâatim, ümmetimden büyük günâh işleyenler içindir[27].”

Ey ay yüzlüm! Senin muhabbetinle çâreyi buldum. Çünkü sen, “Kişi sevdiğiyle berâberdir” buyurmaktasın.

Yıkılmış iç dünyâm senin, şefkat ve muhabbet nazarından feyz almaktadır.

Ruhun (yanağın) seher vakti; kaşların akşam vakti secde-gâhımdır.

Güneşin doğuşu anı sabahleyin, âhımdan; güneşin gurûb anı akşam akşamleyin, nâlemden yanar…

Başı dönmüş, şaşkın hayrânını ayak altında çiğne, zîrâ senin yolunun toprağıyım, tozuyum…

Ey servi boylu güzelim! Ey Lâilâhe illallah Muhammedün Resûlullah Tevhîdi’nin mümessili Efendimiz Salla’llahu Aleyhi Ve Sellem! Mübârek yüzünü, nûr cemâlini göster de pervâne olayım, dolanıp durayım…

Bakışım, senden gayriye oluyorsa, artık gül cemâlini göster de gözlerim senden gayriye bakmasın.

Ey saltanatı ebedî pâdişâhım! Sana hangi vasıflarla hitâb edeceğimi bilemiyorum. Bu husûsta tam bir tereddüd içindeyim; hayretteyim:

Sana Ahmed mi Muhammed mi, Muhabbet mi diyeyim? Yoksa Allah’ın mahbûbu, ebedî güzellerin sultânı; ebedî güzelliklerin sâhibi mi diyeyim?

**

*

III.

İştiyâkın giceler âşıkı bîdâr eyler
Mest-i çeşmin hevesi mâil-i dîdâr eyler
Kâkülün tâlib-i sevdânı hevâdâr eyler
Dili şehdâb-ı lebin zevki şükür-hâr eyler
İltifâtın nazar ehlini haberdâr eyler
Mey-i sermest gözün gâfili hüşyâr eyler
Ömrek erbâb-ı dili sâhib-i esrâr eyler
Tûtî-i tab’ı lebin şevki şeker-hâr eyler
İdemem vasf seni aşk-ı şîrîn-kâr eyler
Tab’-ı ter ey gül-i ter şevk ile tekrâr eyler

Sana Ahmed mi Muhammed mi Muhabbet mi diyem
Yoksa Mahbûb-i Hudâ Şâh-ı Melâhat mi diyem

*

III.

Seni görebilme, sana kavuşabilme arzûsuyla geçen geceler âşıkı uyandırır, uyutmaz…

Nazarınla sarhoş olup kendinden geçme hevesi, senin gül cemâline, nurlu yüzüne meylettirir.

Kâkülün, âşıklarını cezbeder, kendisine çeker.

Dudaklarının bal şerbeti zevki, sana olan hoşnûdluk ve minnetdârlık duygularıyle, dili şükür edici kılar.

İltifâtın nazar ehlini haberdâr eyler.

Sarhoş edici şarâb gözündür. Gözün; nazarın, ihtiyatsızı, dikkatsizi akıllandırır.

Hak Teâlâ, Hicr Sûresi’nin yetmiş ikinci âyet-i kerîmesinde[28]: “Habîbim, senin ebedî yâd-ı cemîline; ömrüne, hayâtına yemin ederim” buyurmaktadır. Bu âyetteki nükte ve hikmet, gönül erbâbını sırların sâhibi yapar.

Dudaklarının şevki; sana vâsıl olup sende yok olma ârzûsu, yaratılışı i’tibâriyle Dudu kuşunu (papağanı) şeker yiyici eyler.

Seni vasf edemem… Ederse, tatlı, latîf davranışlı Aşk, vasfedebilir…

Ey yüce yaratılışlı, solmayan taze gül! Dilim şevk ile şu beyti tekrâr eder:

Sana Ahmed mi Muhammed mi, Muhabbet mi diyeyim? Yoksa, Allah’ın Mahbûb’u, ebedî güzellerin sultânı; ebedî güzelliklerin sâhibi mi diyeyim?

**

*

IV.

Tab’-ı Hassân’ıma her şâiri yeksân dimezem
Sıfatın söylerem er korkaram âsân dimezem
Sana Kur’ân demese ben sana insân dimezem
Ârızın Mushaf-ı Mevlâ nice Kur’ân dimezem
Sana cân vermeyene sâhib-i îmân dimezem
Cân nedir kim anı ey büt sana kurbân dimezem
Cân fedâ olmasa kurbânın olam cân dimezem
Gayr-peykânı gamın derdine dermân dimezem
Seyf-i Mevlâ kaşına pây-i Nerîmân dimezem
Âşikârâ diyorum bu sözü pinhân dimezem

Sana Ahmed mi Muhammed mi Muhabbet mi diyem
Yoksa Mahbûb-i Hudâ Şâh-i Melâhat mi diyem

*

IV.

Hassân bin Sâbit Hazretleri, Resûlullâh Efendimiz’in şâirlerindendir. Ensâr’dan olan bu muhterem zât hem İslâmî döneminde, hem de câhiliye döneminde şâirlerin ileri gelenlerindendir. Efendimiz Aleyhi’s-Salâtü Ve’s-Selâm’ı medheden kasîdeleri ile kâfirleri hicveden şiirleri ünlüdür. Resûl-i Ekrem O’nun için şöyle duâ buyurmuşlardır:

“İlâhî! Hassân’ı Rûhu’l-Kuds (Cibrîl) ile te’yid et (kuvvetlendir).[29]”

Resûlullâh Efendimiz, Hassân bin Sâbit Radiya’llahu anh Hazretleri için, Mescid’de bir minber kurdurur, Hazret-i Hassân da, o minberin üstüne çıkıp küffârı hicvederdi[30].

Sevgili Peygamber Efendimiz’i medheylemekte ve şiir söylemekteki gücümle Hazret-i Hassân yaratılışındayım. Bu hususta her şair için, benimle müsâvîdir diyemem.

Haddi tecâvüzden korktuğum için, sıfatını söylerken, kolayca diyemem.

Kur’ân-ı Kerîm sana insân demeseydi ben sana insan demezdim.[31]

Yanağın, îmân nûrunun, tevhîd nûrunun, Allah’ın Cemâl nûrunun belirdiği mahâldir. Onun için yanağın, yüce Mevlâ’nın nurlu sahîfeleridir. Böyle olunca ben sana nasıl, Kur’ân’sın diyemem? Sen vahyin merkezisin; canlı Kur’ân’sın.

Sana cân vermeyene, îmân sâhibidir diyemem.

İsmi güzel, cismi güzel, rûhu güzel, güzel Peygamber’im! Cân nedir ki sana kurbân etmeyeyim?

Kabûl et kurbânın olayım… Sana fedâ edilmeyen, kurbân edilmeyen câna, cân diyemem.

Senin gamze oklarından başkası, gamının derdine dermândır diyemem. Ancak senin şefkat ve muhabbet nazarların gamımın derdine dermândır.

İran Mitolojisi’nde, yiğitliğin, güç ve kuvvetin sembolü olarak Nerîmân’dan bahsedilir. Bu sembol şiirlerimizde hep kullanılmıştır.

Senin kaşına, yüce Mevlâ’nın kılıcıdır diyorum. Senin İlâhî gücün; Rahmânî kuvvetin yanında, mitolojik bir kahramanın gücünden bahsetmek abestir, bahsedemem.

Bu sözü, gizli söylemiyorum, açıkça diyorum. Herkes duysun bellesin:

Sana Ahmed mi Muhammed mi Muhabbet mi diyem

Yoksa Mahbûb-i Hudâ Şâh-ı Melâhat mi diyem

**

*

V.

Ne gamem Ahmed-i Muhtâr ki gam-hârımdır
Râh-ı sevdâda Muhammed ki meded-kârımdır
Dem-be-dem şîr-i muhabbet ki hevâ-dârımdır
Aşk-ı Mahbûb-i Hudâ kim heme-dem yârımdır
Hizmet-i Şâh-ı Melâhat ki güzel kârımdır
Medhin ey dilber-i zîbâ şîrîn ezkârımdır
Deheninden ne diyem cân gibi esrarımdır
Vasf-ı şehd-âb-ı lebin bâis-i eş’ârımdır
La’line vermeğe cân şevk ile efkârımdır
Şeş-der-i hayret-i sevdâda bu güftârımdır

Sana Ahmed mi Muhammed mi Muhabbet mi diyem
Yoksa Mahbûb-i Hudâ Şâh-ı Melâhat mi diyem

*

V.

Ben gam çekmem, tasalanmam, kaygılanmam. Niçin gam çekeyim? Zîrâ benim için gam çeken, kaygılanan Ahmed-i Muhtâr Sallallahu aleyhi ve Sellem gibi, seçilmiş, seçkin ve benzersiz olan bir Peygamberim var. Rabbimin beyânı, feyz ve aşk kaynağımdır:

“And olsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. Çünkü O, size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli ve merhametlidir[32].”

Ben tasalanmam, kaygılanmam. Niçin tasalanıyım? Zîrâ Aşk Yolu’nda, Muhammed Salla’llahu Teâlâ Aleyhi ve Sellem yardımcıdır.

O’nun muhabbet sütüne mübtelâyım. Her ân O’nun muhabbet sütünü içmekteyim.

Allah Mahbûbu’nun, Sevgilisi’nin aşkı her ân yârimdir; dostumdur.

Ebedî güzellerin; ebedî güzelliklerin sultânı Muhammed Salla’llahu Aleyhi Ve Sellem’in hizmeti güzel işimdir; kazancımdır.

Ey Dilber-i zîbâ! (Ey güzel Sevgili Muhammed Mustafâ!) Senin mehdin (seni övmek), benim tatlı sevimli zikirlerimdir.

Senin ağzından nasıl bahsetmeliyim, bilemiyorum? Ama, senin dehenin, ebedî seâdet bahşeden ağzın, cân (rûh) gibi sırdır ki herkes bilemez. Senin ağzın, kimsenin idrâk edemediği esrarımın cânıdır.

Senin dudağının bal şerbetini, ebedî hayat veren sözlerin vasfetmek ve övmek şiirlerime sebebdir, vesîledir.

Senin yakut gibi dudağına şevk ile cân vermek düşüncemdir.

Aşk u muhabbetin hayret dünyâsında bu sözümdür:

Sana Ahmed mi Muhammed mi Muhabbet mi diyem

Yoksa Mahbûb-i Hudâ Şâh-ı Melâhat mi diyem

**

*

VI.

Ârızın Mîr-i Nigârî ki temâşâ eyler
İltifât eylemez agyâre tehâşâ eyler
Gül-i gülzâra nazar eylemez hâşâ eyler
Gülşen-i aşkını ey gonce ki me’vâ eyler
Mest-i lâ-ya’kıl özin bülbül-i şeydâ eyler
Meyl-i serv eylemez ol kāmet-i bâlâ eyler
Reh-güzârında özün bî-ser ü bî-pâ eyler
Hâk-i râh-ı kademin ol ki musallâ eyler
Şîşe-i çeşmini ol kuhl-i mücellâ eyler
Senden ey mâh seher ü şâm temennâ eyler

Sana Ahmed mi Muhammed mi Muhabbet mi diyem
Yoksa Mahbûb-i Hudâ Şâh-ı Melâhat mi diyem

*

VI.

Ey Rahmet Peygamberi Aleyh’s-Salâtü Ve’s-Selâm!

Mi’râc Gecesi, hiç bir Nebî’nin dâhil olamadığı, “Sümme Denâ Fe Tedellâ[33]” Sarâyı’na dâhil oldun…

Mi’râc Gecesi, hiç bir Nebî’nin nâil olamadığı, “Fe Kâne Kābe Kavseyni Ev Ednâ[34]” Makâmına nâil oldun…

O husûsî mahrem Sarây’da;

O husûsî en yüce Makâm’da, Allâhu Teâlâ’nın, Cemâl Tecellîleri’ne gark olup; dîdârını gördün. Bir ân kendini kaybetmeden; bir ân gözün gayriye kaymadan Allah’ın Cemâli’ni seyreyledin…

Yâ Ahmed! Yâ Muhammed! Ey Muhabbet!

Ey Mahbûb-i Hudâ! Ey Şâh-ı Melâhat! Salla’llahu Teâlâ Aleyhi Ve Sellem….

Mîr-i Nigarî, senin yanağını, sana ihsân ve ikrâm edilen cemâl nûrlarının tecellîlerini, hayranlıkla dâim seyreder…

Senden başkasına dönüp bakmaz. Senden gayriye bakmaktan sakınır, kaçınır…

Allah göstermesin, o hâl benden uzak olsun, gül bahçesindeki güle bile bakmaz.

Ey Gonce! (Ey İlâhî nûrları; İlâhî esrârı; İlâhî hakîkatleri ve İlâhî hikmetleri derûnunda bütünleştiren Efendimiz Salla’llahu Aleyhi ve Sellem!) Mîr-i Nigârî, aşkının gül bahçesinde yer yurt edinmiştir.

Ne yaptığını bilmeyen, hayrânlıkla sarhoş özünü, çılgın bülbül eyler.

Gül bahçesindeki serviye gönül vermez. O yüce boyluya (Risâlet Bahçesi’nin Servîsi Muhammed Mustafâ Salla’llahu Aleyhi Ve Sellem’e) gönlünü verir…

Senin geçtiğin yolda, senin ayaklarının altında, özünü başsız ve ayaksız eyler.

Senin ayağının bastığı yolun toprağını, cenâze namâzının kılınma yeri eyler.

Göz bebeğinin siyâhını, gözünü cilâlayan, nûrlandıran; görüşünü keskinleştiren sürme eyler.

Ey dolunay! Mîr-i Nigârî, sabah akşam, seni selâmlar, sana şükrânla senin eteğini, ayak toprağını öpüp başına kor ve hürmetle şöyle der:

Sana Ahmed mi Muhammed mi Muhabbet mi diyem

Yoksa Mahbûb-i Hudâ Şâh-ı Melâhat mi diyem

 

*

**

*

Mîr Hamza Seyyid Nigârî Hazretleri’nin Bir Şiiri[35]

 

I.

Söyleyelim tâlibân
Ver bu söze gûş-i cân
Şevk ile ehl-i dilân
Söyleye ey bî-nişân
Dâde yetiş el-emân
Ver bana senden nişân
Mahv ola benlik hemân
Tâ eyleyelim her zamân
“Parça yahşî biz yaman
Parça buğday biz saman”

*

I.

Irak (Bağdâd) Şeyhleri, tasavvufî görüş ve düşüncelerini; sâhib oldukları hâlleri ve makâmları, kendilerine mahsûs uslûb ve ibârelerle anlatan bir mektup yazarak, bu konulardaki fikirlerini öğrenmek niyetiyle, Horasan Şeyhleri’ne göndermişler. Horasan Şeyhleri aldıkları bu mektubu Mâverâünnehr Şeyhleri’ne gönderirler. Onlar da Türk Şeyhleri’ne gönderiyorlar.

Türk Erenleri’nin Irâk Şeyhleri’ne cevâben yazdıkları mektup gâyet kısa olup şu beyti muhtevîdir:

“Parça yahşî biz yaman
Parça buğday biz saman[36]”

Mîr Hamza Hazretleri, meşrebine uygun bu beyti, edebiyet diliyle söyleyelim, Ta’şîr eyler (on mısraa çıkarır).

Allah’ım! Sensin maksûdum; senin rızândır ancak matlûbum, diyenler gelin hep berâber söyleyelim:

Bu söze cân kulağımızı verelim:

Gönül sâhibleri, şevk ile bu sözü söylesinler:

Ey noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf olan ve hiçbir nişâna muhtâc olmayan Allah’ım!

Yanıp yakılmama; yalvarıp sızlanmama yetiş! Sana sığınıyorum; senin yardımına muhtâcım.

Bize senden bir nişân ver; bir eser ver. Ancak o zaman benlik mahvolur. Ne olur bize mahviyet (yokluk) nişânını ver. Ne olur ver de, her zaman diyelim:

“Parça (her kes) yahşî (güzel) biz yaman
Parça buğday biz saman”

**

*

II.

Mustabada bir makâm
Ahz eyleye müstedâm
Elde duta mey-i câm
Devr eyleye subh u şâm
Bilmeye hâl ü makâm
Nefy ola nûmûs u nâm
Tâ kıra nefsin tamâm
Söyleye bunu müdâm
“Parça yahşî biz yaman
Parça buğday biz saman”

III.

Mastabanı bâb bâb
Dûr eyle kılgil şitâb
Aşk ile çek mey-i nâb
Tâ olasın müstetâb
Senden doğa âfitâb
Açıla cümle hicâb
Dil göre kendin harâb
Eyleye bunu hitâb
“Parça yahşî biz yaman
Parça buğday biz saman”

*

II.

Maksûdu Allah olanlar; matlûbu Hak rızâsı olanlar, Kapının yanında, eşikte bir mahâlde sürekli durmalı;

Elinde şarâb dolu kadehi tutmalı ve

Sabah akşam dönmeli.

Hâlini (Allah’ın lutfu olmak üzere kalbine gelen ma’nâları, feyz, bereket ma’rifet, his ve heyecânını) ve makâmını (Allah’ın katındaki derecesini) bilmeyerek;

Varlığını mahveyleyerek;

Nefsini tamâmen kırarak;

Dâimâ bu beyti söylemeli:

“Parça yahşî biz yaman

Parça buğday biz saman”

 

III.

 

Eşikteki yerinden, derece derece

Çabukça uzaklaş.

Aşk ile halis, sâf şarâbı iç (İlâhî cezbeye er).

O zaman, iyi, güzel beğenilen olursun ve

Senden bir güneş doğar,

Artık perdeler açılır,

Gönül kendini harâb görmeğe başlar,

Bu beyti seslenir:

“Parça yahşî biz yaman

Parça buğday biz saman”

**

*

IV.

Şâm u seher küll-i hâl
Elde geze câm-ı âl
Söyleye şîrîn makâl
Bezme sala kîl ü kāl
Aşka gire lâübâl
Gözleye bir meh-cemâl
Vermeye mihrim zevâl
Söyleye erbâb-ı hâl
“Parça yahşî biz yaman
Parça buğday biz saman”

V.

Dem-be-dem ehl-i niyâz
Söyleye ey şâh-ı nâz
Ömr kûteh himmet az
Derdime ol çâre-sâz
Ver bana sûz u güdâz
Mahv ola mihr-i mecâz
Keşf ola perde-i râz
Söyleyelim aşk-bâz
“Parça yahşî biz yaman
Parça buğday biz saman”

*

IV.

 

Akşam sabâh, her hâlde

Kırmızı kadeh elde gezmeli,

Tatlı tatlı söz söylemeli,

Meclise dedi kodu bırakmalı,

Kayıtsız aşka girmeli,

Bir ay yüzlü gözlemeli,

Benim güneşim batmaz; benim muhabbetim ölmez

Diyen hâl erbâbı söylemeli:

“Parça yahşî biz yaman

Parça buğday biz saman”

V.

Niyâz ehli her ân şöyle yalvarıp yakarmalı:

Ey nazlı şâh! (Kendisine yalvarıp yakarılmasından memnûn olan Ezelî ve Ebedî Sultân!)

Ömrüm kısa, çalışıp çabalamam az…

Ey çâresizlere çâre kılan! Derdime çâre kıl.

Bana bir yanıp yakılma ver ki,

Mecâz güneşim yansın; mecâzî muhabbetim  yakılsın, yok olsun.

Bu sûretle de gizlilik perdesi açılsın.

Bu hâle nail olup aşkla oynayan, gel  berâber söyleyelim:

“Parça yahşî biz yaman

Parça buğday biz saman”

**

*

VI.

Servin ede ser-nigûn
Gözleye kaşı dü-nûn
Okuya ders-i cünûn
Ahz ede bî-had fünûn
Eyleye bağrını hûn
Derd eyleye ol zebûn
Tâ ola derdine çûn
Söyleye bunu füzûn
“Parça yahşî biz yaman
Parça buğday biz saman”

VII.

MÎR-İ NİGÂRÎ hezâr
Eyleye feryâd ü zâr
Açıla zülf-i Nigâr
Keşf ola ruhsâr-ı yâr
El vere tâ asl-ı kâr
Ol göre kendi gubâr
Devr eyleye zerre-vâr
Eyleye bunu medâr
“Parça yahşî biz yaman
Parça buğday biz saman”

*

VI.

 

Boyunu eğen, benlikten geçip tevâzu’ ile eğilen,

Nûn harfine benzeyen iki hilâl kaşı gözleyen,

Delilik dersini okuyan (İlâhî cezbeye eren),

Sayısız hikmetleri elde eden,

Bağrını kan eyleyen,

Derdinden güçsüz kalan,

Derdinin dermânını derdinde bulan,

Bu beyti çokça söyler:

“Parça yahşî biz yaman

Parça buğday biz saman”

VII.

MÎR-İ NİGÂRÎ, bülbül gibi binlerce feryâd eylesin; ağlayıp inlesin;

Nigâr’ın zülfi açılsın;

Yârin yanağı görünsün;

İşin aslı ortaya çıksın.

Kendini toz gibi görsün ve

Toz zerreleri gibi devr eylesin.

Gezegenin güneş etrâfında döndüğü gibi, bu beytin etrâfında dönüp dolaşsın:

“Parça yahşî biz yaman

Parça buğday biz saman”

 

[Felç olmadan evvel (Felç olduğum tarih: 15 Mart 1998 Pazar sabah saat 7 civarı, Şems Mahallesi 19 Mayıs Sokak’taki evimizde.) hazırladığım yazının torunum Güzide Lâle HİDAYETOĞLU[37] ile beraber yeniden gözden geçirilmiş ve düzenlenmiş hâlidir. İmlâ ve noktalamaya müdâhale edilmemiştir.]

21 Eylül 2023
06 Rebiü’l-Evvel 1445
Perşembe, Saat: 15.45
Aziziye Mahallesi, Çelebi Konakları 2. Etap, Karatay/ KONYA

 

“Eyle tevfîkini bu bendene Yâ Rabb refîk
Kıl inayet bana kim ente veliyyü’t-tevfîk.” a

 


[1] İNAL İbnü’l-Emîn Mahmûd Kemâl, Son Asır Türk Şâirleri, Millî Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, M.E, Basımevi, İstanbul, 1969, s.1200-1204.

[2] S.Ü. İlâhiyat Fakültesi, Türk-İslâm Edebiyatı Eski Anabilim Dalı Başkanı ile Türk-Din Mûsikîsi Eski Anabilim Dalı Başkanı, Emekli Öğretim Üyesi.

[3] Hâricî ve Râfizî maddeleri için bakınız:

-PAKALIN Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih ve Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1971, C.I, s.547-549; C.III, s.2-5.

-Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Târihi, Çağ Yayınları. C.2.

-GÖLCÜK Şerafeddin (Prof.Dr.); TOPRAK Süleymân (Prof.Dr.), Kelâm, S.Ü.İlâhiyat Fakültesi Yayınları, Konya, 1988.

[4] Her zamân ey âşık-ı vuslat-merâm
Sür yüzün bu âsitâne subh u şâm
Dâim et sa’yi tavâfın iltizâm
Ka’betü’l-uşşâk başed în makâm
Her ki nâkıs âmed încâ şüd tamâm*

Nezd-i Hak’da muhteremdir bu mahal
Menba-ı feyz ü keremdir bu mahal
Sânî-i beytü’l-haremdir bu mahal
Ka’betü’l-uşşâk başed în makâm
Her ki nâkıs âmed încâ şüd tamâm

Âşıkâne Ka’betü’l-ulyâ budur
Bî-kesâne melce-i me’vâ budur
Türbe-i vâlâ-yı Mevlânâ budur
Ka’betü’l-uşşâk başed în makâm
Her ki nâkıs âmed încâ şüd tamâm

Şâh-ı iklîm-i velâyet bundadır
Hüsrev-i mülk-i kerâmet bundadır
Bundadır uşşâka devlet bundadır
Ka’betü’l-uşşâk başed în makâm
Her ki nâkıs âmed încâ şüd tamâm

MUHLİSÂ** haddin değildir sus hemân
Bu makâmın şân-ı âlîsin beyân
Bes bu nutk-ı Câmî-i Sâmî mekân
Ka’betü’l-uşşâk başed în makâm
Her ki nâkıs âmed încâ şüd tamâm

 

* Hz. Pîr Efendimiz’in huzûruna girerken kapının üzerindeki levhada Molla Câmî’nin bu beyti yazılıdır.

** Şâir Esad Muhlis Paşa, Molla Câmî’nin bu beyitini tahmis etmiştir. Hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız: Türkiye Diyânet Vakfı İslam Ansiklopedisi ilgili madde.

[5] Mîr Hamza Seyyid Nigârî, sonraki sayfada okuyacağınız “Nice ağlamayam kılmayam feryad” diye başlayan meşhur ilâhîsini Konya’da bulunduğu sırada yazmıştır.

[6] Bu ilâhîyi ve sonraki sayfalarda okuyacağınız na’t-ı şerîfi ilk defa Akif Paşa İlkokulu 3. sınıfta okurken Safranbolulu Mustafa Efendi’nin oğlu dayım Hâfız İsmail Zekayi (SARSILMAZ) Efendi’den dinledim. Hâfız, Mevlidhan, Gazelhan İsmail Zekayi Efendi, Konya Aziziye Camii müezzini idi. Cami‘in civarında, Tuzcular içinde tuz ve sirke sattığı bir dükkânı vardı. Ezanın Türkçe okunması meselesi dolayısıyla Kıbrıs’a hicret etti. Orada en az dört sene kaldıktan sonra Medine-i Münevvere’ye gitti ve burada 21 yıl yaşadı. Ezan, aslına uygun hâline döndükten sonra, Ankara Hacı Bayram-ı Velî Camii İmamı olarak Türkiye’ye geri döndü. Medine’deyken sıla-i rahîm için Konya’ya geldiği sıralar ondan ilâhiler, gazeller, na’tler dinlerdim. Memiş Efendi (İlk şeyhi Hâlid-i Bağdâdî’nin halîfesi Ödemişli Hasan Kudsi Efendi’dir. Daha sonra Hâlid-i Bağdâdî’nin yanına Şam’a da gitmiştir.)’nin büyük oğlu Bahaeddin Efendi’nin halîfelerinden Fahri (KULU) Efendi, dayım Zekayi Efendi’ye bu ilâhîyi işaret ederek “Zekayi, bu ilâhiyi oku da içimiz ferahlasın!” dermiş. Fahri Efendi, babam Gazi Veled Bahaeddin Çelebi’nin Hak dostlarından idi. Ben de bu zâtı çocukken tanıdım, duasına ve iltifatına mazhar oldum.

[7] Dîvân-ı Seyyid Nigârî (Osmanlı Hurûfâtı ile Matbû), s.295-297.

[8] İsrâ Sûresi (17), 1. Âyet-i kerîme. “Kulunu bir gece Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya kadar götüren (Zât-i ecelle ve a’lâ her türlü nakısalardan) münezzehtir. (O Mescid-i Aksâ ki) biz onun etrafına (feyz ve) bereket verdik (ve bu gece yolculuğunu) ona âyetlerimizden bazısını gösterelim diye (yaptırdık). Şüphesiz ki O, (asıl) O (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) kemâliyle görendir.” (ÇANTAY Hasan Basri, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, İstanbul, 1965)

[9] Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Diyânet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1972, C.IX, s.251,252.

[10] Saff Sûresi (61), 6. Âyet-i kerîme: “Meryem oğlu Îsâ da bir zaman (şöyle) demişti: “Ey İsrâil oğulları, ben size Allâh’ın peygamberiyim. Benden evvelki Tevrat’ı tasdîk edici, benden sonra gelecek bir peygamberi de -ki adı Ahmed’dir- müjdeleyici olarak (geldim). Fakat o, kendilerine açık açık bürhanlar getirince “Bu, apâşikâr bir büyüdür” dediler.” (ÇANTAY, a.g.e.)

[11] Âl-i İmrân Sûresi (3), 144. Âyet-i kerîme: “Muhammed bir peygamberden başka (bir şey) değildir. Ondan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o, ölür yahut öldürülürse ökçelerinizin üstünde (gerisin geri) mi döneceksiniz? Kim böyle iki ökçesi üzerinde (ardına) dönerse elbette Allah’a hiçbir şeyle zarar yapmış olmaz. Allah şükür (ve sebât) edenlere mükâfat verecektir.” (ÇANTAY, a.g.e.)

[12] Ahzâb Sûresi (33), 40. Âyet-i kerîme: “Muhammed sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat o Allâh’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (ÇANTAY, a.g.e.)

[13] Fetih Sûresi (48), 29. Âyet-i kerîme: “Muhammed Allâh’ın resulüdür. Onun maiyyetinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (ve metîn), kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükû’ ediciler, secde ediciler olarak görürsün. Onlar Allah’dan (dâimâ) fazl (-u kerem) ve rızâ isterler. Secde izinden (meydana gelen) nişanları yüzlerindedir. İşte onların Tevrât’taki vasıfları budur. İncîl’deki vasıfları da (şöyledir: Onlar) filizini yarıp çıkarmış, gitgide onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, sakları üzerine doğrulup kalkmış bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. (Ashab hakkındaki bu teşbih) onunla kâfirleri öfkelendirmek için(dir). İçlerinden îman edip de iyi iyi amel (ve hareket)de bulunanlara Allah hem mağfiret hem büyük mükâfât va’d etmiştir. (ÇANTAY, a.g.e.)

[14] Muhammed Sûresi (47), 2. Âyet-i kerîme: “Îman eden, iyi iyi amel (ve hareket) eden, Muhammed’e indirilene -ki o, Rablerinden (gelen) bir hakdır- îman eden kimselerin de günahlarını yarlığamış, hallerini iyileştirmiştir.” (ÇANTAY, a.g.e.)

[15]  Mâide Sûresi (5), 54. Âyet-i kerîme: “Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse Allah -mü’minlere karşı çok alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği- bir kavim getirir ki onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanın kınamasından (dedikodusundan) çekinmezler. Bu, Allah’ın bir lütf ü inayetidir ki onu kime dilerse ona verir. Allah ihsânı bol olan, en çok bilendir.” (ÇANTAY, a.g.e.)

55.Âyet-i kerîme: “Sizin yâriniz ancak Allah’tır, onun peygamberidir, Allah’ın emîrlerine boyun eğici olarak namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren o mü’minlerdir.” (ÇANTAY, a.g.e.)

[16] Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, C.1; 14 ve 15. Hadîs-i Şerîfler: “Nefsim yed-i kudretinde olan Allâhu Zü’l-Celâl’e kasem ederim ki hiçbiriniz ben ona pederinden de evlâdından da (ve bütün halkdan) daha sevgili olmadıkça îmân etmiş olmaz.”

16.Hadîs-i Şerîf: “Kimde üç şey bulunursa halâvet-i îmânı tatmış olur: Allâh ile Resûlu’llâh kendisine mâadâlarından daha sevgili olmak; bir kimseyi sevmek, fakat yalnız Allâh için sevmek; (Allâh, onu küfürden kurtardıktan sonra) yine küfre dönmekten ateşe atılacakmışcasına hoşlanmamak.”

[17] Âl-i İmrân Sûresi (3), 31. Âyet-i kerîme: “(Habîbim de ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı örtsün. Çünkü Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.” (ÇANTAY, a.g.e.)

[18] YENİTERZİ Emine (Doç.Dr.), Dîvân Şiirinde Na’t, Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Nu: 96, Ankara, 1993, s.177,183

[19] Kalem Sûresi (68), 4. Âyet-i kerîme: “Hiç şüphesiz büyük bir ahlâk üzeresin sen.” (ÇANTAY, a.g.e.)

[20] YENİTERZİ Emine (Doç.Dr.) a.g.e. s.147.

[21] Ahzâb Sûresi (33), 56. Âyet-i kerîme: “Şüphesiz ki Allah ve melekleri o peygambere çok salât (ve tekrîm) ederler. Ey îman edenler, siz de ona salât edin, tam bir teslîmiyyetle de selâm verin.” (ÇANTAY, a.g.e.)

[22] ÇANTAY Hasan Basri, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, İstanbul, 1965, C.2, s.752. 103. Not.

[23] ÇANTAY Hasan Basri, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, İstanbul, 1965, C.2, s.752. 103. Not.

[24] ÇANTAY Hasan Basri, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, C.2, s.754. 103. Not.

[25] ÇANTAY Hasan Basri, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, C.2, s.753. 103. Not.

[26] Et-Tergîbü Ve’t-Terhîb, Hadislerle İslâm, Hikmet Yayınları, İstanbul, 1985, C.3, s.505-530’a bakınız.

[27] GÖLCÜK Şerafeddin (Prof.Dr.); TOPRAK Süleyman (Prof.Dr.) Kelâm, a.g.e. s.388, 389 Şefâat Bahsi.

[28] Hicr Sûresi (15), 72. Âyet-i kerîme: “(Habîbim) senin ebedî yâd-ı cemiline yemîn ederim ki onlar, serhoşlukları (azgınlıkları) içinde muhakkak serserî bir halde idiler.” (ÇANTAY, a.g.e.)

[29] Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Diyânet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1972, C.2, s.395-396.

[30] Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Diyânet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1972, C.2, s.395-397.

[31] Şeyh Gâlib Hüsn ü Aşk’da der ki:

Der Na’t-i Seyyid-i Kâinât

  1. Ervâh ki tuhfe-i Hudâ’dır / Hâk-i reh-i Şâh-ı Enbiyâ’dır
  2. Ol şâh ki tahtı lâ mekândır / Cârûb- keşi Kerûbiyandır
  3. O1 gâh ki mâh çün sitâre / Pâ-bûsuna oldı pâre pâre
  4. Cibrîl nevâline haberci / Mikâil anın vekil-harcı
  5. Levlâk ile zât-ı pâki mevsûf / Kurân’a sıfâtı zarf u mazrûf
  6. Dervâze-i tâkı Kaabe kavseyn / Ferş-i kademi ulûm-ı kevneyn
  7. Şâh-ı melekût-ı arş-pâye / Mâh-ı ceberût-ı ferş-sâye
  8. Birdir dedi âşnâ-yı vahdet / Mevc-i Ahadiyyet Ahmediyyet
  9. Çün “evvel-i mâ halak”dır ol nûr / Sânî-i Hudâ desem de ma’zûr
  10. Âdem ki cenâbı Bül-beşerdir / Bağ-ı Nebevîde bir şecerdir
  11. Giryân olub oldı Nûh-ı Nevvâh / Deryâ-yı melâhatında mellâh
  12. Cûş-âver olunca Nîl-i kabzı / Mûsâ’ya Hızır yetişdi feyzi
  13. Şer’iyle edince tiyg-zenlik / İbrâhim’e düşdi büt-şikenlik
  14. Mi’râc-ı kemâl-i zâtın İdrîs / Sükkân-ı semâya kıldı tedrîs
  15. Bir rütbe ki hüsn-i bî bahâsı / Yûsuf dahı abd-i müşterâsı
  16. Tebşîr içün kudûmun İsâ / Tâ minber-i çerha çıkdı gûya
  17. Îcâdı vücûd-ı kevne bâis / Ümmetleri sırr-ı ilme vâris
  18. Âyine-i vahdet-i Îlâhî / Mir’ât-ı vücûdıdır kemâ hiy
  19. Îmân-ı hakıykıye ol âgâh / Besdir sana bir Nebî bir Allâh
  20. İrvâ-yı ıtâşı râyegândır / İ’câzı müşâru bil benandır
  21. Müşkîn sevâd-ı şâm-ı Esrâ / Menşûr-ı nübüvvetinde tuğrâ
  22. Söz olsa da menba’-ı kerâmet / Kurân’a nazîre olmaz elbet
  23. Kur’an o Rasûl’ü kıldı tavsif / Ahlâk-ı azîmin etdi ta’rîf
  24. Ey hâme zebânın eyle kûtâh / Levh üzre kalemle yazmış Allâh

*

Kainâtın Efendisinin Na’ti

  1. Allâh’ın armağanları olan ruhlar, peygamberler şâhının yoluna toprak kesilmişlerdir.
  2. Tahtı, mekânsızlık âlemi olan o pâdişâhın süpürgecileridir Hakk’a en yakın melekler bile.
  3. Öyle pâdişahtır ki Ay bile ayağını öpmek için parçalanmıştır, yıldıza dönmüştür.
  4. Cebrâil, onun nîmetinin bir habercisidir; Mikail, onun vekil-harcıdır.
  5. Tertemiz zâtı, “Sen olmasaydın” sözüyle övülmüştür; sıfatları, Kur’ân’a zarf ve mazrûf olmuştur; Kur’an, onun sıfatlarını bildirir; sıfatlarıysa Kur’an’da mevcuttur.
  6. Sayvanının kapısı, “Kaabe kavseyn”dir; iki âlemin bilgileri, ayağının altına döşenmiştir.
  7. Mertebesi Arş gibi yüce olan Melekût pâdişahıdır; derecesi ferş olan Ceberût ayıdır.
  8. Birlikle biliş olanlar, Ahadiyet’le Ahmediyet birdir dediler.
  9. O nûr, ilk yaratılandır; bu bakımdan ona, Allah’tan sonra gelen en yüce zât desem de mâzûrum sözümde.
  10. İnsanların atası olan Âdem bile onun peygamberlik bahçesinin bir ağacıdır.
  11. Ağlayıp duran Nûh, onun alım denizinde yüzen biri kesilmiştir.
  12. Mûsâ’nın gönül sıkıntısının Nîl’i dalgalanınca, Peygamber’in (Hz. Muhammed) feyzi, Hızır oldu da Mûsâ’ya yetişti.
  13. Şerîatına uyup kılıç urmıya başlayınca İbrâhîm’e de, put kurma işi düştü.
  14. İdrîs, onun zâtının olgunluk mi’râcını gökyüzünde oturanlara okuttu.
  15. Paha biçilmez güzelliği öyle bir mertebededir ki Yûsuf bile onun satın alınmış kulu olmuş.
  16. Îsâ, onun geleceğini müjdelemek için tâ felek minberinin üstüne çıktı da söz söylemiye, müjde vermiye koyuldu.
  17. Yaratılışı, varlık âleminin yaratılışına sebep; ümmeti, ilim sırlarının mirâsçısı.
  18. Allâh’ın birlik aynası, tümden, olduğu gibi, onun vücûdunun aynası.
  19. Gerçek inançtan haberin olsun; sana bir Allah’la bir peygamber yeter.
  20. Feyzine susayanları bedâvadan suya kandırır; mûcizeleri, parmakla gösterilir.
  21. Misk gibi simsiyah olan Îsrâ gecesi, onun peygamberlik fermânındaki tugrâdır, Tanrı mührüdür, Tanrı tasdıykı.
  22. Söz, kerâmet kaynağı bile olsa elbette Kur’ân’a nazîre olamaz.
  23. Kur’an, o şerîat sâhibi Peygamberi övdü; onun pek büyük ve güzel huylarını târif etti.
  24. Ey kalem, dilini tut, sözünü kısa kes; Allah, onun adını kalemle Levh’a yazmıştır.

 

(GÖLPINARLI, Abdülbâki, Şeyh Galib Hüsn ü Aşk, İstanbul, 1968, s.48, 49, 174, 175.)

(Meşrebi Mîr Hamza Seyyid Nigârî ile çok benzer olan Şeyh Galib’i Konya Erkek Lisesi’nde okurken tanımıştım. Vaktâ ki 1962’de İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde okumaya başlayınca Hüsn ü Aşk’ı okudum ve bu na’ta hayran oldum.)

 

[32] Tevbe Sûresi (9), 128. Âyet-i kerîme: “Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Mü’minleri cidden esirgeyicidir, bağışlayıcıdır o.” (ÇANTAY, a.g.e.)

              *na’t-ı FakıyRaanem*
dost Rahmânımın mahbubuna/
o’nun makaam-ı mahmùduna/
*
*vahy-i hak’dan on-iki mısRam*
*destûR yä nûR*
01*tut eLimden yâ muhammed mustaFâ/
02*biR nazaR kıL sadrıma sensin şiFâ/
03*sen azîz’sin yâ habîb-i kibRiyâ/
04*sen haRîs’sin bizLeRe yâ muRtezâ/
05*sen RaûF’sun yâ imâm-ı enbiyâ/
06*sen Rahîm’sin yâ enîs-i evLiyâ/
07*şemsu mâhım izzu câhım püR-zıyâ/
08*kıLşeFâat AHMED’e yâ müctebâ/
09*e’s-saLâtu ve’s-seLâm ey nûR-Likaa/
10*e’s-saLâtu ve’s-seLâm ey DİL-Rubâ/
11*e’s-saLâtu ve’s-seLâm ey “ve’d-duha”/ [*sùRe-i duhâ]
12*e’s-saLâtu ve’s-seLâm ey “heL etâ”/ [*sùRe-i dehR-insan]

hidâyetoğLu ahmedsaLâhaddîn

[33] Necm Sûresi (53), 8. Âyet-i kerîme: “Sonra (Cebrâîl ona) yaklaştı. Derken sarktı.” (ÇANTAY, a.g.e.)

[34] Necm Sûresi (53), 9. Âyet-i kerîme: “(Bu suretle o, peygamberlere) iki yay kadar, yahud daha yakın oldu da.” (ÇANTAY, a.g.e.)

[35] Dîvân-ı Seyyid Nigârî, s.320-321

[36] Reşahât-ı Aynü’l-Hayât Tercemesi, s. 149.

[37] Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı 3. Sınıf Öğrencisi.